“Çakıl taşlarını bir kutuya koyun, hemen yerleşirler, hem de özene bezene yerleştireceğimizden çok daha iyi. İnsanlar da öyle, kendi başlarına bırakılırlarsa daha iyi teşkilatlanırlar.” (Fourier) Yazmak için sesli bir ortama kaçtım bugün. Karışıklıktan berraklık doğar demişti adamın biri. Düşünüyorum da bişeyler diyen hep adamlar. (Ben bunları düşünürken büyük olasılık Kürt olduğunu düşündüğüm uzunca saçlı bir […]
“Çakıl taşlarını bir kutuya koyun, hemen yerleşirler, hem de özene bezene yerleştireceğimizden çok daha iyi. İnsanlar da öyle, kendi başlarına bırakılırlarsa daha iyi teşkilatlanırlar.” (Fourier)
Yazmak için sesli bir ortama kaçtım bugün. Karışıklıktan berraklık doğar demişti adamın biri. Düşünüyorum da bişeyler diyen hep adamlar. (Ben bunları düşünürken büyük olasılık Kürt olduğunu düşündüğüm uzunca saçlı bir kız bir şey isteyip istemediğimi soruyor. Çay istiyorum ve gözlerinden bir coğrafyayı anlatmaya koyulacağım yazıma başlıyorum ve titrek barış umudum için naçizane önerimi paylaşmaya…)
O Coğrafya
Bu topraklardaki gözyaşı izlerini takip ediyorum, o coğrafyaya ulaşıyorum. Ölüm doğuran mezarlıkları görüyorum. Ağır ağır ölüm veren bu coğrafyada, yapayalnız tek başına yüzlerce acı. Ardı arkası kesilmediği için seslerin söylediklerinin yetmediği. Hoş hangi dilin serinliği iyi gelebilir ki bu can dağlamalarına. Ölülerin karıştığı, birbirlerine girmiş yasların eskiyemediği, insanca soyluluğun karantinaya alındığı; tedirgin, huzursuz uykuya dalışların ustası olunduğu bir coğrafya. Kara haber düelloların ortasında kocakarıların zılgıtları.
( Tanımadığım insanların memleketlerini tahmin etme hastalığım nüksediyor. Bölge bölge saç telinin kalınlığı farklılaşır memleketim insanında. Kürt’ün saç teli rüzgâra karşı inatçıdır. Yani M. Mungan’dan alıntılayıp, değiştirirsem Kürtçe’nin saçını taramak çok zor. Etrafımda her türlü saç kalınlığına sahip insan var. Adamın söylediği gibi, karışıklıktan berraklıktan doğar.)
Sebebi acı dalgınlıkların, ölülere takılmış gözlerin her yüzde nasılda olmayı becerdiği yer. Geceleyin koynunuzda bir yığın işkence, ölüm, korku… Ki niye çağırsın dağlar onları insan savaşçısı olmaya. Ölüm solukları ile damla damla dağlara düşüvermişler. Seyrelmişler, seyreltmişler. Toprağın yazgısı bu ya, kimsenin kılı kıpırdamamış yıllarca. Haritada kimin eli oraya kaymışsa kana bulanmış parmakları, bilekleri.
(Cebimdeki para ikinci bardak çayım için huysuzluk edebilir. Aramızı dengede tutmalıyım, kalkmalıyım. Ve teşekkürler güzel saçlı kız.)
Şimdi yılların “o gün” özlemiyle yollara koyulmuşlar. Süreya’nın dizeleri döküldü dilimden görünce. “Özgürlüğün geldiği gün, O gün ölmek yasak!” Binlerce gönül gelmiş karşılamaya. Kadınlı erkekli, derler ya yediden yetmişe herkesin gözünde cıs çıplak barış umudu…
Evimdeki kutudan izliyorum her şeyi, kalkıp şıp o sevincin ortasına uçasım geliyor. Sonra söylenilenlere takılıyorum. Öfke saçan tüm haber seçkisi oldukça samimi(!) Yıllardır içselleştirilen, alışılan savaş halinin devamını öğütleyen tüm yaklaşımlarda o derecede mubah gözüküyor, bu samimiyet içerisinde. Sokak röportajlarında yıllardır süren savaşın cephaneliğindeki replikler tekrarlanıyor ve tüm bunlardan “kana kan anlayışın devam etmesi” gerektiği sonucu çıkarken haber spikerinin yüz ifadesi “Bu şımarık barış girişiminden dolayı ölülerin dargınlığı var bizlere” der gibi yüzümüze yüzümüze tükürüyor. Haber metninde yeni ölümler çağıran pervasız faşizan kelimeler yan yana getiriliyor, olanca şiddeti ile savaşın devam etmesine karar veriyor kutunun içindekiler. Hayat bolluğu var memleketimde ve savaşseverler bunu kararına indirmek için nefret tohumları ekiyorlar en kuytu yerlerimize. Misafirim olan kuzenime denk geliyor o tohumlardan biri. Konfeksiyondaki Hüseyin amca, bürodaki Ayla, cafedeki Murat… Televizyondan yayılan radyasyona ilaveten bu tohumlar yakalıyor bedenlerini. Sokağımdaki Basri Amca bayrak asıyor evinin camına. Üst kadında Ağrılı Safiye Abla… Televizyonlarını kapatsalar sanki her şey sükûnet içerisinde güzel olana kavuşacak.
Protez bacağını kameraların önüne atıp, hesap verin diyen adamın kopan bacağı savaş gerekçeleri ayininde fetiş olarak kullanılıyor. Faşist alınyazıcılarımızdan bir TV kanalında seyrediyoruz tüm bu ayini. Acıyı çaputlaştırmanın becerisi, öfkeyi palazlıyor. Hedef gösterilen ve gösterilene gösterecek hayatlar karşı karşıya getiriliyor. O yüzden en azından haber saatlerinde kapatın televizyonlarınızı. (25 dakikalık reklam payını da hesaba katarak dizi saatleri ve günleri ezberimizde ne de olsa.) Hep kazanacaklarmış gibi gözükenlerin ifadelerinin becerisi ile bu “yeniyetme barış bekleyişi” bunca yıl birikip taşlaşmış ne idüğü belirsiz nefreti hazırlıksız yakaladı. Ne yazık ki, barış içinde stratejik hamleler gerekli gibi gözüküyor ve bunu sağlayacak şurup medyanın mutfağındaki imkânlarla oluşturulabilir. Ama durum tersi ise… Günün bilmem kaç saatini TV başında geçiren bir çağın insanları için en geçerli barış reçetesi bu, Kapatın televizyonlarınızı. Ve askerlikten soğutmamak için diğer önerimi söyleyemeyeceğim.
Devlet (lere) karşı, Barış halk(ların) sanatıdır. Açılım diye adlandırılanın peşine sen, ben, o düşmediği sürece paşalar, ağalar, bozkurtlar (…) bu süreci “Aç, Puştsun sen!”, “Kapa, Türksün sen!” oyununa çevirirler. Bu oyunu izlemek kişiliğinizi anlatacak sıfatların acayip bir terminolojiye bulaşmasına neden olabilir.
Savaş’ın tarihi bitmiyor. Barış’ın tarihini yazmak için yıllarımı vermek isterdim. O yüzden Diyarbakır’daki bir elin kartona yazdığı BİRİNCİ DÜNYA BARIŞ GÜNÜ çok anlamlı benim için.
Barış için kapatın televizyonlarınızı, her şey daha kolay olacak…
Filiz Gazi