İslamcı güçler, devletin iktidar dengelerinin kendi lehlerine çevirdiklerinden emin görünüyorlar. En azında önemli bir avantaj oluşturmuş oluşturduklarına dair çok önemli veriler bulunuyor. Bunun en tipik yansıması ise dış politikada belirgin olarak meydana gelmeye başlayan değişikliklerdir. Bürokrat Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığına getirilmesinden sonra, dış politikanın esası bölge coğrafyasına ve özellikle İslam ülkeleriyle olan ilişkilere döndü. Hiç şüphesiz […]
İslamcı güçler, devletin iktidar dengelerinin kendi lehlerine çevirdiklerinden emin görünüyorlar. En azında önemli bir avantaj oluşturmuş oluşturduklarına dair çok önemli veriler bulunuyor. Bunun en tipik yansıması ise dış politikada belirgin olarak meydana gelmeye başlayan değişikliklerdir. Bürokrat Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığına getirilmesinden sonra, dış politikanın esası bölge coğrafyasına ve özellikle İslam ülkeleriyle olan ilişkilere döndü. Hiç şüphesiz ki, bu sadece ‘ılımlı İslamcı’ AKP iktidarının tek başına izlediği bir politika değildir. ABD-AB ittifakına dayanan, Ortadoğu Projesi ekseninde bölgenin; kapitalist sistemin ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi öncelikli bir proje olarak güncelliğini koruyor.
G-20’lere alınan Türkiye’nin bu sürece dâhil edilmesi ve hatta liderlik rolü verilmesi, bölgesel dengelerle ilişkilidir. Uluslararası konjonktürel durumu iyi değerlendiren İslamcı iktidar güçleri, İslam’ın küreselleştirilmesi için çok yoğunluklu bir faaliyet yürütmektedirler. Özellikle hem ‘Milli Görüş’ geleneği, hem de Gülen cemaati bakımından önemsenen ‘küresel İslam birliği’ projesi çok belirgin olarak uygulanmaya konulmuş bulunuyor. Türkiye’nin temel stratejisyeni, bürokrat dışişleri bakanı ise bu durumu şöyle tanımlıyor: “Bölgenin son jeopolitik, jeokültürel ve jeoekonomik bütünlüğünün tarihî mirasçısı olan Türkiye, bu jeopolitik, jeokültürel ve jeokonomik parçalanmayı aşabilen ve bölgeyi bir bütün olarak kuşatan bir stratejik yaklaşımı geliştirmek ve bu yaklaşımı taktik bir esneklik içinde kademeli bir şekilde uygulamaya koymak zorundadır. Böylesi bir stratejik yaklaşım, Türkiye’nin sadece bölge üzerindeki etkinliğini artırmakla kalmayacak, aynı zamanda, küresel dengelerle bölgesel dengeler arasında hiç bir aktörün göz ardı etmesi mümkün olmayan bir işlev üstlenmesini de sağlayacaktır.”(1)
Bu genel eğilim birçok İslamcı liderin görüşlerini yansıtmaktadır. Örneğin Gülen, Osmanlıların tarihsel mirası üzerinde ama ondan önemli oranda farklılaşan İslam modernitesini kurmayı hedefliyor. Örneğin statükocu değildir, liberal piyasa ekonomisini açık olarak savunur, küresel sermaye ile ilişkilerini geliştirir, diğer birçok İslami grup¬tan farklı olarak ‘Türk milliyetçiliğiyle ser¬best piyasa ve modern eğitim temalarına vurgu birlikte yapar.(2) “Türkiye’de yaş¬ayan, Osmanlı geçmişini kendi geçmişleri kabul eden ve kendilerini Türk olarak gösteren Türk kabul edilmelidir” ve “Türk olmak için Osmanlı deneyimine sahip olmak ve kendisini Türk olarak görmek gerekir. Bu yaklaşma göre Kazak ile Boşnak arasın¬da bir fark yoktur. Ama Boşnak olanın Türkleşmesi daha kolaydır. Öte yandan, bu geniş kapsamlı milliyet anlayışın sınırları Fars’ı ve Arapları içine almaz. Gülen Arap ve İran İs¬lam anlayışına çok sıcak bakmaz ve Türk Müslümanlığı deyimini bunlardan ayırmak için sürekli kullanır.”(3) Gülen hareketi, Türk-İslam sentezciliğini Türklerin egemenliğinin bir aracı olarak kullanmaktadır. Dolayısıyla Nursi’nin genel İslamcılık perspektifi Gülen’de Osmanlı-Türk sentezine dönüştürülür. Böylece Türk devletini ‘din ile millet arasındaki bağı sağlayacak ve ideal Türk-İslam toplumunun yaratılmasının en önemli araçlarından biri’ olarak görür. Gülen’in sürekli vurguladığı asr-ı saadet dönemini, çağımıza uygun bir tarzda düzenleyebilecek olan ideal İslam toplumunun ancak Türk-İslam ülküsü tarafından sağlanabileceğini belirtir. Bir kısım analizciler tarafından Neo-Osmancılık olarak tanımlanan bu yaklaşım, Türkiye’nin bugünkü dış politikasını da etkilemekte ve hatta yönlendirmektedir.
“Haberleşme ve seyahat vasıtalarının inanılmaz derecede geliştiği ve dolayısıyla dünyanın büyük, global bir köy haline geldiği günümüzde, herhangi bir ülkedeki köklü değişimlerin sadece o ülke ile sınırlı kalacağını ve yalnızca o ülkeyi ilgilendireceğini, yalnızca o ül¬ke tarafından tayin ve tespit edileceğini beklemek, en azından, mevcut kon¬jonktürü bilmemek demektir. Dönem, enteraktif münasebetler dönemi olup, insanlar ve milletler gittikçe birbirlerine daha muhtaç ve daha bağımlı hale gel¬mekte, dolayısıyla bu da, karşılıklı mü¬nasebetlerin daha yakınlaşmasına sebep olmaktadır. Önceki asırların kaba müstemlekecilik dönemini aşmış bulu¬nan bu münasebetlere ait, karşılıklı menfaatler, hiç olmazsa, zayıf tarafa da birtakım çıkarlar sağlama bazında ce¬reyan etmektedir. Bunun yanı sıra elektronik, bilhassa dijital elektronik teknoloji, fertlere bile mahremiyet da¬iresi bırakmadığından, bilgi edinme ve alış verişi gittikçe artmakta” olduğunu belirten Gülen, küreselleşen İslam’ın geliştirilmesi düşüncesini de gündeme getirir.(4) Ekonomik ve sosyal yaşamda meydana gelebilecek bir değişimin İslam dünyasını da yönlendireceğini belirtir.
Başbakanlık eski Müsteşarı ve bugünkü AKP milletvekili Ömer Dinçer de Cihadın sadece Türkiye’de değil bütün İslam dünyasında kaçınılmaz olduğunu vurgularken aslında ‘Küreselleşen İslam’a dikkat çekmektedir: “İslam dünyasında bugün gerçekten bir enerji birikmiştir. Buna engel oluşlar devam ettiği müddetçe İslami hareketlerin bir patlama yapacağını söyleyebiliriz. Eğer önü açılmayacak olursa ‘Yeni Dünya Düzeni’de Türkiye’deki İslami gelişmeler karşısındaki bürokratik mekanizma gibi aynı sonuçlarla karşı karşıya kalacaktır.”(5) ‘İslam dünyasında biriken enerji’ Davutoğlu’nun oluşturduğu ‘yeni’ dış politika ile harekete geçti. Patlama noktasına geldiğinde ne gibi sonuçlar doğuracağını şimdiden kestirmek zordur. Ancak görülen şu ki, uluslararası küresel sermayenin de tam desteğini alan İslamcı AKP iktidarının uyguladığı dış politika ‘küresel İslam’ eksenli geliştirilen stratejinin uygulanmasıdır.
Türkiye’nin dış politika önceliklerinin Ortadoğu ve Avrasya’ya, dahası İslam dünyasına doğru kayması, Osmanlı İmparatorluğu’na benzer bölgesel bir egemenlik politikası olarak tanımlamak pek gerçekçi değildir. Ancak, küresel güçlerin stratejik ihtiyaçlarına yönelik geliştirilen politikalar ekseninde, bölgesel dengelerde etkin olmak isteyen ve buna bir biçimiyle, ‘Küresel Osmancılık’ denilebilecek bir politika olarak tanımlanabilir.
Bugünkü sürecin baş aktörü olan Davutoğlu’nun dış politikasında Ortadoğu ve Avrasya-Hazar bölgesi önemli bir yer tutar. Kerkük’ün önemine dikkat çeker ve Kürtlerin bu bölgeyi kontrol etmesini, Türkiye’nin stratejik çıkarları için ciddi bir tehdit olarak görür. Türkiye’nin “Kerkük-Yumurtalık boru hattının sağladığı avantajları unutmaması” gerektiğini sıklıkla vurgular. Özellikle “Basra körfezi ile Doğu Akdeniz bağlantısının Türkiye üzerinde gerçekleşmesi vazgeçilmeyecek bir stratejik öncelik olarak devrede tutulmalıdır… Unutulmamalıdır ki, Bağdat vilayeti Osmanlı Devleti’nin Asya’daki etkinliğinin anahtarı durumundaydı. Türkiye açısından bu durum pek farklı değildir. Dicle-Fırat suyolları ile Mezopotamya havzasının kuzeyinde bulunan bir ülkenin bu havzanın denize açılım noktalarına ilgisiz kalması düşünülemez.”(6)
ABD, Türkiye’yi bu bölgede görevlendirmek için Irak’ın iç politik sorunlarının çözümünde destek istemektedir. Bir bakıma devletin bir bürokratı olarak Bağdat-Ankara hattının örülmesinde Davutoğlu aktif görev alıyor. Türkiye’nin bölgesel çıkarları için Bağdat ile Ankara’nın ilişkilerinin geliştirilmesi ABD’nin onayı ile olmaktadır. Örneğin ABD tarafından aranan ve ‘terörist’ listesinde görülen Şiilerin anti-Amerikancı lideri olarak bilin
en Sadr’ın İran’dan Türkiye’ye davet edilerek, Irak’ta yeni ittifakların oluşması ve böylece iç politik dengelerin yeniden belirlenmesi, ABD bölgesel politikalarına uyumlu olarak yürütülmektedir. Sadr’ın ikna edilerek Bağdat merkezli sisteme dâhil edilmesi ve yeni bir Suni-Şii-Türkmen ittifakının yaratılması hedefleniyor. Bunun sağlanması ABD’nin Irak’taki işlerini nispeten kolaylaştıracağı gibi hem Kürtlerin ciddi sorunlarla karşı karşıya kalmasına yol açacak, hem de Türkiye’nin bölgesel etkinliğini arttıracaktır.
Dikkat çeken bir başka önemli noktada Türkiye’nin İran’a yönelik izlediği politikadır. İki ülke ilişkilerindeki gelişme, aynı zamanda dünya küresel güçlerinin de istediği bir durumdur. Türkiye’nin arabulucu bir rol oynaması bölgedeki etkinliğinin artmasına da hizmet etmektedir. “Türk-İran ilişkilerinin bölge içi dengeleri etkileyen üçüncü boyutu Ortadoğu bölgesinin bereketli kuzey hilal hattını oluşturan Mezopotamya-Basra ile ilgilidir. Osmanlı-İran dengelerinin de şekillendiği bir hat üzerinde bulunan Irak’ın mezhep ve etnik nitelikleri itibarıyla taşıdığı iç çelişkiler ve Soğuk Savaş sonrası dönemde Irak-eksenli yaşanan bunalım Türk-İran ilişkilerini gerek bu hattın jeopolitik geleceği, gerekse Irak’ın siyasi geleceği açısından önemli bir faktör haline getirmiş bulunmaktadır…”(7) Türkiye’nin İran’a yönelik geliştirdiği dış politika açılımını iki yönlü değerlendirmek mümkündür. Birincisi, Obama’lı ABD’nin Ortadoğu politikasında meydana gelen değişikliklerle ilgilidir: ABD’nin İran ile ilişkilerini geliştirmek istemesi ve bölgedeki dengeleri yeniden belirlerken İran’a görev verme isteğini sağlamak için Türkiye’yi bir aracı olarak kullanmakla ilgilidir. İkinci nokta ise, Türkiye’nin bölgesel liderliğini kabul ettirmesinin öncelikli yolu, İran gibi güçlü ve stratejik öneme sahip bir ülkeyi etkilemesi ve yönlendirmek istemesidir. Türkiye, İran ile olan ilişkilerini bir bakıma Osmanlı-Pers ilişkileri gibi görüp algılamakta ve bölgesel bir denge ilişkisi kurmak istemektedir.
Ortadoğu’nun İslam ülkeleriyle olan ilişkilerin stratejik çıkarlar esası üzerine şekillendiğini belirten Davutoğlu, Türkiye’nin ‘kendi iç çelişkilerini aşarak’ bölgede etkinliğini arttırmanın tek yolunun ‘İslam dünyası ile oluşturacağı tarihisel ilişkiler’ olduğunu sürekli vurgular. “İslam Dünya’sının jeopolitik derinliği de Türkiye için son derece önemli stratejik unsurlar taşımaktadır. İslam Dünyası’nın uluslararası bunalımların yoğunlaştığı alanlarda oluşmasının temele sebebi de budur. Türkiye’nin kendisinin de içinde bulunduğu bu jeopolitik alan içinde siyasi bir etkinliğe sahip olması genellikle uluslararası stratejik derinliğin önünü açacaktır. Bu alanı fazla yok farz etmek de, bu dünyaya sırtını dönmek de jeopolitik geçiş alanları üzerinde bulunan Türkiye için sürdürülebilir bir tavır olma niteliğini kaybetmektedir.”(8) Buna paralel olarak Türkiye’nin ‘hem kültürel, hem de siyasal alanda bölgede ciddi bir güç olacağını’ vurgulamaktadır. Yani Türkiye ile İslam dünyası arasında çok kapsamlı ilişkilerin geliştirilmesini fiilen uygulamaya koyan Davutoğlu, Hamas, Hizbullah, Müslüman Kardeşler Örgütü, El Sadır gibi geleneksel İslam güçlerinin dışında kalan örgütlerle sıkı ilişkilerin geliştirilmesinde ve onların meşru görülmesinde AKP hükümetinin izlemiş olduğu politikaların stratejisyenidir. Özellikle son 7 yıldır, Arap patentli küresel sermayenin yoğunluklu olarak Türkiye akışını sağlayan planda dışişleri bakanının politik yönelimlerinin önemli bir etkisi vardı.
“Osmanlı Devleti’nin son dönemine damgasını vuran Osmancılık, İslamcılık ve Türkçülük akımlarında bu uyum arayışlarının izleri açık bir şekilde görülmüştür. Bu konum Osmanlı idarecilerini çok daha geniş ölçekli bir strateji/diplomasi uygulamaya sevk etmiştir. Bu geniş ölçekli strateji/diplomasi çabası bir taraftan Osmanlı Devleti’nin manevra ve etkinlik alanlarını genişletirken, diğer taraftan sömürgeci büyük güçlerle Osmanlı Devleti arasındaki çelişkileri ve hesaplaşmaları derinleştiriyordu. Osmanlı Devleti’nin İslam Dünyası derinliğindeki uluslararası etkinlik alanı ile sömürgeci ülkelerin iç çelişkilerinin aynı anda arttığı dönemlerde bu konum devlete küresel ölçekli bir güç kazandırırken, bu etkinlik ile sömürgeci güçler arasındaki çelişkilerin aynı anda azalma gösterdiği dönemlerde uluslararası baskıların yoğunlaşması sonucunda doğuyordu.”(9) İngilizlerin bölgede işgalci bir güç olarak görülmesine karşılık Osmanlıların tersten bölgenin sahibi olarak gösterilmesi, esasen, bugünkü işgalci politikaların meşru görülmesine yönelik olarak izlenen bir politikadır. Davutoğlu, bölgesel ilişkilerde, Osmanlı yönetiminin izlediği politikaların küresel dünyadaki versiyonunu uygulayarak, İslam dünyasının liderliğine oynamayı amaçlıyor.
Obama’nın, başkanı seçilmesi ile ABD’nin dış politikası da Afganistan-Pakistan bölgesinin giderek ön plana çıktığı biliniyor. Özellikle Avrasya-Orta Asya ile bağlantılı olan bu bölgede Türkiye’nin oynayacağı role dikkat çeken dışişleri bakanı şunları belirtiyor: “Hazar Denizi, Türkiye’nin Orta-Asya’ya açılmasındaki kilit deniz havzasıdır. Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan arasında Hazar Denizi konusunda Rusya karşısında gerçekleştirilecek bir işbirliği Türkiye’nin Orta-Asya politikasının esaslarından biri olmak zorundadır. Türkiye’nin Kafkaslar-Hazar-Orta Asya bağlantı politikasının üç temel taktik prensipten hareket etmek durumundadır. 1-Kuzey Kafkasya cumhuriyetlerinin Rusya Federasyonu içindeki statülerinin kademeli bir şekilde güçlendirilmesini temin etmek, 2- İran ile ideolojik gerilimlerle gölgelenen ilişkilerin dinamik ve rasyonel bir ekonomik işbirliği çerçevesinde sağlamlaştırılarak Rusya’nın Orta-Asya ve Kafkaslar üzerindeki etkisini dengelemek, 3- Orta-Asya ülkeleri arasında her türlü işbirliğini teşvik etmek…”(10) Türkiye’nin bölgesel saldırgan bir güç olması için ortaya konulan bu politikalar, ABD’nin bölgesel stratejileriyle tam bir uyum içindedir. ABD, hem Ortadoğu’da hem de Avrasya kıtasında belirlediği ‘yeni’ politikalarda Türkiye’ye önemli görevler vereceği artık herkes tarafından biliniyor. Türkiye dış politikada söz konusu bu görevleri yerine getirmek için nispeten daha saldırgan bir politika izleyecektir. Irak işgali sırasında ABD askerlerinin Türkiye üzerinde girilmesinin parlamento tarafından reddedilmesinin yarattığı politik sonuçları çok açık olarak gören Davutoğlu, Afganistan için Türkiye’den beklenenleri, dışişleri bakanı olarak mutlaka yerine getirecektir. Türkiye’nin ABD’nin beklentilerine uygun olarak Afganistan’daki asker sayısını arttırarak, Asya bölgesinde aktif rol oynaması gerektiğini belirten çiçeği burnundaki dışişleri bakanı, NATO’nun saldırgan askeri küresel stratejisine tam uyumlu bir politikayı savunmaktadır. Bu politik yönelim aynı zamanda Genelkurmay tarafından da tamamen kabul edilmektedir.
Türkiye’nin son iki yıldır bölgede yürüttüğü dış siyasetin ana unsurunu oluşturan bu yaklaşım, bir bakıma ‘Neo-Osmancılık’ veya ‘Küresel Osmancılık’ olarak tanımlanmaktadır. Dış politikada böylesine ciddi bir yoğunlaşmanın sağlanması, Osmanlıların bölgesel politikalarına benzerliği nedeniyle ‘Neo-Osmancılık’ olarak tanımlanması ile Osmanlıların işgal ettiği toprakların yeniden Türk devletinin egemenlik alanına girebileceği biçiminden algılanmaması gerekir. Bu tamamen İslam coğrafyasının küresel kapitalist sisteme dâhil edilmesin ekseninde planl
anan stratejinin bir parçasını oluşturmaktadır. Bölgesel güç ilişkilerinin ‘ılımlı İslam’ ekseninde yeniden düzenlenirken, Türkiye’nin iç politik dengelerinin de, buna göre yeniden düzenlenmesine gerek görülmektedir. Bunun en belirgin özelliği de, dış politikada, İslamcı faktörlerin çok daha belirgin olarak ön plana çıkmasıdır. AB’ne adaylık süreci içerisinde olan Türkiye’nin Suriye, Pakistan, Libya ile vizeleri karşılıklı kaldırmaları, aynı uygulamaları diğer İslam ülkeleriyle de gerçekleştirmek için somut girişimlerin başlanmış olması, ‘Küresel İslamcığın’ kurulmasına önderlik etmek isteyen Türkiye’nin Neo-Osmancılık politikası, Osmanlılar dönemindeki toprakların yeniden ele geçirilmesi olarak tanımlanamaz.
Bunun için ne uluslararası ilişkiler ve bölgesel dengeler, ne de Türkiye’nin ekonomik-politik durumu ve hatta askeri gücü uygundur. ‘Yeni Osmancılık’ daha çok liderlik rolü biçiminde ortaya çıkmaktadır. Bunun politik yönlendirilmesi de Osmanlılara benzer bir biçimde gelişmektedir: İslamcılığın giderek ön plana çıkartılmasıdır. Temel birleşme unsuru olarak İslam faktörü dış politikada artan bir ağırlık oluşturmaktadır. Ayrıca ‘Küresel İslam Birliği Ülkeleri’nin kurulması, dünya kapitalist sistemi bakımından hesaplanan bir projedir.
Türkiye’nin bu projenin aktif gücü olmak için özellikle iki noktayı esas almaktadır. Birincisi, dış politika ekseninde, komşu ülkeleriyle ‘sıfır problem’ taktik politikasının geliştirilmesidir. Özellikle Yunanistan, Kıbrıs ve Ermenistan ile olan ilişkiler bu sürecin kırılgan hatlarını oluşturmaktadır. Dünya küresel kapitalist ülkelerin baskısıyla somut adımlar atıldı. Buna paralel olarak İslam ülkeleriyle ilişkilerinin geliştirilmesi ve bölgesel ittifakın oluşturulmasının adımları da atılmaya başlandı. İsrail-Filistin, Suriye-İsrail, Irak, İran, Afganistan, Azerbaycan-Türkiye, Ermenistan-Türkiye, Pakistan, Mısır, Libya, Suudi Arabistan gibi bölge coğrafyasında bulunun ülkelerle olan yeni dönemsel ilişkilerinin mimarı olan Davutoğlu’nun belirlediği İslamcı dış politika, uluslararası sermayenin genel çıkarlarıyla uyumludur. Davutoğlu’nun “Biz Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar ve Orta Asya’da, tüm çevremizde yeni bir düzen oluşması gerektiğini düşünüyoruz” olarak tanımladığı model, küresel kapitalist sistemdir.(11) İkinci nokta ise, Türkiye’nin iç politik dengelerinde, dış politikaya uygun ‘ılımlı İslamcı iktidarın’ pekiştirilmesidir.
Davutoğlu’nun belirlediği dış politikada Kürdistan coğrafyası stratejik bir yer tutuyor. Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasındaki ilişkileri yanında özellikle bölgesel ve uluslararası ilişkilerini değerlendirirken esasen Kürdistan coğrafyasının jeo-stratejik ve jeo-politik önemine vurgu yapmaktadır. “Kürt nüfusun yayıldığı coğrafyayı göz önüne aldığımızda ‘Kürt Meselesi’nin küresel ve belgesel dengelerde taşıdığı önemi ve bölge içinde bir belirsizlik unsuru haline dönüştürülmesinin arka pla¬ndaki temel sebebi anlamak da kolaylaşır. Bu coğrafya, kendi içinde jeopolitik bir bütünlük o1usturmasi güç bir geçiş alanını, oluşturmaktadır. Ortadoğu ve Avrasya’nın en önemli geçiş alanla¬rın birini oluşturan bu coğrafya bu yönüyle küresel ve bölgesel rekabetlerin çekim alanı haline gelirken, jeopolitik bir iç bütünlük oluşturmaması dolayısıy1a da istikrarsızlık kaynağı o1maktadır…
Bölgenin bir geçiş alanı niteliği taşımasını sağlayan ve ‘Kürt Meselesi’nin jeopolitik arka planını oluşturan ikisi kıtasal, diğerleri daha bölgesel dört ana nitelikten bahsedilebilir. Birincisi, bö1genin Avrasya ana kıtasının doğu-batı ekseninde Hazar Denizi’nin güneyinden geçen kıtasal bağlantının en kritik geçiş hattı üzerin¬de bulunmaktadır. İkincisi ise kuzey-güney ekseninde Avrasya step¬lerini güney denizlerine bağlayan dört önemli geçiş kuşağının biri olan Kafkasları (diğerleri Balkanlar, Afganistan/Hayber ve Tibet/Hind-i Çin) bir hat ile Basra Körfezi’ne, bir diğer hat ile Doğu Akdeniz’e bağlayan jeopolitik bağlantı hattının da bu bölge üze¬rinde olmasıdır…
Daha bölgesel nitelikli bağlantılar açısından ele alındığında, üçüncü olarak, bu bölge, iç Anadolu havzasını bir taraftan Mezopotamya havzasına, diğer taraftan İran üzerinden Asya derinliklerine bağlamaktadır ki Türkiye açısından bu bağlantı son derece önem arz etmektedir. Dördüncü olarak Karadeniz-Hazar-Basra-Doğu Akdeniz deniz bağlantısının karasal merkezi de ” Kürt Meselesi”nin jeopolitik arka planının önemli özellikleri arasındadır. Bu jeopolitik arka plandır ki, başta ABD olmak üzere önemli Avrupa güçlerini ve Rusya’yı meselenin içine doğru çekmekte ve Avrasya üzerindeki jeopolitik rekabet kaçınılmaz bir şekilde bölgeye yansımaktadır.”(12) Avrupa, Asya-Avrasya, Ortadoğu ve hatta Afrika kıtasının bağlantılarının tam merkezinde olan Kürdistan coğrafyasının, uluslararası güçler bakımından stratejik öneme sahip olduğu bir gerçek. Her ne kadar Kürdistan coğrafyası söz konusu işgalci devletlerin sınırları içerisinde bulunuyorsa da, söz konusu devletleri jeo-stratejik olarak önemi kılan Kürdistan topraklarıdır. Bölgesel işgalci devletler Kürdistan’ın bu tarihsel önemini ve rolünü bildiklerinden, aralarındaki bölgesel rekabete rağmen, ‘Kürt Sorunu ‘ karşısında genelde ortak bir politik çizgide hareket etmektedirler. Bu konuda en çok sıkıntı çeken ülke ise Türkiye’dir.
Kürt sorunu, bölgesel ilişkilerinde hemen her dönem politik önemini ve güncelliğini korumuştur. Bunu farklı bir tarzda yorumlamaya çalışsa da, Kürdistan gerçeğinin bölgesel ilişkilerin temel sorunu olduğunu dolaylı olarak kabul ediyor. “Kürt Meselesi’nin jeokültürel/jeoetnik temelinde de Kürt nü¬fusunun Ortadoğu’nun diğer üç önemli yerleşik unsuru olan Türk, Arap ve Acem nüfusun etkinlik alanlarına yayılmış olması yatmaktadır. Bu sebepledir ki bu üç temel unsur ile ilişkili politika geliştiren her büyük güç, Kürtleri şu ya da bu şekilde stratejik denklemin bir yerinde kullanmaya çalışmaktadır. Yetmişli yıllarda Sovyet yanlısı Baas rejimi karşısında baba Barzani liderliğinde bir Irak meselesi haline dönüşen Kürt Meselesi, İran Devriminden sonra bir İran Meselesi haline getirilmiştir. Soğuk Savaşın sona erme sürecinin getirdiği dengelerde Türkiye’nin Asya derinliğini tehdit eden PKK terör örgütü ile bir Türkiye meselesi haline getirilen Kürt Meselesi, Körfez Savaşına koşut bir tarzda da oğul Barzani öncülüğünde bir Irak meselesi olma niteliğini sürdürmüştür.”(13)
Geçmişte olduğu gibi bugün ve gelecekte, küresel güçlerin oynadıkları ‘büyük oyunun’ merkezi Kürdistan’dır. Kürdistan hesaba katılmaksızın, dünya kapitalist güçlerinin Avrasya ve Ortadoğu projelerinin her zaman başarısız kılınacağı biliniyor. Çünkü bölgesel ve uluslararası rekabete konu olan bütün enerji yatakları ve su havzalarının merkezine Kürdistan bulunuyor. Davutoğlu, Türkiye’nin bölgesel politikalarını belirlerken bu gerçeği çok açık olarak analiz ediyor: “Kürt Meselesi’nin jeoekonomik arka planında ise bu jeopolitik yapının kaçınılmaz olarak kurduğu petrol-su-petrol yatmaktadır. Kafkasya ve Hazar petrollerini Mezopotamya havzası üzerinden Körfez petrol kaynaklarına bağlayan jeoekonomik hat bölgeyi uluslararası rekabetin odak noktasına çeken diğer önemli bir unsurdur…
Daha geniş ölçekli Ortadoğu Meselesini daha dar ölçekli Kürt Meselesi haline dönüştürme çabalarının arkasında da bu jeoekonomik altyapı vardır. Orta Asya’dan Akdeniz, Avrupa ve Hint Okyanusuna uzanan enerji kaynaklarının aktarım hatlarının olu