Biri “laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı” olmaktan hükümlü. Diğeri “demokrasiye aykırı faaliyetlerin odağı” olmaktan sabıkalı. Laik demokraside ikisinin de yatacak yeri yok; ama neylemeli ki, burası Türkiye! Biri anayasayı değiştirmeye yetecek sayısal ve siyasal güce sahip. Diğeri elindeki silah gücüyle toplumu bir kez daha hizaya sokma hayalinde. Elbirliğiyle “açılım” masalı anlatıyorlardı. Masalı kesip kazık freni yapmak […]
Biri “laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı” olmaktan hükümlü.
Diğeri “demokrasiye aykırı faaliyetlerin odağı” olmaktan sabıkalı.
Laik demokraside ikisinin de yatacak yeri yok; ama neylemeli ki, burası Türkiye!
Biri anayasayı değiştirmeye yetecek sayısal ve siyasal güce sahip.
Diğeri elindeki silah gücüyle toplumu bir kez daha hizaya sokma hayalinde.
Elbirliğiyle “açılım” masalı anlatıyorlardı. Masalı kesip kazık freni yapmak zorunda kaldılar. Şimdi birbirlerini açma, deşme, tuzağa düşürme, hizaya sokma derdindeler.
Durup dururken birbirleriyle hesaplaşmaya tutuşmadılar. “Demokrasiye aykırı faaliyetlerin odağı”, yani ordu, “kanla irfanla kurduğu, ölümüne nigâhbanı olduğu” cumhuriyet gemisinin “laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı” hükümet partisinin yelkeniyle “ılımlı İslam” limanına çekilmesinden kaygılı. O kaygıyla huzursuz, hırçın. Yasal görev bildiği işin artık suç sayılmasının verdiği şaşkınlıkla hata üstüne hata yapıyor.
Şimdi “İrticayla Mücadele Eylem Planı” başlıklı belgeyle içine düşürüldüğü suçüstü halinde daha da şaşkın, daha da huzursuz, moralsiz, hatta yalnızlık duygusu içinde çaresiz. Gardı düşmüş, kaşı açılmış boksör gibi yumruk üstüne yumruk yiyor.
Kabul etmeli ki toparlanması, yumrukları savuşturması pek kolay görünmüyor. Cumhuriyet gemisinde kaptan köşkünün kontrolünü elinden kaçırdığının, toplum içinde yalnızlaştığının kendisi de farkındadır. Nitekim, Dursun Çiçek belgesinin promosyonu olarak ortaya atılan ve yalanlanmayan Nusret Taşdeler belgesinde 22 Temmuz seçimleri “ılımlı İslam” devletine dönüşümün miladı olarak değerlendirilmektedir. Taşdeler belgesinde bu dönüşümün sonucu olarak da “Basın, iş dünyası, sendikalar, üniversitelerin bir kısmı, Sivil Toplum Örgütleri (STÖ), hatta kamuoyunun bir kısmı artık TSK’nın yanında değildir.” tespitine yer verilmektedir.
Tespit gerçekçi olmakla birlikte, “TSK’nın imajını düzeltmesi” için sıralanan öneriler, yalnızlaştıran süreçten ders alınmadığını, Soğuk Savaş dönemi alışkanlıklarının terk edilmediğini göstermektedir. Nusret Taşdeler belgesinde hâlâ “TSK’nın ‘imaj tazelemesine’ büyük kitlelerin ortak meselelerini kullanarak başlamak, bölge halkını terörle mücadele bağlamında ‘rahatsız etmek’, PKK’ya yardım ettikleri ve destek sağladıkları müddetçe bu rahatsızlığın devam edeceği mesajını vermek” gibi inandırıcılığını ve etkisini yitirmiş psikolojik harekât tekniklerinden medet umulmaktadır. Dursun Çiçek belgesinde ise çok daha akla ziyan öneriler sıralanmaktadır.
Ortalığa saçılan belgeler, sefalet tablosunu yeterince sergilemektedir. Her nasılsa işportaya düşmemiş belgelerde kimbilir başka ne saçmalıklar vardır. Sermaye düzenini koruma uğruna girişilen saçmalıklar tekrarlana tekrarlana, “laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı” partinin yelkenleri şişirildi, hiç de hak etmediği “mağdur, demokrat” imajına makyaj üstüne makyaj imkânı verildi. Sonuçta yapay demokrat partinin özel bir çaba göstermesine gerek kalmadan, malum cemaatin psikolojik taarruzu karşısında inisiyatif elden kaçırıldı, savunma ve püskürtme gücü iyiden iyiye zayıfladı.
* * *
Ergenekon savcılarına postayla gönderildiği belirtilen ihbar mektubu ve ekleri, psikolojik savaşta inisiyatifin iyice elden kaçtığının işaretidir.
Mektubunda cunta ihbarında bulunan kişinin etkin pişmanlık maddesinden yararlanmak istediği düşünülebilir.
İhbar mektubundaki siyasi ve ideolojik değerlendirmelerin Zaman gazetesinin köşe yazılarındaki görüşler ve ifade tarzıyla örtüşmesi dikkat çekicidir.
Dikkat çekici ikinci yönü, Genelkurmay Başkanı’nın net bir dille suçlanmasıdır. Üç düzine generalle birlikte basın toplantısı yaparak, Dursun Çiçek belgesi için “kâğıt parçasıdır” diyen Genelkurmay Başkanı, ihbar mektubuna göre, “taammüden yalancı” mevkiindedir. Nitekim, Çiçek belgesi ilk ortaya atıldığında liberal borazanlarca istifaya davet edilen Genelkurmay Başkanı’nın bu kez “paşa paşa istifa” etmeyecekse, azledilmesi ve savcılara teslim edilmesi istenmektedir.
Muhbir subayın, Dursun Çiçek belgesinin gerçekten ıslak imzalı olup olmadığı, belgeyi nasıl ele geçirdiği, niçin dört buçuk ay sakladığı konusunda içine düştüğü çelişki ve tutarsızlıklar ayrıca dikkat çekicidir. Örneğin, Bilgi Destek Dairesi’ndeki uygulamayı “Özel içerikli eklerin üzerinde gizlilik derecesi, imza bloğu, kontrol-güvenlik numarası, evrak numarası gibi TSK’ya ait ibareler yer almaz.” diye anlatmakta; sonra da “ıslak imzalı” belgeler göndermektedir. Hem de “posta” yoluyla. İyi ki, 15 gün süren posta yolculuğunda mektubun başına bir hal gelmemiş, belgedeki imza kurumamıştır! Ancak bu çelişkilere karşın, Çiçek belgesinin gerçekliği konusundaki algı değişmeyecektir.
İhbar mektubundaki en dikkat çekici nokta “Bilgi destek personeli olarak bizzat olayların içerisinde (Aktütün’de Dağlıca’da Poyrazköy’de, Çukurca’da ve daha birçok yerde) olduğumuz için gerçekler tüm çıplaklığıyla bilinmektedir” ifadesidir.
Bu ifadenin mutlaka ama mutlaka yargıya taşınması ve kamu vicdanını tatmin edecek bir sonuca vardırılması hem Genelkurmay Başkanı hem Başbakan hem de Başkomutan Cumhurbaşkanı için ertelenemez bir namus ve onur yükümlülüğüdür. Muhbir subay da en gizli tutulacak bir suç belgesini bile delillendirebildiğine göre, bu ifadesini kanıtlayacak delillere de sahiptir herhalde. O halde, tanıklığa ve hizmete hazır olduğunu da mektubunda belirttiğine göre, hiç vakit geçirmeden ortaya çıkmalı ve sözünü ettiği skandalların aydınlatılmasına katkıda bulunmalıdır! Korkmasına gerek yoktur. Yeterince güçlü koruyucular bulacağı kuşkusuzdur. Mahir Kaynak’ı anımsaması yeterlidir.
* * *
Gerek ihbar mektubu gerekse ekinde yer alan belgeler, kendisini devletin asli sahibi sayan kurumun nasıl bir acze düştüğünü yeterince göstermektedir. Sermayenin iç savaşında Deniz Feneri skandalına gözlerini kapatan, asker karşıtlığını demokratlık için yeterli sayan liberal borazanların ihbar mektubu üzerine kaleme aldıkları saldırılar ibret vericidir. Süngü ucuyla ilmeklenen yeşil çorabın şimdi çorap imalatçılarının da başına geçtiği düşünülebilir.
Asıl görevi dış saldırganlığa karşı ülke güvenliğini korumak ve bunun için psikolojik harekât da yürütmek olması gereken bir ordunun en yetkin ve güçlü olacağı varsayılan psikolojik savaşta bu denli zavallı duruma düş(ürül)mesi hazindir.
Halkı cumhuriyetten ve laiklikten soğutma suçundan sabıkalı kurumun gardının düşmesi, sermaye düzenini koruma uğruna giriştiği saçmalıkların son bulacağı umudunu yeşertse, bir parça olumlu karşılanabilir. Ne yazık ki böyle bir umut yoktur. Asıl umutsuzluk yaratan ve utanılması gereken acizlik, toplumun, “demokrasiye aykırı faaliyetlerin odağı” olmaktan sabıkalı kurumu sorgulayacak olgunluğu edinememiş olmasıdır. “Laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı” olmaktan hükümlü hükümet partisinin psikolojik savaşta üstünlüğü ele geçirmesi ve sorgulama niyetini ortaya koyması, Türkiye’de bir daha böyle saçmalıkların yaşanmayacağı anlamına gelmemektedir.
Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz. Ütopya diye dudak bükülecekse de vurgulanmalı ki, sermaye otokrasisinde sıradanlaşan bu tür saçmalıklar ancak emek demokrasisinde son bulabilir.
Rahmi Yıldırım
30 Ekim 2009