Geçen haftaki Radikal İki de “Her çıkışın bir inişi var” başlıklı yazının girişinde şunlar yazılmıştı: “Bildiğimiz insanların kaybolup başka insanlara dönüşmeleri ve tanınmaz hale gelmeleri, onların bildikleri dünyanın kaybolduğunu hissetmeleriyle ve yeni dünyayı anlayamamalarıyla yakından ilgili.” Mesele malum, Ergenekon. Yazarlar bu son süreçte Türkiye’de geniş kitlelerin türban, Kürtler ve azınlıklar gibi konularda giderek daha milliyetçi, […]
Geçen haftaki Radikal İki de “Her çıkışın bir inişi var” başlıklı yazının girişinde şunlar yazılmıştı: “Bildiğimiz insanların kaybolup başka insanlara dönüşmeleri ve tanınmaz hale gelmeleri, onların bildikleri dünyanın kaybolduğunu hissetmeleriyle ve yeni dünyayı anlayamamalarıyla yakından ilgili.” Mesele malum, Ergenekon. Yazarlar bu son süreçte Türkiye’de geniş kitlelerin türban, Kürtler ve azınlıklar gibi konularda giderek daha milliyetçi, daha devletçi ve hatta darbeci konumlara savrulduğu saptamasını yapıyor ve söz konusu dramatik savruluşu bu insanların kurulan yeni dünyayı kavrama becerisinden ve gerekli bilgi birikiminden yoksun oluşuyla açıklıyor. Yazıda “bugün deneyimlediğimiz süreçte, statükodan beslenmeye alışmış o bildik çevrelerin imtiyazlarını kaybettikçe ruh sağlıklarını yitirerek otoriter ve sağ eğilimlere prim vermeye başladıklarını görüyoruz ve üzülüyoruz” diyorlar. Yazarlara göre eski düzen / rejim (Kemalist cumhuriyet) artık çökmekte, bir yenisi kurulmaktadır. Bu dönüşümün yerinden ettiği geniş yığınlar tuhaflaşmakta ve sıklıkla delirme belirtileri sergilemektedir (Cumhuriyet mitinglerinde Atatürk resimlerine sarılmış hıçkırıklar içinde ağlayan kadınlar bu delilik halini ifade eder). Yazarlara göre Türkiye’deki bu radikal dönüşüm köklü bir toplumsal tramva yaratmaktadır. Sonuç ise kitlelerin statükoya sarılması (Kürtlere karşı Türk milliyetçiliğin yükselmesi, islamcı tehlikeye karşı kimilerinin orduyu göreve çağırması vs.) ve insanları ‘ucubelere’ çeviren bir yobazlaşma olmaktadır. Öyle ki zamanında solcu, sosyalist, demokrat, aydın bilerek adam yerine koydukları, okudukları / dinledikleri, saygı gösterdikleri üstatlar bugün hızla sağcı, gerici ve darbeci momentlere savrulmakta, adeta tanınmaz hale gelmektedir.(1)
Belirli bir kesim yazar uzunca bir süredir ülkemizde ne çok darbeci ve milliyetçi bulunduğunu tespit etmekle meşgul. Bu kesim o kadar renkli ki bunları sol liberal, neoliberal, islamcı vs. gibi sıfatlarla tanımlamak, birbirinden ayırmak artık imkansız hale gelmiş durumda. Bu geniş yelpazenin kolektif çabasının bir ürünü olarak görebileceğimiz ideolojik şablonda birbirine zıt iki temel politik çizgi beliriyor. Bir tarafta, yukarıdaki yazarlarımızın da tanımladığı gibi, ‘bildikleri dünyanın sonu’ gelen ancak yeni doğan döneme, bu yeni dünyaya ayak uyduramayanlar, onu anlayamayanlar ve aslını isterseniz anlamak da istemeyenler (solcular, ulusalcılar, laikler ve Atatürkçüler, ergenekoncular ve darbeciler), öteki tarafta ise diğer bir grup; yani, yeni dünyayı ve yeni rejimi anlayanlar, ona ayak uydurabilecek niteliklere / meziyetler sahip olanlar var (özgürlükçü ve liberal solcular, ortak akılcılar, islamcılar, cemaatçiler vs.). Bu sözüm ona politik çözümleme çabası o derece sorunlu ki, insan ilk olarak ne tarafını eleştireceğini bilemiyor. Ancak, bu yaklaşımın bir çok liberal, sol liberal, post-Marksist akademisyen ve yazar çizer tarafından paylaşıldığını bildiğimiz için eleştirmeye değer bulduk. İlk olarak söz konusu yazarların ve onlar gibi düşünen genişçe bir grup akademisyenin çok iyi anladığı ancak bizim anlamadığımız bu yeni dünyanın ne menem bir yer olduğunu sormak gerekmektedir. Eski düzen neden ve nasıl (hangi mekanizmalarla) değişmektedir? Onu kimler değiştirmektedir? Converse giyen ‘genç siviller’ de bu işin içinde midir? Kendileri, bu değişime ‘neresinden’ müdahil olabilmişlerdir? Bu süreçte Beşir Atalay kendilerini de ziyaret etmiş midir? Bu değişime / dönüşüme tam destek vermek bağlamında İkna olmuşlar ise -belli ki olmuşlar- yeni rejimin en fazla hangi niteliği onlara cazip gelmiştir? Bizim gibi yobazların bildiği dünya sona ermiş ise bu yeni dünyayı bilenler, bilmeyenlere anlatacak mıdır?
Türkiye’de politik gündemi belirleyen tartışmalar dönem dönem ya dünyada Türkiye’den başka hiçbir ülke yokmuş gibi ‘içine dönük’ ya da politika sadece dış alemden ibaretmiş ve Türkiye aslında bu dünyada değilmiş gibi ‘dışa dönük’ yapılıyor. Ergenekon olayı etrafında kopan tartışmalar da durum tam olarak böyle. Özellikle islamcı ve liberal yazarlar bunun bir iç siyasal hesaplaşma ve bir demokrasi mücadelesi olduğunu kamuoyuna ve toplumsal muhalefet odaklarına kabul ettirmek istiyorlar. Bu yazarlar Ergenekon’da devletin kirli çamaşırlarının ortaya çıkmakta olduğuna inanıyor; çetelerle, darbecilerle hesabı olanları, daha fazla demokrasiden yana olanları AKP’den yana tavır almaya ya da en azından hükümetin bu ‘cesur’ girişimlerine destek olmaya çağırıyor. Halbuki Ergenekon davası ve etrafında oluşan genel politik ortamda bu sürecin kesinlikle sadece ulusal ölçekte anlaşılamayacağını gösteren bir yığın bulgu vardır. Bu bulgular kapitalist sınıf ve devlet ilişkilerinde, bazı Türk şirketlerinin son yıllara damga vuran küresel ‘açılım’larında, kendisine literatürde ‘yabancı’ denilen ama giderek adeta ‘bizden biri’ olmuş ecnebi sermayenin ülkemizde ulaştığı boyutlara ya da son yirmi otuz yıldır Anadolu’da palazlanan badem bıyıklı sermayedarlara bakıldığında görülebilir. Yani günümüz dünyasında sadece ulusal ölçekte çözümlenebilecek, diğer aktörlerin (IMF, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Uluslararası toplum vs.) hesaba katılmadığı çözüm süreçlerinin dışında kaldığı pek az sorun vardır ve Ergenekon süreci kesinlikle onlardan bir tanesi değildir. Bunu sermayenin organik aydınlarının hepimizden çok daha iyi bildiğini düşünüyorum.
İkinci sorunlu nokta politik tartışmaların ısrarla ekonomiden soyutlanarak yürütülmesidir. Hatırlanacağı gibi bir dönemin solcuları / Marksistleri toplumsal sorunları sürekli olarak ekonomiye ait / alt-yapısal kavramlarla açıklamaya çalışmışlar ve sıklıkla ‘ekonomizme saplanmakla,’ ‘indirgemeci olmakla’ suçlanmışlardı. Bugün ise özellikle sağlı sollu liberaller ve elbette islamcılar bunun tam tersini yapmakta, alt-yapısal kavramları tamamen gündem dışı bırakmaktadırlar. Elbette Marksistlerin ekonomik indirgemeciliği ile islamcıların / liberallerin politikayı ekonomiden ayrıştırarak konuşma eylemleri taban tabana zıt iki olgudur. İlki Türkiye solu açısından dramatik sonuçları ve ağır bedelleri olan kuramsal bir yanılgı iken, ikincisi basbayağı olumsuz anlamda ‘ideolojik’ bir manevradır. Bu sağcı manipülasyonun kimlerin işine geldiği çok açıktır. 2002 yılında iktidara geldiğinden bu yana ister bunlara İstanbul sermayesi ve Anadolu sermayesi deyin, ister TÜSİAD ve MÜSİAD, ister büyük sermaye ve islami / yeşil sermaye diye ayırın genel olarak sermaye büyümektedir. Rengi, milliyeti, bölgesi, dini, mezhebi ne olursa olsun Türkiye’de sermaye egemenliği AKP ile adeta sıçrama yapmıştır. Doğal olarak neoliberal, liberal sol ve islamcı argümanlar bu teferruata asla yer vermez. Varsayalım ki Ergenekon dedikleri örgüt ETÖ (ki isminin içinde ‘terör örgütü’ ifadesi geçen gelmiş geçmiş tek silahlı politik organizasyon olarak tarihe ve literatüre geçmelidir ve sanırım geçecektir de) devletin ve toplumsal sistemin emekçi sınıfların ve halk yığınlarının sistemli sömürüsü üzerine kurulmuş doğasına dokunuyor olsaydı, mesela burjuva niteliğini tehdit eden kitlesel sol / sosyalist bir hareket tabanına sahip olsaydı, emin olunuz ki örneklerini Latin Amerika’da defalarca gördüğümüz cunta rejimlerinden bir tanesi çoktan kurulmuş, idam sephaları sıra sıra dizilmiş ve işkence odaları hazırlanmış
tı bile. Bugünün farazi darbelerine karşı erken uyarı sistemleri sayesinde gazetelerinde nöbette gördüğümüz demokrasi müptelası kimi liberal şarlatanlar, o gün geldiğinde avuçları patlayıncaya kadar darbecileri alkışlayacaktır. Deneyimlerle sabittir ki faşist cuntalar ardından gelen neoliberal piyasa düzenleri, Latin Amerika’da, Asya’da ve Türkiye’de kapitalist gelişmenin değişmeyen yüzü olmuştur. Elbette bütün karmaşıklığıyla günümüz dünyasında her şeyi sadece sınıfsal ilişkiler ve süreçlerle, bazı alt-yapısal kavramlarla, ekonomik saptamalarla açıklamak mümkün değildir. Buradaki sorun içimizden bazılarının bu basit ama temel gerçekleri yok sayarak, görmezden gelerek muhalefet taslıyor olmalarıdır. Sonuna kadar iktidar olup, muhalefet rolünü elden bırakmamak, aynı anda hem suçlu hem de savcı olmak… İşte sosyalistlerin iktidara destek çıkan liberal yazarları şiddetle eleştirmesi bu yüzdendir.
Darbelerin ille de apoletliler tarafından yapılması, darbecilerin mutlaka postal ve üniforma giymesi gerektiği modernist kafanın takıntısıdır. Bugün AKP-Gülen iktidarının o kuvvetli çağrılarına biat etmiş sayısız yazar çizerin ve yeni Türkiye’nin müstakbel egemenlerinin düşünce dünyaları bu basmakalıp modern iktidar paradigmasının basit / bayağı bir kopyasıdır. İslamcı ve liberal yazarlar ulusalcıları ve solcuları mahkum ederken kullandıkları dili modernist söylemin rejiminden alıyorlar. Dolayısıyla bu söylemin tutarlı olması, gerçekliklerden bahsetmesi gerekmiyor. Zaten artık bu memleketin ‘gerçek sahibi’ onlar olduğuna göre asıl önemli olan söyledikleri sözün içeriği ya da doğruluğu değil, politik işlevidir. Kemalist bürokrasiyi eleştirirken söyledikleri ne varsa hepsi artık bu yeni iktidar için de geçerlidir. AKP ve açılımlarından sonra Türkiye’de rejimi tehdit eden başlıca unsurlar ‘islamcı,’ ‘şeriatçı,’ ‘gerici,’ ‘bölücü’ vs. gitmiş yerlerine ‘ulusalcı,’ ‘laik,’ ‘solcu,’ ‘Cumhuriyet mitingine katılmış,’ ‘potansiyel olarak darbeye eğilimli’ (bu ifade liberal Atilla Yayla’ya aittir!) ve ‘türbana karşı’ olanlar gelmiştir. AKP-Gülen ittifakı da tıpkı Kemalist bürokrasi gibi benzer yaftalarla kendi ‘öteki’ni icat etmektedir. Emniyet teşkilatı, bürokratik Birinci Cumhuriyetin ordusunun yerine geçiyor. Polis güçleri bizzat Başbakan tarafından yeni rejimin teminatı olarak lanse ediliyor. Sezer’in rektör atamalarındaki anti-demokratik tutum, kısasa kısas denerek Gül tarafından aynen taklit ediliyor. İktidar yanlısı istihbarat zengini gazete köşelerinde önümüzdeki süreçte tasfiye olacak gazetecilerin isimleri listeleniyor; kılcal / panoptik iktidar en küçük muhalefet kıpırtısını büyük bir dikkatle ve ‘iştahla’ izliyor, fişliyor, dinliyor. İktidar, bir belediye otobüsü şoföründen, deniz feneri zanlılarına oradan Cumhurbaşkanına kendinden olanların tamamını kayıtsız şartsız sahipleniyor, diğerlerini dışlıyor. Adeta “taraf olmayan bertaraf olur!” diyor. Başbakan halkın arasında geziniyor, ağzını açan derdini haykıran vatandaşın üzerine vahşi koruma polisleri çullanıyor. Rock’çı selamı vererek Başbakanı prostesto eden gençler, polis tarafından saatlerce göz altında tutuluyor, sorgulanıyor. AKP iktidarının, Başbakanın genel aşırı sinirlilik hali dışında da, muhalefetin her türlüsüne tahammülsüzlüğünün boyutları ortada. Son yıllarda 1 Mayıs’larda yaşananlar, polisin bazı münferit orantısız güç uygulamalarından çok daha fazlasını ifade ediyor. AKP ve Gülen rejiminin baskı ve zora giderek daha fazla yöneleceğinin ipuçları apaçık ortada. Kendisine eleştiri yöneltenleri her kim olursa olsunlar ‘birilerinin hizmetinde’ gören, irili ufaklı her türlü muhalefeti darbeci veya provakatör ilan eden bu kafa ile Sincan’da yaptığı katliamları “arkalarında filanca güçler vardı!” diyerek meşrulaştıran Çinli faşistlerin herhangi bir farkı var mı? Bu olağan dışı paranoyaklığın önüne kim geçecek, ileride yaşanacak aşırılıkların hesabını kim verebilecek? Liberal dostlarımıza soralım, bunlar da en az o nefret ettikleri Kemalist bürokrasi (Birinci Cumhuriyet) kadar totaliter değil mi? Dahası, bu dünyanın neresi yeni?
Yeni dünyayı anlatmak galiba bize düşüyor. Zira burjuva aydınlarının o dillere destan metafizik iyimserlikleriyle bu işi yapmaları mümkün değil. Öncelikle bunların dilinde politika karşılıklı bir etkileşim, iletişim ve müzakere alanı olarak yeniden formüle edilmiş durumda. Yani politik aktörler arasında süregiden bir mücadele değildir artık söz konusu olan. Neoliberal çağda politika, bir iktidar ilişkileri ve çıkar mücadeleri olmaktan çıkmıştır. Bunun yerine politika, artık,iletişim ve müzakereye dayalı bir ‘yönetim sanatına’ dönüşmüştür. Bu yönetim anlayışının aktörleri eskiden olduğu gibi sadece siyasi partiler ve devlet seçkinleri değildir. Neoliberal çağda artık hem bu ‘geleneksel’ aktörler hem de normlar değişmiş, çeşitlenmiş durumdadır. Siyasi partiler ve devlet seçkinleri dediğimiz bu aktörlere ulus-üstü (AB ve IMF gibi) hem de ulus-altı (STK’lar ve inisiyatifler gibi) yeni aktörler eklenmiştir. Kurucu normlar da değişmiştir; önceki dönemin ‘ulusal’ kurucu normlarına (anayasa ve temel yasalara) uluslararası hukuk (AİHM kararları, IMF ve DTÖ kararları gibi) ‘evrensel’ normlar eklenmiştir. Toplumların karşı karşıya kaldıkları sorunlar bundan böyle sadece ulusal düzeyde değil, bu ulus-üstü ve ulus-altı aktörlerinde dahil oldukları ulusötesi bir alanda, uluslararası normlar çerçevesinde çözülecektir.(2) Türkiye’de de özellikle 80’lerle başlayan dönemde ve giderek hızlanarak 90’lar boyunca ve nihayet 2000’li yıllarda şahit olduğumuz durum görünürde budur. Özetlersek, politik meselelerin çözüm yeri ulusal ölçek olmaktan çıkmıştır. Açıktır ki bu yeni paradigmanın Türkiye’de 1920’lerde başlayan modern ulus-devlet projesiyle çok az ortak noktası bulunmaktadır. Aynı zorlayıcılık diğer bütün ‘egemen’ devletler için geçerlidir. Bu yeni modelin ‘ulus-devlet’ egemenliğine dayalı bir model olmadığına şüphe yoktur. İşte Radikal İki yazarlarının ve aynı kafadaki bir yığın liberalin farkında olmakla gurur duyduğu, böbürlendiği yeni dünya böylesine çoğulcu, liberal ve demokratik bir dünyadır. Bu evrensel normları güçlü bir şekilde savunan toplumların ve bireylerin bu yeni dünyadan korkmalarına gerek yoktur. Zaten dikkat ederseniz onlar da hiç korkmamakta, tersine bizim gibi gerici, statükocu zihniyetler için endişelenmektedirler. Oysa ki devleti ve onu oluşturan tüm alt sistemleri çözerek uluslararası alana tahvil eden bu yeni ekonomi politik rejim ve onun neoliberal karakteri aynı anda hem mevcut örgütlü muhalif toplumsal güçlerle hem de halk egemenliğine dayalı ‘ulusal’ anayasal düzenlerle tezat oluşturmaktadır. Diyalektik, tezat ya da çelişki vurguları liberalin iyimser gündeminde asla yer almaz. Ancak liberaller yok sayıyor, görmezden geliyor diye bu somut çelişkilerin ortadan kalkması da söz konusu olamaz. İşte Radikal İki yazarlarının büyük bir başarıyla anladığı / ayak uydurduğu sistemin ana çelişkileri bu noktalarda düğümlenir. Ergenekon ‘tertibinin’ hem sosyalistleri hem de ulusalcıları aynı anda hedef tahtasına oturtması kanımızca bu yüzdendir.
Ulusötesi kapitalizmin neoliberal rejimi, (yöneten ve yönetilenler, egemen ve bağımlı sınıflar, kapitalist ve işçi sınıfı gibi kategorileri kullanan) geleneksel ‘politik mücadeleler’ nosyonu yerine ulusal (siyasi partiler, bürokrasi ve devlet), yerel (STK’lar, gönüllü kuruluşlar vb.) ve uluslarararası (IMF, AB, DTÖ) ‘taraflar’dan oluşan bir etkileşim nos
yonunu ikame etmektedir. Son yıllarda yaşanan ve siyaset bilimi literatüründe yönetimden yönetişime doğru geçiş olarak adlandırılan bu sürecin arkasında yatan temel mantık da budur. Bu yeni ‘taraflar’ sistemi içerisinde çelişki, çatışma, antagonizm ve mücadele değil, en azından söylem düzeyinde, ‘taraflar arası’ iletişim, etkileşim ve müzakere rüzgarları esmektedir. Böylelikle neoliberalizm, eski politika tasarımını, mutlak ve radikal bir şekilde yerinden ederek, üstelik sadece Türkiye’de de değil, başka bir çok coğrafyada insanların ve toplumların ‘politik sorun algısını’ değiştirmeyi başarmıştır.(3) Devlet, bürokrasi, üniversiteler ve tüm diğer sosyal güçler, müzakere ve hoşgörü ortamında, usulca sermaye egemenliği altına alınmaktadır. Medya ve sermayenin organik aydınları bu dönüşümün çok önemli unsurları konumundadırlar. Onlar, bilerek ya da bilmeyerek gerçekten hiçbir önemi yok, bu ulusötesi dönüşüme meşruiyet sağlayan argümanları hazırlarlar: serbest piyasalar, deregülasyon, demokrasi, özelleştirmeler, evrensel insan hakları, ifade özgürlüğü, ahlak ve hukuk…
Şu yeni dünyayı kendilerince çok iyi anlayan ama bir türlü doğru düzgün anlatamayan arkadaşlar düşünsel gıdalarını bu büyülü kavramlardan alırlar. Bir dünya düşünün ki orada ’emek’ diyemiyorsunuz, ‘sömürü’den söz edemiyorsunuz, kar hırsından gözü dönmüş ‘tekellerin’ halkların başına ne belalar açtığı aklınızın ucundan dahi geçiremiyor, ‘sınıfsal çelişkileri’ ima dahi edemiyorsunuz. Bu yeni dünyada emperyalizmin ne olduğunu ise hatırlayan bile yok. O halde bu dünyada neyi savunacaksınız? Bu tabu sözcük ve kavramları kullanmadan nasıl bir muhalefet yapacaksınız? İşte bu süreçte yeni siyaset kurumu kamu yönetimi reformları, kültürel hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi, yerel özerklikler, cinsiyet ayrımcılığıyla mücadele vb. talepleri ön plana çıkartır ya da çıkmasına izin verir, bunları dikkate alır ya da dile getirilmesi anlamında teşvik eder. Sorun elbette bunların savunulması değil, ekonomik ve politik eşitlik dileyen sınıfsal taleplerin çağdışı ve anti-demokratik hatta totaliter; kimlikler siyasetinin ise bir o kadar çağdaş ve meşru kabul ediliyor olmasıdır. Bu tespit, sanırım neoliberalizmin baş aşağı ettiği ‘toplumsal sorun algısının’ en güzel örneklerinden bir tanesini gözler önüne sermektedir.(4) Şu halde emek ve emeğin temsil ettiği, talep ettiği değerleri savunmak total ve baskıcı projeleri dayatmak olarak görülmek / gösterilmek istenirken; birtakım küresel normları, evrensel değerleri (Avrupa Birliği’ni, ifade özgürlüğünü, vs.) savunmak ve talep etmek, ironik bir şekilde, özgürlük ve demokrasi mücadelesi olarak tanımlanmakta ve yüceltilmektedir.
Kendilerini liberal veya özgürlükçü solda gören kişilere önerim şudur: Geniş yığınların ve aydınların ‘büyük dönüşümlere’ karşı ürettikleri tepkileri çözümlemek elbette önemlidir. Toplumsal dokunun parçalanması ve köklü değişim dönemlerinde (aydınlar arasında dahi) gerici, köktenci politik akımların güçlendiği doğrudur. Ancak bu süreçte “Hırsızın hiç mi günahı yoktur?” diye sormak lazımdır. İçinden geçtiğimiz bu süreç (küreselleşme) öznesiz bir süreç midir? Kendiliğinden mi ilerlemektedir? Bize dışsal, engellenemez ve tarih üstü müdür? Hiç sanmıyorum. Yeni dünyanın yapıcı ve kurucu öznelerinin sınıfsal kimlikleri ve sınıf pratiklerinin bu dünyanın nasıl bir yer olduğunu / olacağını büyük ölçüde belirlediğini görmek gerekiyor. Dünyadaki ekonomik faaliyetlerin ve varolan zenginliği çok büyük bir bölümünün 70.000’in üzerindeki ulusötesi şirket tarafından gerçekleştiriliyor olması, bu şirketlerin en büyüklerinin yönlendirdiği uluslararası / uluslarüstü siyasal ve finansal kurum ve forumların devlet yöneticileri ve siyasilerle içli dışlı olması, sivil topluma nüfuz etmiş sermaye örgütlerinin kendi aralarında kurdukları enformel sosyalizasyon şebekelerinin varlığı gibi olguların incelenmesinin bildiğimiz dünyanın gerçekten sona ermekte olup olmadığını veya gelecekte dünyanın neye benzeyeceğini anlama çabalarınıza çok büyük katkısı olacaktır. Bize göre kapitalist toplum, “daha az devlet daha çok toplum” diyalektiği üzerinden açıklanamaz. Kapitalizm, sınıflı ve sömürücülü toplum demektir. Emek ve sermaye çelişkisi aşılmadan, bu insafsız barbarlık rejimi tarihin çöp sepetini boylamadan yeni bir dünyanın, yeni bir rejimin doğduğundan, yeni hakikatlerden söz etmeye hiç birimizin hakkı yoktur. Yeni dünyayı (Türk ya da Kürt, Müslüman ya da laik farketmez) dünya emekçilerinin devrimci eylemi kuracaktır. Liberallerin o metafizik iyimserliği, bu keskin gerçeklik karşısında darmadağın olup gitmeye mahkumdur.
31.08.2009
Ankara
Kaynaklar:
(1)E. Sarıoğlu ve B. Ünlü, “Her çıkışın bir inişi var,” Radikal İki, 23 Ağustos 2009.
(2)Hüsamettin Çetinkaya, Ahlak ve Politika, İzmir: ARA-lık Yayınları, 2007, s.118-9.
(3)Çetinkaya, a.g.k., s.119
(4)Terry Eagleton, Kuramdan Sonra, İstanbul: Literatür, 2004