AKP’nin “Kürt açılımı”, Kürt halkının sürece müdahil olma girişimi karşısında “zorunlu” bir mola aldı. On binlerce Kürdün PKK militanlarını karşılaması, “demokratik açılım” ya da diğer adıyla “Kürt açılımı” için en büyük tehlike olarak algılandı ve algılatıldı. Oysa onlar hem Kürttü hem de en demokratik yolla (temsili değil doğrudan demokrasi) özlem ve taleplerini dile getiriyordu. Sokağa […]
AKP’nin “Kürt açılımı”, Kürt halkının sürece müdahil olma girişimi karşısında “zorunlu” bir mola aldı. On binlerce Kürdün PKK militanlarını karşılaması, “demokratik açılım” ya da diğer adıyla “Kürt açılımı” için en büyük tehlike olarak algılandı ve algılatıldı. Oysa onlar hem Kürttü hem de en demokratik yolla (temsili değil doğrudan demokrasi) özlem ve taleplerini dile getiriyordu. Sokağa çıktıkları için “çözümü” istemeyen hatta bu süreci engelleyen ‘suçlu’lardı onlar. Ne yapmaları isteniyordu? Evlerinde otursunlar, kendi gelecekleri için yapılan planların uygulanmasını seyretsinler ve sonucuna katlansınlar. Bahşedilenlerle yetinsinler, fazlasını istemesinler.
Mola 10 Kasım’da bitiyor ve yeni bir bölüm başlıyor. 10 Kasım’ın tercih edilmesi göstermektedir ki AKP daha doğrusu Erdoğan, CHP ve MHP ile varolan gerginliği daha da arttırma niyetinde. Bahçeli’nin ve “her türlü” uğraşa rağmen Baykal’ın bu sürece olumlu bir biçimde katılmayacağı netleşti. AKP tarafından Atatürk’ün 20 Nisan 1931’de sarf ettiği “yurtta sulh cihanda sulh” sözünü, 10 Kasım’ın anlam ve önemi haline getirmesi sadece demagoji (Atatürk’ün ve onun ölüm tarihinin gericiler için anlamı zaten aşikar). Erdoğan, AKP’ye oy veren kitlenin “Kürt açılımı”na desteğini MHP ve CHP karşıtlığı üzerinden sağlamaya çalışıyor. (Bu karşıtlık Kürtlere “hoş görünmek” için de işe yarayabilir.)
Ancak Kürt sorununun çözümü için; Kürtçe öğrenim izninin, Kürtçe TV yayınlarının, yerleşim yerlerinin eski adlarının (Tunceli yerine Dersim geçse bile) iadesinin, taş attığı için yıllarca ceza alan çocukların affının yetmeyeceği açık. PKK militanlarına af ve rahat bir yaşam vaadinin karşılık bulacağını sanmak da saflık olur ve aslında dağdan iniş, af gibi başlıklar asli değil tali sorunlardır. Devlet ve AKP tarafından bakıldığında bile mutlaka ele alınması ve hatta “sınırlı” da olsa adım atılması kaçınılmaz asli ‘sorunlar’ belli: Kürtlerin ulusal kimliğinin tanınması, egemenlik paylaşımı, Kürt bölgelerinde otonom ya da federatif yönetim modelleri, ana dilde eğitim hakkı, ulusal-kültürel haklar v.b. Hepsinden önemlisi ise süreç nasıl işlerse işlesin, Türklerle Kürtlerin yan yana ama ayrı yaşamayı değil (illeri-mahalleleri-işyerleri ayrı, dilleri-kültürleri ayrı), bir arada ve beraberce yaşaması için gerekli dönüşüm nasıl sağlanacak? Bunun sağlanması için Erdoğan’ın hoyratlığı, AKP’nin kitlesi ve ABD’nin “garantörlüğü” yetmez. Hatta Kuzey Irak pazarının Türkiye’nin ihracatında ilk beşe girmesi ve “Türk girişimcilerin” (MHP’liler başta olmak üzere) ceplerinin dolması bile yetmez.
Masa başı planlar en ince ayrıntısına kadar yapılsa bile, toplum mühendisliğinin en gelişkin araçları kullanılsa bile, süreç onların istediği gibi işlemeyecek. Daha ilk adımda bile Kürt halkının bir kıpırdanışı, tüm kurguları bozabileceğini gösterdi. Bundan sonra da ezber bozacak ilerici inisiyatifler çıkacaktır. Seyretmek ve analiz yapmakla yetinmeyen sol siyasal güçler için sürece müdahil olmak her zamankinden daha mümkündür.
* * *
Kürt açılımına mola verilen süreci AKP hükümeti hiç de boş geçirmedi. 2010 bütçesi, bir “gasp bütçesi” haline getirilip sunulmuş durumda. Ekonomik kriz bahanesine sığınan AKP, bütçe harcamalarını azaltırken, vergi gelirlerini olağanüstü arttırdı. Vergi gelirlerinin arttırılması; gelir vergisi oranının artırılması ya da lüks tüketim vergisinin arttırılmasıyla sağlanmayacak elbette, dolaylı vergilerin arttırılmasıyla sağlanacak. Yani eğitimden ve sağlıktan alınan katkı payları arttırılacak, ulaşım bedelleri artacak, benzinden-sigaradan alınan vergi oranları artacak, hatta trafik cezaları bile daha çok yazılacak v.b. Kısacası çok kazanandan, zenginden değil, halkın yaşamak için ihtiyaç duyduğu her şeyden daha çok vergi alınacak.
AKP, yerel seçimleri kazanmak amacıyla pervasızca harcadığı kaynakları, şimdi yerine koymak için 2010’da halktan gasp edeceklerine güveniyor. Elbette 2011’de yani seçim yılında yapamayacaklarını da bu yıla sığdırmak zorunda. AKP için 2010 yılı; “Kürt sorunu”nda, “Ermeni sorunu”nda ve “Kıbrıs sorunu” nda atacağı adımlar için çok kritik olduğu kadar “gasp ve talan yılı” olacak. Sol siyasal muhalefet güçlerine düşen görev de 2011 için seçim kurguları ve ittifak planları yapmak değil, anti-emperyalist ve anti-kapitalist çizginin bu döneme denk düşen görevlerini yerine getirmek olmalıdır.
* * *
AKP’nin halk karşıtı, emperyalist işbirlikçisi misyonunun en çarpıcı örneklerinden ikisi de bu kısa dönem içinde yaşandı. Domuz gribi üzerinden oluşan gündem “aşı yaptırılsın mı, yaptırılmasın mı” ikilemine sıkışmış durumda. Süreç ilk başta aşıdan yana olanlar ya da olmayanlar, AKP’li olanlar ya da olmayanlara dönüştü. AKP’liler içinde de aşıya karşı olanlar çıkmaya başlayınca, Erdoğan, işin bütün sorumluluğundan sıyrılıp kendi Sağlık Bakanı’nı “satıverdi”. Bu tartışmalar, domuz gribi nedeniyle asıl yapılması gereken tartışmaların üzerini örtmekte. Sağlık Bakanlığı domuz gribi aşısına milyonlarca dolar ödemiş durumda. İlaç tekellerine olan bu bağımlılıkta sadece bu aşıda değil diğer tüm ilaçlar için geçerli. Ülkede jenerik ilaç üretimi yani aynı ilaç formülünün bir başka üretim süreci izlenerek üretilmesi yasak.
1995’te GATS anlaşması kapsamında imzalanan ve tüm DTÖ üyesi ülkelerin en geç 2016 yılında uygulamaya koyması gereken TRİPS (Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması) ilaç şirketlerine, toplumları salgın hastalıklarla ve ölümlerle baş başa bırakma yetkisi tanımaktadır. Bu durum birçok ülkede ilaçların halkın erişemeyeceği kadar pahalı olmasına ve ülkeler arasında, formülleri aynı olan ilaçlar söz konusu olduğunda dahi muazzam fiyat farklılıkları oluşmasına neden olabiliyor. Örneğin Bayer firmasının ürettiği Ciprofloxacin isimli ilaç Mozambik’te 740 dolara satılırken, aynı ilaç Hindistan’da jenerik ilaç üretimi sayesinde 15 dolara satılabiliyor. Çünkü Hindistan bu anlaşmaya imza atmamış durumda. Tahmin edileceği gibi Türkiye ilk imzalayanlardan.
Ayrıca yine, ilaç tekellerine milyonlarca dolar ödeyen hükümet ilk başta çocuklara, ellerini sürekli temiz tutmayı ve sık sık yıkamayı öneriyor. Ama Mili Eğitim Bakanlığı’na bağlı okullarda su parası ödenmediği gerekçesiyle sular kesiliyor, tuvalet temizliği ve sabun ihtiyacı velilerden toplanacak paralara bağlı. Her okulun kapısına polis atayan bakanlık, nedense her okula sağlık personeli atamayı akıl edemiyor.
AKP’nin işbirlikçiliğinin, kime hizmet ettiğinin bu dönemdeki ikinci çarpıcı örneği ise GDO’lu (genetiği değiştirilmiş organizma) ürünler gündeminde açığa çıkıyor. Mersin Limanı’nda, içi GDO’lu soya ve mısır dolu olan, ABD, Arjantin ve Brezilya menşeli 15 gemi bekliyor. GDO’ların yem ve gıda olarak kullanılmasına izin veren yönetmelik 26 Ekim’de yürürlüğe girdi. Genetiği değiştirilmiş ürünleri tüketmek istemeyen tüketicilere seçme hakkı bile tanımayan bu yönetmelik uyarınca, tüketicilerin hangi üründe GDO olduğunu bilme olanağı da tamamen ellerinden alınıyor. GDO’suz ürün üreticilerinin ise ürünlerinin üzerinde GDO’suz olduğunu belirtmeleri yasaklanıyor.
Erdoğan ne diyordu son konuşmalarından birinde “Milliyetçiyim diyenler, millet ve milliyet tasavvurundan yoksun, sosyal demokrat olduğunu iddia edenler dünya gerçeğinden, sosyal demokrasinin fikri temelinden yoksun. Mukaddesatçıyım diyenler manevi geleneğin irfan ve hi
kmet anlayışından yoksun”. Evet, Erdoğan haklı. Kendisi dahil hepsi GDO’lu. Hiçbiri bu topraklarda yaşayan halkın, köylülerin, yoksulların ve işçilerin ideolojisinin genetiğine sahip değil. Hepsinin genetiğiyle oynanmış. GDO’lu ürünlerde dünya pazarının %63’üne sahip ABD’nin, zaten genetiğiyle oynadığı bu şahıslara kendi ürünlerini sattırmakta, şaşılası bir şey olmasa gerek.
* * *
Diğer yandan başka gündemlerle başka bir süreç seyretmekte. Egemenlerin belirledikleri gündemlerin basıncına rağmen yavaş yavaş kendini dayatan halkın gündemleri öne çıkmakta. Henüz bir siyasal eksende birleşip iktidarı sarsan bir özellik kazanmasa da dipten bir dalga gelmekte.
1 Ekim’de ülke çapında birinci yılını dolduran GSS protestolarının ardından IMF protestoları ile sol “yeni sezonu açtı”. 3 Ekim’de Ankara Barınma Hakkı Forumu, 11 Ekim’de İstanbul Üçüncü köprü eylemi geldi… 18 Ekim’de başta sağlık meslek örgütleri olmak üzere toplumsal muhalefet güçleri İstanbul’da “Masal Bitti Halkın Sağlık Hakkı Var” mitingiyle AKP’nin sağlıkta dönüşüm programına meydan okudu. 25 Ekim’de barınma hakkı mücadelesi verenler; kamusal, ücretsiz ve nitelikli eğitim veren çocuk bakım evleri ve kreş açılması için mücadele eden kadınlar; üçüncü köprüye karşı mücadele edenler; HES’lerin kuruluşuna ve termik santrallere karşı mücadele eden, fındık ve çay üretiminde emeklerinin karşılığını almak isteyen, kansersiz bir hayat talep eden Karadenizliler; topraklarını savunan köylüler, güvenceli iş talebiyle mücadele eden işsizler, direnişteki işçiler; taşeronlaştırma uygulamalarına direnen sağlık emekçileri yürüttükleri hak mücadelelerini Ankara’ya taşıdı. Yoksul mahalleliler, engelliler, öğrenciler, kamu emekçileri, mühendis-mimarlar hep birlikte haykırdı: “Ferman devletin haklar bizimdir”
28 Ekim’de Gebze Cumhuriyet ve Adem Yavuz mahallesi halkı, Arızlıya polis saldırısını, yaptıkları meşaleli yürüyüşle protesto edip barınma hakkına sahip çıktılar.
29 Ekim’de Niğde Ulukışla Köylüleri, iş makineleriyle bölgeye giden siyanürcü şirketin iş makinelerine el koyup E-5 yolunu trafiğe kapatarak topraklarını savundular.
30 Ekim’de İstanbul’daki “Barışa Köprü Ol” konserinde Türk ve Kürt gençleri hep bir ağızdan haykırdı: “Gençlik Barışa Köprü Olacak!”
4 Kasım’da elini kolunu sallayarak Trabzon Valiliği’ni ve Trabzon Belediyesi’ni ziyaret eden İsrail Büyükelçisi Gaby Levy’i KTÜ Öğrenci Kolektifi üniversitelerinden kovdu.
7 Kasım’da Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası’nda örgütlenen taşeron sağlık işçileri Ankara’da Meclis’sin önünde boy gösterdi.
8 Kasım Alevilerin eşit yurttaşlık hakkı talep eden büyük buluşmaları halkın diğer mücadele gündemleriyle müttefik bir eylem oldu.
Gözleri olup görmeyenlere, kulakları olup duymayanlara…
Hem görecekler, hem duyacaklar…