Devletler nazarında işlenen siyasetin başlıca özelliğinin ‘pragmatik’ olduğunu hepimiz biliyorduk. Bilmediğimiz ise siyasetin, pragmatik yönüne nazaran ağır basan ikircikli bir hale bürünmesiydi. Nitekim hem Türkiye hem de birçok ulus-devlet, küreselleşme çağında çıkarlarını daimileştirebilmek için siyaset anlayışlarının zembereğini dağıttı. Farklı stratejiler ve bunlara uygun taktikler geliştirdiler; çoğu zaman güttükleri stratejileri, taktiklerinin beklenmedik sonuçları yüzünden değiştirmek zorunda […]
Devletler nazarında işlenen siyasetin başlıca özelliğinin ‘pragmatik’ olduğunu hepimiz biliyorduk. Bilmediğimiz ise siyasetin, pragmatik yönüne nazaran ağır basan ikircikli bir hale bürünmesiydi. Nitekim hem Türkiye hem de birçok ulus-devlet, küreselleşme çağında çıkarlarını daimileştirebilmek için siyaset anlayışlarının zembereğini dağıttı. Farklı stratejiler ve bunlara uygun taktikler geliştirdiler; çoğu zaman güttükleri stratejileri, taktiklerinin beklenmedik sonuçları yüzünden değiştirmek zorunda kaldılar.
‘Pragmatik’ ve “ikircikli” siyasetin işleyişi Türkiye’de yaşanan son olaylara bakılarak daha iyi anlaşılabilir. Teritoryal ulus-devletlerin siyaset kurumlarının başında bulunanlar gibi Türkiye’deki mevcut iktidar da kendi özgürlük alanlarının dışında başka türlü bir algılanışa izin vermemektedir. Yeri geldiğinde bu sınırlarının dışına çıkan özel veya tüzel kişileri gözaltı, mahkeme, hatta el altından desteklediği medyası vasıtasıyla olumsuz biçimde teşhir etmekten çekinmemektedir. Demokrasi sakızını çiğnediği oturumlarda, parti toplantılarında kendi partililerinden bir tanesi ‘işsizlik için çözüm bulun’ diye konuştuğunda, sakızı yutarak, siyaset algılarının bir sonucu olarak o kişi ve kişiler ‘ötekileştirmektedir’. Öyle soyut bir ötekileştirilme falan değil, yaka paça salon dışına çıkartılarak… Kısacası iktidar, muhalif kişileri ‘demos’un (çoğunluğun/ahalinin) dışına fırlatmaktadır. Hali hazırında demokrasi denilen mefhumunda tartışılır olduğu gerçektir. Çünkü ‘demos’ ‘yanlış bilince’ sahipse şayet kendi içinde yer aldığı emekçi sınıfların aleyhine göre çalışan bir ‘krasi’ (iktidar modeli) isteyebilir. Göstermeye çalıştığımız bir kelimenin etimolojisi veya tek bir partinin siyaset algısı değildir. Türkiye’de anlamsızlaştırılan ve posalaştırılan pek çok değer ve kurum gibi siyasal değerlerin ve siyaset kurumunda da ‘bu’ durumun yeni olmadığı, ama küreselleşme ile birlikte kabuğunu değiştirdiğidir.
Türkiye’de ortalama her on yılda bir yaşanan siyasal ve ekonomik kriz durumu, mevcut hâkim sınıfların önlerini görmeden adımlar atmalarına neden olmaktadır. Küreselleşme merkezlerinin ve organizasyonlarının planlı ve stabil ilerleyişinin ihtiyaçlarına uygun siyasal tavır takınamayan burjuvazi, aceleci bir şekilde dünya ile paralel gelişmeleri takip etme çabalarına girmiştir. Küreselleşme süreçlerinin kazanımlarını kaçırmamak için bu sürecin bir parçası olmaya çalışırken sınıflara karşı sert ve yıkıcı tedbirler almaktan da vazgeçmemiştir. Muhalif kitleleri ilk başta görmezden gelmeye, olmazsa baskı ve cezai işlemlerle caydırmaya çalışmakta, hiçbir taktik işe yaramadığında ise kendini ‘karar verici son mercii’ (desizyonist) olarak ortaya koyup, çözüm yolları aramaktadır.
Son süreçte AKP’nin gerçekleştirmeye çalıştığı ‘açılım’ların, dikkat edildiğinde kültürel alanın sınırları içinde kaldığı görülür. Aslında açılım kelimesinin işaret ettiği, daha önceki hükümetler zamanında yapılmayan ve ilk kez bu hükümet zamanında yürürlüğe konulan iktidar müdahaleleridir. Zaten bu çabalar AKP’nin biricikliğini öne çıkarmak üzerine kuruludur; reform algısına karşı ‘ilk kez yapılan’ algısı oturtulmaya çalışılmaktadır. Ve bu durum, diğer konularda/alanlarda kamuoyuna sunulan, ancak istenilen kazanımların elde edilememesi üzerine bunları saklayacak ideolojik mistifikasyona hizmet etmektedir. Enerji nakil hatlarındaki ortaklıklar, uluslararası ticari kooperasyonlar, dış politikadaki yeni-Osmanlıcılık ekseninde gelişen çok taraflı diplomatik girişimler gibi hamlelerin umulanı getirmemesi burjuva siyasetinin genel karakteristiğini yansıtmakta ve en fazla tökezlediği alanları ortaya koymaktadır.
Siyasal alan, burjuva siyasi aktörlerinin küreselleşme sürecinin gidişatında en hazırlıksız olduğu alandır. Devlet olanaklarını sonuna kadar kullanan ve yeri geldiğinde klientalist ilişkilere girmekten kaçınmayan burjuva siyaseti, bu alanları ve olanakları aralarında paylaşmaktan şikâyetçidir: Deniz göl olmuştur, kimseye yetmemektedir. Ne ki, gerek tek parti iktidarı dönemi gerekse önceki seçim dönemlerinde görülen ‘vaat’ süreci artık baraj, yol, fabrika gibi aşina konulara değmeden geçmektedir. Vekiller seçim bölgesine ziyarete gittiklerinde kendi hemşehrilerine istihdam için söz vermekten bile çekinmektedirler. Tüm burjuva siyaseti aktörleri tüm konuşmalarında ve demeçlerinde gelenekselliğe ve yerelliğe atıflarda bulunsa da IMF’nin getirdiği özgül ekonomik kurallar ve bunlara uygun siyasi mekanizmalar yeni tip burjuva siyasetçisini üretmektedir. IMF’nin geleneksel Türkiye burjuva siyasetinde yarattığı dönüşüm sadece klientalist çıkar ilişkileri ile sınırlı değildir.
Yakın zamanda olan, seçimlerde de gördüğümüz üzere hemen hemen her parti, yurt gezilerinde yeni vaatler bulmakta da sıkıntılıdır. Ortak vurgular, ekonomik alanlar gibi somuta düşen yansımalardan ziyade çeşitli paranoyaların kaşınması üzerinden yükselmektedir. Sürekli olarak pompalanan yabancı düşmanlığına ilaveten, iç düşmana karşı en uyanığın kendi partileri olduğu, alt-üst kimlik tartışması derken son kertede Türk kimliğinde sonuçlanan seçim konuşmaları bunlara güzel örnektir.
Merkez sağ aynı zamanda iktidara yerleşmek anlamına geldiğinden dolayı burjuva siyaseti sadece birbirileri arasında değil kendi içlerinde de çekişmektedir. Partilerin merkez yürütme kurullarından aşağıya, il örgütlerinden ilçe örgütlerine dek süren menfaat çekişmeleri, dolayımlı olarak parti programlarına ve başkanlık seçimlerine kriz olarak yansımaktadır. Burjuva partilerinde yaşanan kutuplaşmalar, geleneksel oy tabanlarının atomize olmasına ve ‘kemik’ kitlelerden kopmasına neden olmaktadır. Kopan bağlar genel olarak Türkiye siyasetinde çok görülen rüzgârın estiği tarafa doğru sürüklenmektedir. Devlet olanaklarını, rant ilişkilerini ve uluslararası yardımları kullanarak büyük bir finansman elde eden burjuva siyaseti, bu rüzgarı ideolojik aygıtları satın alarak ve yoksulluklaştırarak türettiği siyaset ile de araçsallaştırmaktadır. Ki, statüko içinde boğulan halk için yeni söz söyleyen her zaman çekici gelmektedir. AB masalının üstüne bu kadar gidilmesinde ve Nabucco gibi içinde gaz olmayan enerji hattına bu kadar öykünülmesi, insanların ağzına bir parmak bal çalmak içindi. Çünkü insanlar umutla yaşar. Meclis önünde vekillerle görüşmek için uzun kuyruklar oluşturan, işlerini görmeye çalışan halk için umut gittikçe azalmaktadır. Burjuva siyaseti kendi tahtını sağlamlaştırmıştır. Onu bekleyen sıkıntı, rantiyer ilişkilerini takip eden, ihale bağlayan, aşiretler üzerinden oy hasat edebilen kadrolarının her seçim döneminde altından kayıp kaymayacağıdır. Ki pragmatik ve ikircikli siyasete sahne olan Türkiye’de bu durum artık olağanlaşmıştır: laik ve cumhuriyetçi gözükeni liberal-İslamcı gruplara kayarken, sosyal demokrat gözükeni milliyetçi kadrolara devşirilebilmektedir. Bu örnekler ideolojisiz ve etiksiz siyasetin nadide prototipleridir.
<
“Sağ ve sol yok!”, “post-politika çağındayız” “ideolojiler ömrünü tamamladı” gibi şiarlar küreselleşmenin bizlere hediyesidir. Asal olan, sosyalist solun sonunun ilanıdır. Burjuva siyasetinin milliyetçi-militarist, sosyal-demokrat, İslamcı-muhafazakâr aktörlerine baktığımızda sosyal refah devleti vurgusunun sosyal piyasa devletine evrildiğini, hepsinin özelleştirmeye ‘evet’ dediğini ve serbest piyasa modelini savunduğunu görürüz. Hal böyle olunca bu
rjuva siyaseti açısından aynılaşma yaşanarak, sağ-sol gerçekten yoktur ve ideolojilerin sonu geldiği gerçektir. ‘-ler’ kısmı atılarak geriye bir tek/tip ideoloji kalmıştır: küreselleşmeye uygun serbest piyasa devleti ya da bilindik adıyla neo-liberal ideoloji…
Neo-liberalizmin ideolojileri bertaraf etmesinde burjuva siyasetinin yürüttüğü hegemonik karakter, halk kitlelerine karşı yürütülen açık ‘manevra savaşında’ kendini gösterebilir. Genişlemeci ve tüm toplumda varlığını hissettirebilecek bir proje, halk kitlelerinin hepsini içermese dahi işçi sınıfı da dahil olmak üzere aktif desteğini sağlamaya yöneliktir. Aktiflik kazandırmak için iktidar, destek aradığı ve popüler bir müracaat gerçekleştirdiği kitlelere çeşitli ödüller bahşeder. Bir parantez açalım: Bu aralar AKP’nin yaptığı açılımlar da tam bu tipte bir hegemonik projenin hemzeminini sağlamaya yöneliktir. Örneğin Kürt halkının temel/doğal haklarından olan anadilde eğitim hakkını yasaklamak nasıl olağandışıysa, “bu hakkı sadece biz tanıyoruz” şeklinde bir söylem geliştirmek de (ödül sunmak da) aynı oranda olağandışıdır. Böylelikle burjuva siyasetini kalıcılaştırmak için hazırlanan -ulusal popüler program- hem hegemonik olma özelliği kazanır hem de pasif devrim halini alabilir.
Pasif devrim, “halkın siyasal inisiyatiflerini siyasal liderliğin devam edegelen tahakkümü lehine nötralize ve kanalize ederken (pasif), toplumsal ilişkilerin yeniden örgütlenmesini (‘devrim’) içerir.”(1) Pasif devrim süreçlerinin diğer bir karakteri, iktidarın yeniden örgütlenmelere giderek ‘devletleştirme’ sürecini başlatmasıdır. Devletin olanaklarını kullanarak halktan gelecek tepkiler önlenecek, yönetim sürecine katılım için aşağıdan geliştirilecek formüller, yöneten sınıfların çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirilebilecektir.
Burjuva siyasetin duayeni Turgut Özal’ın jenerasyonu da buna hizmet etmekteydi. Theatcherizm/Reaganizm olarak adlandırılan ‘iki uluslu hegemonik proje’lerin(2) hüküm sürdüğü ve liberal kimliğe muhafazakârlığın eklendiği 1980’ler birçok ülkede askeri darbelerin toplumsal ayağını tamamlayacak, piyasa değerlerini normatifleştirecek siyasi öğelerin ve aktörlerin çıkış yıllarıydı. “Toplum yok, aile var” ya da “ideolojilerin sonu geldi” söylemleri en çok bu dönemde cisimleşti. Özal’ın yirmi yıl evvel telaffuz ettiği “meclise iki buçuk parti yeter” söylemi tam da bu noktada anlam kazanmaktaydı. Tipik Amerikan ekolü iki partili siyasetin adapte edilmeye çalışıldığı Türkiye, o zamandan bu zamana bazı alanlarda bunu gerçekleştirdi. İki buçuk parti diye bahsettiği sistem, bugün yeni-Osmanlıcılık tartışmaları içinde AKP, teritoryal laik ulus-devlet savunucusu olan CHP ve milliyetçiliği merkez sağa çeken MHP arasında cereyan etmektedir. Dikkat edildiğinde tüzüklerinin amaçları aynı, ekonomik bölümleri aynı ve kurguladıkları Türkiye bile aynıdır; bir muadilleştirme durumundan söz edilebilir: ‘laik, demokratik, sosyal refah devleti bir Türkiye’. Özal’ın diğer söylemi ise iki buçuk gazete idi. Bugün baktığımız sıkça süren yandaş olup-olmama tartışmaları pek çok gazete için şekilsel bir tartışmadır. Gerçekten de ana akım medyanın bilindik gazeteleri üç veya dört ‘patron’un elinde toplanmıştır; görsel basın da öyle… Haberlerin akışı ve yayın formatı iktidara ne oranda çıkar sağlayabildiği ile ölçülmektedir. IMF karşıtı gösteriler sırasında eylemcilerin hepsini ‘kamu düşmanı’ ilan eden ana akım medya, nüanslar dışında haberleri tek tipte servis etmişlerdir.
Burjuva partilerinin ve dolaylı olarak iktidar ile klientalist ilişkilere giren kurum ve kuruluşların (özel/tüzel kişilerin), benzeme ve aynılaşma aşamaları tamamlanmıştır. Burjuva siyaset ‘arkaik’ gördüğü ilişki ağlarını tasfiye etmeye yönelmiş, başka türlü mekanizmalar arayışına girmiştir. Popülizm gibi bir silah, burjuva siyasetinin tıkanıklık gidericisidir.
Gerek mevcut iktidar partisi olsun, gerekse yerine hazır(lanan) diğer partiler olsun bu partilerin güttükleri popülizm, halkı sınıf çelişkilerinin varlığından uzak tutacak, kendine yedekleyebilecek ve küreselleşmenin olumsuz yönlerini ‘güzelleyecek’ amaçlara hizmet etmektedir. Bu tarz bir popülizm, yukarıda anlatmaya çalıştığımız seçim dönemleri klasik vaat süreçlerini geride bırakmış, onun yerine IMF ve diğer kapitalist uluslararası kuruluşların öngördükleri reçetelere göre stratejilerini belirleyen bir hal almıştır. Kamu güvenliğini yakından ilgilendiren harcamaları IMF veya DB istediği için değil, yaratılan ulusal güvenlik projeleri ile ilişkilendirip açıklamaya çalışmaları ya da sağlık sistemini tasfiye ederken büyük ilaç tröstlerinin istedikleri için gerçekleştirdiklerini halka açıklayamayacaklarından dolayı ‘verimlilik’ ve ‘performans’ gibi hamasi nutuklara sarılmaktadırlar.
Popülizm, kendini toplum ne oranda ağırlaştırırsa, öldüğünü ilan ettiği ideolojiler de oranda dirilmektedir. Kendince niceliksel azlığı niteliksel hiçliğe dönüştüren burjuva siyaseti, küreselleşmeye karşı mücadelenin ana unsuru olacak işçi sınıfına yok diyebilmek için yeni statü grupları türetmiş, bunun için de “artık manifestonun tanımladığı işçi sınıfı yoktur ki” demeye çalışmaktadır. Bunun yerine işçi sınıfının mikro-fiziğine inerek kendi sınıf içinde sayısız ayrıma tabii tutmaktadırlar. Çoğu zaman ‘işçi-emekçi’ demekten kaçınmak için ‘çalışanlar’ kavramı ikame edilmektedir. Sendikalaşma oranlarının azlığı, toplu sözleşmelerin kapsamı, özelleştirme ve güvencesiz çalışmanın projeksiyonu olan hizmet sektöründeki artış oranları, ‘işçi sınıfı öldü’ ilanını gerçekleştirmek için tamamlayıcı istatistiklerdir.
Bu yazı öz olarak şunu göstermeyi hedeflemiştir: burjuva siyaseti aynılaşmakta, aktörler sahnede her ne kadar zıtlaşsa bile özü itibariyle aynı ‘senetlerin altına imza atmaktadır’. Örneğin uluslararası kapitalist sistemin gücü, milli görüş hareketinin başı ve anti-siyonist (!) Necmettin Erbakan’a İsrail’le gerçekleştirilecek tank anlaşmalarını onaylatacak veya milliyetçi hareketin başı Devlet Bahçeli’ye idam kararının kalkması ya da karşı olduğu AB için uyum süreçlerinin işlemesi için imzalarını alacak kadar kuvvetlidir. Şunu da unutmayalım, Davos’ta Tayyip Erdoğan İsrail Cumhurbaşkanı’nı Gazze’de yapılanlardan dolayı azarlarken tanesi bir milyon dolardan yine İsrail’den insansız hava uçağı almayı sürdürmekteydi. Popülizm aslında bu olsa gerek…
Notlar:
(1) Bob Jessop, Birikim Stratejileri, Devlet Biçimleri ve Hegemonya Projeleri, Simon Clarke (ed.), Devlet Tartışmaları içinde, Ütopya Yayınevi, Ankara, 2004. Daha fazla ayrıntı için, Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, Belge Yayınları, İstanbul, 2007.
(2) Marksist devlet tartışmalarında Bob Jessop’un geliştirdiği tek uluslu hegemonik proje ve iki uluslu hegemonik proje kavramlarına ayrıntılı bakıldığında, Keynesyen Ulusal Refah Devleti’ni tek uluslu, Thatcherizm dönemi uygulamalarını ise iki uluslu olarak sınıflandırdığı görülür. Birikim stratejileri dahilinde geliştirdiği kavramlardan bizim için önemlisi Thatcherizm olarak nitelendirdiği iki uluslu hegemonik projenin, üretken gruplara karşı otoritaryen popülist bir müracaatın 12 Eylül ve sonrasındaki Özalizm dönemi ile paralellikler taşımasıdır. Devlet Tartışmaları, Ütopya Yayınevi, 2004 ve Bob Jessop, Kapitalist Devletin Geleceği, Epos Yayınları, Ankara, 2009.