İşte yine aynı şey oluyor! Şan, şeref, zenginlik ve iktidar sahibi olanlar, alınteri ve kanlarıyla zenginlik denen heyulayı yaratıp ona can veren emekçilerin, ezilenlerin, yoksulların hayatları üzerinden bize ahlak dersi veriyorlar. Öldürmeyeceksin! Çalmayacaksın! Zina etmeyeceksin! Komşunun evine tamah etmeyeceksin… Ahlak, yoksullara ve ezilenlere gereklidir! Çünkü muktedirler öldürmezler; onlar Hayata Dönüş Operasyonları düzenlerler, dur ihtarına uymayanları, […]
İşte yine aynı şey oluyor! Şan, şeref, zenginlik ve iktidar sahibi olanlar, alınteri ve kanlarıyla zenginlik denen heyulayı yaratıp ona can veren emekçilerin, ezilenlerin, yoksulların hayatları üzerinden bize ahlak dersi veriyorlar.
Öldürmeyeceksin! Çalmayacaksın! Zina etmeyeceksin! Komşunun evine tamah etmeyeceksin…
Ahlak, yoksullara ve ezilenlere gereklidir!
Çünkü muktedirler öldürmezler; onlar Hayata Dönüş Operasyonları düzenlerler, dur ihtarına uymayanları, asileri etkisiz hale getirirler ya da muhalifleri akıbetlerinden bir daha haber alınamamak üzere kaybederler.
Çünkü mülk sahipleri çalmazlar; onlar yasal düzenlemeler yapar, türlü çeşitli vergiler, katkı payları salar, suyu, haberleşmeyi, ısınmayı, oturup kalkmayı haraca bağlarlar. Onlar imar planları yapar yolları, köprüleri çizer, evlere iş yerlerine kat biçerler, sonra bunları değiştirir, sonra yine değiştirirler, kendi koyduları kurallara kendileri uymaz mahkeme kararlarını elbette takmazlar. Çünkü kurallar yoksullar ve ezilenler içindir. Sonra bunların bir kısmı ihaleler açar, bir kısmı bu ‘İHaLe’leleri kazanırlar, hayatın ortasından 3. – 5. köprüleri geçirirler, orman içlerine mahkeme kararlarına karşın yıkılamayan lüks siteler inşa ederler, boru hatları döşerler, komisyonlar alırlar, anlaşmalar yaparlar, alırlar, satarlar, dışa açılıp dünyayla rekabet ederler… ama haşa çalmazlar! Yağmalamazlar!
Çünkü yağma, hırsızlık ve diğer melanet yoksullara mahsustur!
Onlar ki hikayeleri 3. sayfa külliyatının temelidir. Üç kuruş için birbirinin gözünü oyan, cinnet geçirip ailesini boğazlayan, bedenlerini satan, taciz, tecavüz cinayetin, ensestin gırla gittiği, çürüyen bir bataklığın en dibindekilerin sonu gelmez hikayelerinin hiç bir önemi yoktur egemenler açısından. Zaten her şey beklenir onlardan. Ama hele bir çamura bulanmış hayatlarına, çamura bulanmış üç beş tabak eklemeye tenezzül etmeye görsünler, işte o zaman, zombiler, akbabalar diye feryat figan hedef gösterip, 3. sayfadan manşetlere, ana haber bültenlerine çıkarırlar. Bakın, görün, varoşların en büyük günahına tanıklık edin: Zenginlerin malına el uzatıyorlar.
Her ne kadar bu pornografik zenginlik emekçilerin alınterinden, hayatlarından yontulup bir avuç mülk sahibi tarafından el konularak yaratılmış olsa da, üstelik kendi açgözlülüklerinin eseri olan çarpık ve zorba yapılaşmanın çanak tuttuğu sel nedeniyle ortalığa saçılsa, çamura bulansa da, ve öyle aman aman bir değerleri kalmamış olsa dahi ey yoksullar, zinhar uzatmayın elinizi.
Mülke el uzatmak günahların en büyüğü!
İdeolojik egemenlik nasıl yeniden üretiliyor?
Televizyonlar, gazeteler dönüp dönüp çamur içinde yaşayıp çamur içinde ölmeleri mukadderat olarak geçiştirilenlerin, çamura bulanmış malları toplamaya çalışmalarını gösterdiler. Basit bir reyting rekabeti değildi bu. İdeolojik egemenliğin yeniden tahkim edildiği özel bir ana tanık olduk. Mülk sahibi sınıfların akıl hocaları, ideologları iş başında. Neoliberalizmin daimi akıl hocasıMehmet Barlas şu ifadelerle şaşkınlık ve nedamet beyan ediyor:
“Çeşitli doğal felaketler ertesinde başka ülkelerde mağazaların, fabrikaların yağmalanmasını televizyon haberlerinde hep izleriz. Bu kara tablo en gelişmiş ülkelerde ve ABD’de bile görülür. Ama ben bu görüntüleri izlerken “Böyle şeyler bizde olmaz” derdim hep. İkitelli’deki yağma benim düşüncemin yanlış olduğunu gösterdi. Meğer bu konuda da memleketim bir başka değilmiş diğer memleketlerden”.
Nasıl da sarsılmış ülkenin bu gerçeğiyle yüzleşmekten. Ancak engin bilgisiyle nam salmış değerli kalemşörömüzün başka ufak tefek şeyleri değilse bile 6-7 Eylül olaylarını hatırlamıyor olması masumane bir nisyan olabilir mi? Yoksa binlerce evi, işyerini talan edenler ABD yahut diğer en gelişmiş ülkelerden özel olarak mı getirildi. Ya da iktidarın göz yumduğu ve gayrimüslimleri hedef alan bu kara tablo yağma sayılmıyor mu? Sele kapılıp etrafa saçılmış üç beş eşyayı almaya ‘yağma’ derseniz buna ne ad vereceksiniz?
Elbette masum bir unutkanlık değil bu, akıl hocalığına soyunduğu sınıfları tehdit edebilecek bir durum karşısında alınmaya çalışılan bir tür ön tedbir.
İnsanların, kendi hayatlarından çalınarak oluşturulan zenginliğe karşı en ilkel, bilinçsiz ve örgütsüz tepki olan yağma olaylarının, kapitalist zenginliğin meşruiyetini en kaba biçimiyle sorgulayan, daha doğrusu gayrimeşruluğunu açığa vuran bir yönü vardır.
Barlas’ın sözünü ettiği, gelişmiş ülkelerde yaşanan örneklerde sistemin denetim imkanlarının zaafa düştüğü anlarda yoksul emekçiler, kendi emeklerinden, hayatlarından yontularak yaratılmış ve özellikle büyük sermayeli marketler zinciri vb. tekelci sermayenin elinde yoğunlaşmış bu pornografik ve yüz kızartıcı serveti, tam bir bilinç açıklığı değilse de, derinden derine bilip hissettikleri bir duygu nedeniyle; bu zenginliğin yaşamın içindeki en büyük haksızlık olduğunun sezgisiyle kullanıma sokarlar. Yani bu mallara en çok ihtiyaç duyanlar, özel mülk haline getirilmiş bu serveti bir anlamda yeniden kamulaştırırlar. Bunu yaparken suçluluk duymazlar çünkü yine sezgisel olarak her tür insani değerden arınmış yabancılaştırıcı bir sömürü süreciyle üretilen bu malları bir başkasına ait ve onun ihtiyacını karşılayan bir nesne olarak görmezler. Yani oradan aldıkları Ayşe’nin tabağı, Mustafa’nın televizyonu, Sinem’in sütü, bisküviti değildir. Zaten kapitalist üretimin doğası gereği meta, üretim aşamasında yabancılaşmış bir emeğin ürünü olarak anonim bir nitelik kazanmıştır. O yüzden bu yeniden kamulaştırma eyleminde bir suçluluk duygusu olmadığı gibi tam tersine içten içe adaletin yerini bulduğu gibi bir duygu vardır. Ne ironik bir rastlantıdır ki İkitelli’deki selde ortalığa saçılan mallar, bankaların kredi kartı vermeyi riskli bulduğu, çoğu tekstil sektöründe iş buldukça en düşük ücretle çalışan en düşük gelir grubunu hedef kitle olarak belirleyen Evkur’a aitti. Sonuç olarak o mallar kendi hedef kitlesine ulaştı. Ama sistemi bypas ederek…
İşte Mehmet Barlas ve muadillerini dehşete düşüren de budur. Kapitalizmde zenginliğin kaynağı klasik iktisatta artı değerken, çarpık kapitalizmin neoliberal yorumlarında daha çok iktidar şemsiyesi altındaki katakulliler, ayak oyunları, imar planı vb tezgahlar sayesinde yaratılmaktadır ve ülkede yaşayan yediden yetmişe herkes bu tiyatronun bal gibi farkındadır. İmar planı hokkabazlıklarıyla bir gecede yaratılan servetler, bir selde olmasa bile egemen ideolojide, mevcut konsensüste gedik oluşturan herhangi bir nedenle bir anda uçup gidebilir. Daha geniş bir kapsamda düşünüldüğünde şimdi güçlü ve istikrarlı görünen mevcut egemenlik ilişkileri bir suni denge durumundan başka bir şey değildir.
Bu riski en çok hissedenler ise bir gecede yaratılmış servetlerin üstünde oturanlar ile onların akıl hocalarıdır
***
Selin bir başka yüzü için diğer bir liberal yaşam koçu İsmet Berkan ise 8 emekçi kadına tabut olan minibüse dönüp bakmamızı istiyor;
“Bakın, görün.
Yedi emekçi kadının dün sabah öyle feci biçimde ölmeseler nasıl bir hayata mahkûm olduğunu, her gün fabrikadaki işlerine nasıl bir tabutun içinde gidip geldiklerini görün.
Onlara oturaca
k bir koltuğu, bütün gün çalıştıktan sonra yorgun argın eve dönerken etraflarını seyredecekleri ve belki bir nefes alacakları bir pencereyi bile çok gören o patronlarını merak ediyorum şimdi.”
İşte olayın basit özeti; Patronlar bu kadar aç gözlü olmasalar kapitalizm ne de güzel sistemdir.
Elbette yaşanan bu trajediyle ne emperyalist sistemin, ne 12 Eylül Cuntası ve onun baş ekonomisti Özal’ın, ne kuduz bir köpek azgınlığıyla hayata geçirilen neoliberalizmin; bunu başarabilmek için üyeleri/ önderleri işkencelerden geçirilen, hapislere atılan, öldürülen sendikaların; emek örgütlerinin yok edilmesinin; en temel ihtiyaçları için dahi mücadele etme bilinç ve yetenekleri tümüyle yok edilmiş ve bütünüyle patronun vicdanına terkedilmiş işçilerin (örneğin o minibüsün arkasında seyahat etmeye itirazı akıllarına bile getiremeyen o kadınların); bu koşulları yaratmak için hem bütün bir toplumu terörize etmenin; hem ahlaken çökertecek yol ve yöntemlerin en yetkili şahıslar tarafından göstere göstere bile değil kanırta kanırta uygulanmasının (örneğin Gökkafes meydan muharebesi); diğer yandan dinci, gerici örgütlenmelere tam gaz yol verilmesinin, neoliberal politikaların; Kürt sorununun, köylerin yakılmasının, kendini büyük şehirlere atmak dışında yaşama imkanı kalmayan köylülerin hiç ama hiç ilgisi yoktur.
Bir tek şey takılıyor insanın aklına, dünyayla rekabet edebilecek bir tekstil sanayii yukarıda değinilen koşullarda nasıl yaratılabilir acaba? Hangi unsura dayanmalıydı rekabet stratejisi? Dünya standartları üzerinde bir bilgi birikimine mi yoksa ileri teknolojili ekipmanlara mı, zengin bir kültürle beslenen estetik değerlere dayalı bir tasarım anlayışına mı?
O patronlar işçilerine bir pencereyi bile çok gören, ucuz emek gücüne dayanan birikim stratejisi dışında hangi yöntemi seçebilirler? Neoliberalizm denen bu sistemin mimarları, teorisyenleri, akıl hocaları, yürütücüleri, uygulayıcıları ve bu soruya bir yanıt vermeliler. Vahşi kapitalizm, ucuz emek ve rant ekonomisi dışında bir kapitalist birikim yöntemi önerisi olmadıklarını itiraf etmeliler. Hayır patronları açgözlü bulmadığımızdan değil, tam tersine bu açgözlülüğü bir neden olarak görmek yerine, önemli bir rekabet gücüne dönüştüren koşulları gözden kaçırmamak için bu itiraz zorunludur.
Yoksa biz de İsmet Berkan gibi ‘açgözlülük ne kötü şeymiş’ demekten başka bir çözüm yolu bulamayız.