Devlet, neo liberal söylemin inşasında bir tür “kurucu öteki” işlevi görür; neo liberalizm kendisini ancak devlet düşmanlığıyla var edebilir. Ancak bu devlet, sınıf egemenliğinin kurumsallaştığı bir hukuki/idari yapı değil, piyasaya müdahale ederek onun doğal işleyişini bozan, geliri yeniden bölüştüren devlettir. Neo liberal devlet kavramsallaştırması, devletin sınıfsal karakterini gizleyip onu piyasanın önündeki bir engel olarak gösterdiği […]
Devlet, neo liberal söylemin inşasında bir tür “kurucu öteki” işlevi görür; neo liberalizm kendisini ancak devlet düşmanlığıyla var edebilir. Ancak bu devlet, sınıf egemenliğinin kurumsallaştığı bir hukuki/idari yapı değil, piyasaya müdahale ederek onun doğal işleyişini bozan, geliri yeniden bölüştüren devlettir. Neo liberal devlet kavramsallaştırması, devletin sınıfsal karakterini gizleyip onu piyasanın önündeki bir engel olarak gösterdiği ölçüde kurgusal ve ideolojiktir. Çünkü piyasa ve devlet kapitalizmde birbirinden ayrıştırılamayacak şekilde iç içe geçmiştir ve devlet olmaksızın serbest piyasanın gizli elinin iktisadi yaşamı düzenlemesi mümkün değildir. Dolayısıyla devletin neo liberal kavramsallaştırması, kapitalist sömürünün ve tahakkümün yeniden üretilmesine hizmet etmektedir.
Neo liberal söylemde devlet bir yandan ekonomiye müdahalede bulunduğu ve serbest piyasanın işleyişini sekteye uğrattığı için eleştirilirken öte yandan da bürokratik ve hantal bir yapıya sahip olmakla eleştirilmektedir. Buna ise böylesi bir müdahaleci/bürokratik devlet yapısının beraberinde anti-demokratik bir zihniyeti de getireceği argümanı eklenmektedir. İşte sömürü ve tahakkümün yeniden üretilmesi mekanizması tam da burada devreye girmektedir. Çünkü “verimsiz, karsız, irrasyonel ve bürokratik” devlete karşı geliştirilen neo liberal çözüm devletin küçültülmesini va’z etmektedir. Devletin küçültülmesi ile kastedilen ise özelleştirmeler aracılığıyla kamu mülkiyetinin tasfiyesi, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanlarda devletin varlığının minimum düzeye çekilmesi ve ekonominin üst kurullar benzeri teknokratik mekanizmalar aracılığıyla yönetilmesidir; devletin küçülmesi ise beraberinde demokratikleşmeyi getirecektir. İdeolojik olan ise işte tam burada gizlidir; neo liberalizm aslında devleti küçültmeyi ya da ortadan kaldırmayı değil sınıf mücadelesinin gerçekleştiği bir alan olmaktan çıkarmayı amaçlamaktadır. Ekonomi ne kadar devletin dışında ve kendiliğinden işleyen bir mekanizma olarak sunulursa ezilen sınıfların ekonomik talepleri ideolojik olarak o kadar baskı altına alınabilecektir çünkü. Yalnızca bu da değil, devlet sınıf mücadelesinin bir alanı olmaktan çıkartılıp ekonomi teknokratların yönettiği doğal bir mekanizma olarak sunuldukça, bu, halkın kendi kaderi üzerinde söz sahibi olma hakkı anlamında bir demokrasiyi de imkânsız kılacaktır; çünkü neo liberalizmde üretim tüketim ve bölüşüm toplumsal ihtiyaçlar neticesinde değil, müdahale edilemeyen piyasa mekanizması içerisinde gerçekleşecektir. Piyasa bir kez doğallaştırıldığında, yoksulluk, sefalet ve sömürü de bu doğallığın bir parçası haline gelecek ve dolayısıyla sorgulanamaz hale gelecektir.
Yerelleşme demokratikleşme mi?
“Verimsiz, karsız, bürokratik ve irrasyonel devlet”i küçültmenin en önemli araçlarından biri özelleştirmeler ise öteki de yerelleş(tir)medir. IMF ve Dünya Bankası’nın Türkiye gibi borçlandırarak bağımlılaştırdıkları ülkelerdeki hükümetlere yönelik önerilerinin en önemlilerinden olan yerelleş(tir)me, devletin merkezde bulunan yetkilerinin bir bölümünü yerel yönetimlere devretmesi anlamına gelmektedir; böylelikle devletin merkeziyetçi ve hantal yapısından kurtulacağı ve demokratikleşeceği iddia edilmektedir. Devletin adem-i merkeziyetçi bir yapıya kavuştukça demokratikleşeceği, yerelleşme güçlendikçe sivil toplumun yönetim mekanizmasında daha fazla söz sahibi olacağı ve böylelikle de demokratik katılımın artacağına ilişkin neo liberal tezlerin solda da zaman zaman benimsendiği ve dile getirildiği görülmektedir. Oysa kamu girişimciliği tasfiye edilmiş ve sosyal devlet mekanizmaları hadım edilmiş bir devlet ne kadar demokratik olabilirse neo liberal yerelleşme politikalarının hayata geçirildiği bir devlet de ancak o kadar demokratik olabilecektir. Çünkü IMF ve Dünya Bankası öncülüğünde yürütülen yerelleşme sürecinin temel sorunsalı küresel sermaye ile yerel birimleri, örneğin eyaletleri ya da belediyeleri, doğrudan karşı karşıya getirmek ve böylelikle ulus-devleti, sermayenin akışkanlığını engelleyebilecek bir sınıf mücadelesi alanı olarak ulus-devleti, by pass etmektir; ekonominin sermayenin çıkarları doğrultusunda yönetildiği ve sosyal devlet mekanizmalarının bütünüyle iğdiş edildiği böylesi bir durumda ise demokrasiden söz etmek imkânsız hale gelmektedir.
Yerelleşme kapitalizmin hızla küreselleştiği bir süreçte adeta kent-devletlerinden müteşekkil bir dünya yaratılması ve ulusal ölçekteki anti-kapitalist, anti-emperyalist direniş odaklarını varsa tasfiye etmeyi, yoksa da daha doğmamışken önlemeyi amaçlayan stratejik bir hamle olarak görülmek durumundadır. Nasıl ki küreselleşme ile birlikte üretim süreci büyük ölçekli fabrikalardan küçük üretim atölyelerine kaydırılmış ve taşeronlaştırılarak işçi sınıfının kitlesel örgütlenmelerinin önüne geçilmişse, yerelleşme ile murat edilen de budur: Bölgeler arası rekabet, yabancı sermaye teşviklerini ve ucuz ve güvencesiz çalışan köleleştirilmiş yığınların yaratılmasını gerektirecek, toplumsal yaşamla hukuki ve idari yapı da bu köleleştirmeye uygun bir şekilde düzenlenecektir.
Kürt açılımı ile birlikte ivme kazanan tartışmalarda sorunun çözülmesi için dile getirilen önerilerden biri de yerelleşmenin derinleştirilmesi ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir. Siyaseti ceberut devletle sivil toplum arasında süre giden bir çatışma olarak okuyan liberal-muhafazakar paradigma yerelleşmeyi demokratikleşmenin olmazsa olmazı olarak sunmakta ve böylelikle merkeziyetçi-bürokratik devlet yapısının karşısına adem-i merkeziyetçi/demokratik bir devlet alternatifi ile çıkmaktadır; Kürt hareketinin ve solun bazı unsurlarının da aynı paradigma içerisinden konuştukları ve “ne kadar az devlet o kadar çok toplum” dedikleri görülmektedir. Oysa sorulması gereken soru, devletin boşalttığı alanların kimler tarafından ve nasıl doldurulduğudur. Devletin boşalttığı alanlar günümüz Türkiye’sinde hızla yerli ve yabancı sermaye, tarikatlar, cemaatler ve mafyatik organizasyonlar tarafından doldurulmakta ve bu güçler yönetim mekanizmasını ellerine geçirmektedirler; dolayısıyla ulusal ölçekteki sömürü ve tahakküm, yerel ölçekte yeniden ve daha yoğun bir şekilde üretilmektedir. Kapitalizm koşullarında aksinin düşünülmesi de mümkün değildir zaten; uluslararası kapitalizme bütünüyle ve savunmasız bir şekilde eklemlenmiş bir ülkede emekçilerin yönetsel/idari mekanizmalara katılımının önünün açılacağı ve kendi hayatları üzerinde söz sahibi olabilecekleri iddiası ideolojik bir mistifikasyondan başka bir şey değildir çünkü.
Sol, yerelliklerde örgütlenecek, mahallelerde kök salacak, hak mücadelelerinde halka öğretecek ve halkla birlikte örgütlenecektir elbette. Yerel yönetimlerde iktidar olmayı, sol belediyecilik modelleri geliştirmeyi de önüne bir hedef olarak koyacaktır kuşkusuz. Meclisler, konseyler, Sovyetler, dünya ve Türkiye solunun geleneğinde önemli bir yere sahiptir, bundan sonra da bu önemini korumaya devam edecektir, özetle yerellik solun vazgeçemeyeceği bir mücadele ölçeğidir. Ancak küreselleşmenin dikte ettiği ve demokratikleşme sürecinin bir parçası olarak sunulan yerelleş(tir)me politikalarını savunmak, bu politikaların içerisinde yer almak ve onları meşrulaştırmak solun görevi değildir. Demokratikleşme adı altında ulusal ölçekte kazanılmış hakların neo liberal doğrultudaki tasfiyesini ve emekçilerin bölünmesini hedefleyen yerelleşme politikalarının karşısına sol, kendi karşı-yerelleşme politikaları ile çık
mak ve kendi yerel dayanışma ağlarını kurmak, farklı yerelliklerdeki her mücadeleyi ve her ağı birbirine eklemlemek, bunu da ulusal ölçekteki bir iktidar perspektifi ile taçlandırmak durumundadır.