Düven metaforu sanırım tuttu. İyi de oldu. Fakültede “düvel’i galiba yanlış yazmışsınız hocam” şeklindeki tepkilerle, genç kuşağın düveni bilmeğini de öğrenmiş oldum. Doğrusu biraz sarsıldım. Üçüncü bin yıla aitlik duygum yara aldı. Bir ayağı geçmiş bin yıllarda, bir ayağı üçüncü bin yılda bir kuşağın mensubuyum diye şişinip gezinirdim. Eşitsiz ve birleşik gelişme yasasını otobiyografisine sığdırabilmiş […]
Düven metaforu sanırım tuttu. İyi de oldu. Fakültede “düvel’i galiba yanlış yazmışsınız hocam” şeklindeki tepkilerle, genç kuşağın düveni bilmeğini de öğrenmiş oldum. Doğrusu biraz sarsıldım. Üçüncü bin yıla aitlik duygum yara aldı. Bir ayağı geçmiş bin yıllarda, bir ayağı üçüncü bin yılda bir kuşağın mensubuyum diye şişinip gezinirdim. Eşitsiz ve birleşik gelişme yasasını otobiyografisine sığdırabilmiş kaç kuşak var, diye hava basar dururdum. Orakla ekin biçip, kağnı yüklemiş, harman yerinde düven sürüp, samanı yele taneyi yere savurmuş bir birey olarak bugün de ağ toplumunun bir parçası olmayı, her kuşağa nasip olmayacak bir ayrıcalık bellerdim. Ki genç arkadaşlar nazarında bu ayrıcalığın tek ayak üstünde duran garabet bir adamı andırdığını henüz yeni öğrendim. Yine de, sapla samanı ayırmak söz konusu olduğunda düven gibi bir üretim aracını bilmemenin büyük bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde meydan düvenin çağdaş muadili biçer-dövere kalır ki, maazallah ne samanı samana benzer ne de tanesi taneye. Gelelim sadede.
Burhan Kartal, 17 Kasım 2009 tarihli cevabi yazısında beni düvende saçlarını ağartan adam olarak nitelemiş. İsabet buyurmuş. Düven sürmek sabır işidir. Taneyi kırıp dökmeden sapından ayırır, sapını da ziyan etmeden ince ince kıyar, saman eder. Biçerci ise sabırsızdır; ekinin yarısını tarlada bırakır, taneyi kıra döke bir yana, sapı derdest edip öte yana fırlatır. Orakla düvenle bir ayda ancak biten işi, bir haftaya kalmaz, bitirir. Nitekim Burhan Kartal da henüz bir hafta geçmişken 1919-1922 hakkındaki temel görüşünü değiştirmiş bulunuyor. Tartışmayı izleyemeyen yeni okurlar için kısa bir özet yapmak gerekebilir. Burhan Kara, 9 Kasım’da Sendika.Org’da yer alan “Yedi düvel efsanesinin hikayesi” başlıklı yazısında Kurtuluş Savaşı hakkında şu tezi ileri sürmüştü: Başta İngilizler olmak üzere emperyalist blok, Anadolu’nun Bolşevikleşmesini önlemek maksadıyla İstanbul Hükümetini tasfiye edip, Ankara Hükümeti’ni tek otorite olarak egemen kılmıştır. Dolayısıyla 1919-1922 süreci bütünüyle karşıdevrimci bir süreçtir.
“Mustafa Kemal’in arkasında başından beri İngilizler vardı” tezine benim kuşağım yabancı değildir. Bu görüş, Abdülhamit hayranı Osmanlıcı İslamcılara aittir. Bu tezi terennüm ederek büyüyen kadrolar bugün Graham Fuller’in de tespit ettiği gibi “Kemalist Cumhuriyeti dönüştüren iki gücü, Gülen Cemaati ve AKP’yi” oluşturdukları için, geçmişte dar bir İslamcı çevrede ifade edilen bu görüşün belli redaksiyonlara uğrayarak yaygınlaşmış ve genelleşmiş olmasında şaşılacak bir durum bulunmuyor. Bu görüşü, muhafazakar, liberal ve post-modernist terimlerle “derinleştiren” güncel katkıları biliyoruz. Hiç de şaşırmıyoruz. Lakin Marksist jargonla geliştirilmiş versiyonunun var olduğunu -cahilliğime verin işte- doğrusu bilmiyordum. Burhan Kartal’ın yazısı karşısında şaşırıp kalmam bundandır.
Marksist kurama, komünist tarihe ve daha önemlisi tarihsel gerçekliğin kendisine hatırı sayılır düzeyde meydan okumadan bu tezin sol versiyonunu geliştirmek mümkün değildir. Nitekim Burhan Kartal da bu durumun farkına varmış olmalı ki, 17 Kasım tarihli “Yedi düvende saçlarını ağartanlar” başlıklı yazısında temel tezinden feragat etmiş, “Bolşeviklerin Mustafa Kemal’e şartlı desteği güney cephesini İngiliz emperyalizminden korumak” maksadıyla verdiğini söylemiştir. Bu tashih benim için yeterlidir. Başarısı halinde, Bolşevik devrimi emperyalizmin kuşatmasından koruyacak bir hareketin aynı zamanda “tümüyle karşıdevrimci” ilan edilmesi, “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” koşullarında izah edilemez. İngiliz emperyalizminin bölgeye ilişkin 1925’te uç veren politika değişikliğini, 1919’lu yıllara kadar sarkıtmak, tarihsel gerçeklerle bağdaşmadığı gibi, başta Lenin olmak üzere dönemin komünistlerini de fazlasıyla hafife almak olur. O dönemin komünistlerinin, gerçekte kendilerine karşı olan bir İngiliz oyununu, İngilizlere karşı sanıp destekleyecek kadar saf olmadıklarından emin olabilirsiniz. Önce tarihsel olguyu yerli yerine oturtalım: Mustafa Kemal önderliğinde verilen mücadele “emperyalizme karşı verilmiş ulusal kurtuluş savaşıdır”.
Bu saptamanın komünist hareketin tamamına ait olduğunu bir kez daha belirtmek isterim. İbrahim Kaypakkaya’nın da Kemalizmin “milli kurtuluşçu” yönünü reddetmediği, fakat niteliği hakkında, sömürge olmayı reddetmekle birlikte, tam bağımsızlıkçı olmadığı ve yarı-sömürge yapıyı koruduğu, değerlendirmesini yaptığı bilinir. Bu konuyu kapatmadan önce dilerseniz bir de çok uzaklardan bir sese, Ho Şi Ming’e kulak verelim: “Türk halkı Sevr gibi iğrenç bir anlaşmayı parçalayarak bağımsızlığına kavuştu. Emperyalizmin entrikalarını yenilgiye uğrattı ve Sultan’ın tahtını alaşağı etti. Bitkin düşmüş, bölünmüş ve ezilmiş bir milleti, birleşik ve güçlü bir cumhuriyete dönüştürdü. Kendi devrimini yaptı. Fakat tüm burjuva devrimleri gibi, Türk devrimi de sadece tek bir sınıfa yarar sağladı: Sermaye sınıfı.”
Ho Şi Ming’in 1924’de tespit ettiği gibi, olgu budur. Uluslararası Komünist hareketin Mustafa Kemal’i hangi gerekçeyle desteklediği, tarihsel bakımdan bu desteğin doğru olup olmadığı hususları farklı bir düzlemin sorusudur ve tabii ki tartışılabilir. Nitekim ulusal kurtuluş savaşları karşısında komünistlerin tavrının ne olacağı sorusu, 20. yüzyıl Marksist külliyatın ağırlıklı bölümünü oluşturur. Bu külliyatı eleştirel bir gözle yeniden değerlendirmek son derece faydalı olur. Bu konuda başta Lenin olmak üzere hiçbir büyük isim, eleştirilmez değildir. Marksistlerin putu yoktur. Yanlış bir akıl yürütmeyle de olsa bu doğruyu Burhan Kartal da dile getirmiş. “Tarihsel kişiliklerin” söyledikleri, yaşadıkları dönemle sınırlıdır, dolayısıyla ulaştıkları yargılar “zorunlu olarak özneldir” demiş. Tarihsel maddeci analiz, “tarihsel kişiliklerin kendi eylemlerine ilişkin değerlendirmelerini”, söz konusu eylemin vuku bulduğu tarihsel-toplumsal bağlam içinde ele alır. Burhan Kartal’ın niyetlendiği gibi retrospektif bir tarihçiliğe, o kitapta yer yoktur.