“kısa çöp uzun çöpten hakkını alır elbette. direnmekle kurtulmakla barışla ben amenna.”(1) Bazı kara günler vardır… Bazı acılar vardır… İnsanların ve toplumların hafızasını yerle bir eden, tarihi adeta durduran kırılmalar, geçmişten bugüne, bir şekilde yaşamlarımızı bir yerinden ikiye böler: eski-yeni, iyi-kötü, güzel-çirkin… Eskiye dönüşün imkânsızlığı, geleceğe beslenen umutların tükenişi, varsa yaşanan güzel günleri ‘billurlaştırır’; insanı […]
“kısa çöp uzun çöpten
hakkını alır elbette.
direnmekle kurtulmakla
barışla ben amenna.”(1)
Bazı kara günler vardır… Bazı acılar vardır… İnsanların ve toplumların hafızasını yerle bir eden, tarihi adeta durduran kırılmalar, geçmişten bugüne, bir şekilde yaşamlarımızı bir yerinden ikiye böler: eski-yeni, iyi-kötü, güzel-çirkin…
Eskiye dönüşün imkânsızlığı, geleceğe beslenen umutların tükenişi, varsa yaşanan güzel günleri ‘billurlaştırır’; insanı insan yapan tahayyülleri ve idealleri iradeleri dışında şekillendirir.
Sansürler, yasaklamalar, tutuklamalar, darplar, işkenceler, hapisler, idamlar,… Hepsi bu kara tarihlerin toplumların tam ortasına diktiği “gurur” abideleridir. Kara günleri ve acıları ilmik ilmik ören bir grup insan, eserlerine baktıkça aynaya bakmış gibi olurlar ve kendilerine yitip giden canlar üzerinden güzellemelerde bulunurlar.
Başkalarının acıları, onların, yani bu acıların müsebbipleri olan faşistlerin mutluluğuna dönüşür; başkalarının tükenişi, toplumları uçuruma itenlerin dirilişine döner…
Ve acılar yerel olduğu kadar evrenseldir de… 11 Eylül Şili ve 12 Eylül Türkiye! Diğerleri…
Bu kısa yazı, darbelerin karanlık geçmişini ya da adım adım nasıl hazırlandıklarını, yürürlüğe konmalarına ilişkin olmayacak. Acıları tazeleyen bir yazı olma niteliğini de taşımayacak! Unutmadan ve unutturmadan, kara tarihlerin arkasında yatan asal nedeni ve bu nedenin gerçek gayesini yineleyen bir yazı olacak: Kapitalizm ve toplumsal algı.
Para, elden ele dolaşmaya başladığı tarihten itibaren, -ister arkaik bir özelliği olsun, isterse geleceği biçimlendirme özelliği olsun-, birtakım insanı kendine tabii kıldırmayı başarmıştı. Bu tabiiyet kolektif bir hal alarak, iyi organize olmuş kurumsal yapılar veya güçlü bir silah gücünü araçsallaştırarak hükümranlığını sürdürmüştür. Tam da bu noktada, paranın hükümranlığını tarumar etmek isteyen hangi toplumsal güç çıkmışsa, paranın, sermayenin bekçileri tarafından ezilmiştir; muhalefet kanalında akan suyun seviyesi ne kadar yüksekse ezilmenin boyutu da bununla doğru orantılı gerçekleşmiştir.
Eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve Devrim ve Sosyalizm düşüncelerini beyinlerinin her noktasına işlemiş, her sabah uyandığında, köhnemiş çarklar yüzünden acılar sarmalından çıkamayan insanlar için adil bir dünya kurma tahayyülü ile güne başlayan insanların olduğu bir dünya, sermayedarların diken üstünde oturduğu bir dünyadır da yanı zamanda… Darbeler, memorandumlar, faili meçhul cinayetler, bu dikenleri temizlemek için yapılmış eylemliliklerdi.
Her “diken” acı veriyordu; yalnız, gözünü hırs bürümüş, başkalarının omzu üstünde yükselen para babalarına ve onların uşaklarına!
Pırıl pırıl insanlar ve taptaze düşler, her budama sonrası toprağa düşürüldü; her gidenin arkasından gelen için de aynı durum geçerli oldu. Sıra neferleri dur durak bilmedikçe copların ve mermilerin de sayısı arttı. Bedenler üzerinde tahakküm kurabilse bile düşüncelere gem vuramayan diktatörler, çıkar yol olarak, sıra neferlerinin dünyaya bakışını değiştirmeye çalıştı. Kolektif ruh yerine ferdiyetçilik, paylaşım yerine nekes ve bilinç yerine bilinçsizlik inşa edilmek istendi.
Bu doğrultuda, darbecilerin yasaklamaları sadece insanların bir takım haklardan yoksunlaşması anlamına gelmedi. Her yoksunlaşma, yoksullaşmayı da peyda etti. Ne var ki, yasaklamaların asıl maksadı, toplumsal normları değiştirmekti; şimdiye baktığımızda bunu daha iyi anlayabiliriz. Çünkü “bir norm, bir kural ya da yasayla aynı şey değildir. Bir norm, toplumsal pratikler içinde normalleştirmenin örtük standardı olarak işler” ve “…toplumsal uygulamada normalleştirici ilke işlevi gördükleri zaman genellikle örtük, okuması zor, haller alırlar ve en berrak ve çarpıcı biçimde, yarattıkları etkiler ve sonuçlar aracılığıyla ayırt edilirler.”(2) Cebirle ve zecirle yapılamayan değişim, normları değiştirmeye çalışarak denendi. Darbelerin sonucu, farkında olmadan her bireyin sistem içinde eriyip gitmesi ve algı düzeylerinin, hayattan beklentilerinin değişmesi oldu. Normların adaptasyonu, sermaye grupları ve diktatöryal sınıfları açısından rasyonel fayda-maliyet analiziyle beraber gelişeceğinden yüksek karlılığa işaret etmekteydi. (Yoksa paranın hükümranları, silah üretimi, gaz üretimi, kask üretimi, cezaevlerine yerleştirilecek parmaklıklardaki demirlerin imalatı veya mahkûmların beslenme, ısınma gibi kalemlerin alından nasıl kalkar? )
Foucault, normların dönüştürücü niteliği üzerinde durur. Normlar aynı zamanda, hukuksal yapılara dayanan iktidarın, gündelik yaşamdaki bireyleri ve daha büyük resmin değiştirme/dönüştürme işleminde de kullanılır. Cinselliğin Tarihi’nin beşinci bölümünde, normların yasallıklar içinde ortaya çıktığını, “bilginin, yaşamın, anlamın, disiplinlerin ve düzenlemelerin yanında”(3) olduğunu, yasalarla ve yasamalarla ilgilenen kurumların mevzuatlarında ve uygulamalarında kendini gösterdiği üzerinde durur. Buradan hareket ettiğimizde, darbelerle kıyasladığımızda normlar tek başına norm değildir. İktidar, normları kendi çıkarlarına entegre ederek, menfaatperestliğini perçinlemek için kullanır.
Türkiye’de, Şili’de ya da neo-liberalizmin öncesinde ve sonrasında, küresel sermayenin işbirlikçiliğine soyunmak istemeyen tüm siyasal iktidarları alaşağı eden darbeler, yeni bir üretim tarzı, yeni bölüşüm ilişkileri kadar yeni prototipte insanlar yaratmayı başardı: Sesi soluğu çıkmayan, çamurlar içinde yaşasa bile buraları fildişi kuleler zanneden insanlar… Ki, haklı oldukları yanlarda çoktu! O acıları onlar kadar yakıcı yaşamayanlar için “ahkâm kesmek” kolay olabilir. Ama bu durumun vahameti, vahamet çukurundan çıkmak için yapılacak tüm girişimlerin önüne geçecek kadar muhteviyatında yılgınlık ve umutsuzluk barındırmasını gerektirmez. Normlardan bahsetmemizin nedeni de buydu: bu yılgınlık, kronikleşerek: “düşman kavi, bundan dolayı talih zebun!” anlayışına kaydı. Üstüne agnostisizmle yoğrulmuş yeni bir “bilme istenci” oluştu/oluşturuldu.
Deleuze, “Desire and Pleasure” (Arzu ve Zevk) (4) başlıklı makalesinde bilme istenci ile ilgili olarak, iktidar dispozitiflerinin(5) normalleştirme ile yetinmediğini, kuruculuğa meyledişini; bilgiyi oluşturmakla yetinmediğini, iktidarın hakikatinin yeniden tesis edildiği üzerinde durur. 1980’ler ile Türkiye’de ve uluslar arası finans-kapital’in müdahale ettiği diğer ülkelerde de olan tam buydu: burjuvazinin mülkiyetçilik anlayışı ile buna paralel gelişen milliyetçilik anlayışı sarmalında yükselen bir yaşam tarzı. Paranın normatif değerleri ile farklı yaşam permütasyonlarının dâhil edildiği, pazar ekonomisine endeksli, gündelik ilişkilerde bürokratik, diplomatik ve ‘içten pazarlıklı’ olunan, kalenderliğin sökülüp atıldığı akıp giden bir hayat. Her ne kadar akıp ilerleyebiliyorsa!
İki fotoğraf arasında farklılıklar olsa da, benzerliklerin ‘içler dışlar çarpımı’ sonucu, farklılıklarının sayısının önüne geçeceği aşikârdır. Birinde bir bina yıkılıyor gibi görüyor. Diğerinde bir grup insan, başlarında askerler, elleri başlarının arkasında, bekliyorlar. Lakin bu kadar basit değil; hayat ve hayatta yaşanan kırılmalar bu kadar basit değil!
İlk fotoğraf, 11 Eylül 19
73 yılında sosyalist başkan Salvador Allende’nin devrilip Pinochet’in iktidara geldiği askeri darbe sırasında bombalanan La Moneda’ya ait. Yıkılan bir bina, sadece bir taş yığını olmayarak, mekânın ve kişiliğin içinde sembolizeleşmiş sosyalist fikirlerin ‘enkaz altında’ kalması da demekti. İkinci fotoğraf ise, herkesin dillerine pelesenk olmuş 12 Eylül 1980 askeri darbesinin, -o zamanlar için rutinleşmiş-, cebri uygulamalarından biriydi. Namlular karşısında duran her birey, -illaki sosyalist, devrimci düşüncelere sahip değilse de-, sermayenin karşısında içine düşülen teslimiyeti ifade etmekteydi.
Her iki darbe, bedenen teslimiyetin ötesinde, sırada bekleyen kuşaklara uzanacak kadar geniş çaplı beyin yıkama operasyonlarının muvaffakiyetini ve militarize olmuş bir toplumu hedeflemekteydi. Münhasır bir mantıkla Türkiye için düşünüldüğünde, gerçekleştirilen tüm askeri müdahaleler sonucunda mağdur olanların darbenin sonucunu o anın sıcaklığı içinde yorumlamaları şu sonucu çıkarmıştı: yüzlerce ‘siyaseten katl’, milyonlarca tutuklama, sürgün, yasaklamalar. Niceliksel parametrelerle okunduğunda, o gün, bugün için bile büyük bir yıkımdı. 12 Eylül matürasyonu, asıl meyvelerini şimdilerde veriyor: siyasete ‘bulaşmayan’, hayatla kavgası olmayan topluluklar; güneşi ısıtmak için, yağmuru ıslanmamak için, doğa olaylarını bile duygulardan yalıtarak pragmatize eden insancıklar. Vicdan ve mantık arasındaki köprüleri çoktan yakmış insanlar… Yahut bu gidişatı, halk arasında sıkça telaffuz edildiği haliyle şöyle de açıklayabiliriz: “ense” ve “lokma” arasındaki karşılıklı ilişkinin içselleştirildiği bir toplum.
İktidar, örgütlü şiddet kullanımını, -konumuzla alakalı olarak darbeleri-, saydığımız sonuçlara ulaşmak için nasıl işlevselleştirir? Şiddetin cisimleşmiş hali olan darbelerin köklerini ve zaruriyetini nasıl anlamlandırabiliriz? Agamben’in “Homo Sacre”sinde bu soruya içkin cevap: “yasa yapma amacının yasalaştırılacak şey olmasıdır”. Şiddet (veya darbeler) burada bir amaçtır. “Egemen nomos, hukuk ile şiddeti birleştirmek suretiyle, bunları belirsizlikle tehdit eden ilkedir… Egemen, şiddet ile hukuk arasındaki belirsizlik noktasıdır, şiddetin hukuka karıştığı ve hukukunda şiddete bulaştığı eşiktir”(6) . Yasa bir kez yapıldıktan sonra şiddetten vazgeçilmesi olanaksızlaşır, çünkü egemen fırsatını buldukça şiddeti ve şiddet biçimlerini araçlaştırmaya yönelir. Böyle bir okuma bizi, darbelerin bir grup askerin bir sabah uyandıklarında ‘hadi yönetime el koyalım’ dediği bir şey olmadığına götürür ve doğrudur da. Saikleri irdelendiğinde, darbecilerin darbeyi meşrulaştırmak için verdiği her bir referansın, -kendilerinin kukla olduklarını unutarak-, ‘egemen’ görmelerine gelir çatar.
Schmitt’yen bir okumada ise, ‘egemen’ şiddet hem yasayı koyar, hem de yasayı korur. Yasada öngörülmeyen durumlarda, cari hukuk düzeninde tanımlanmayan hallerde, egemenin yapacağı “iş”, (şiddet ile hukuk arasındaki bağlantılı belirsizlik durumlarında) siyasal olanın varlık koşulu olarak dost ile düşmanı tanımlamak, buna göre düşmana davranış biçimlerini ortaya çıkarmak, “son kertede” desizyonsit(7) üstünlüğünü göstermektedir. Kamusala tekabül eden düşman “hostis”, cephede üniformalı “düşman” askeri ya da içeride siyasal otoriteyi “kriz”e sokan “iç düşman” olabilir.(8) Schmitt, savaşın, siyasetin amacı, içeriği ya da hedefi olamayacağı üzerinde durur. Darbecilerin, ‘asmayalım da besleyelim’ demelerinden, her türlü işkencelerini kendi yurttaşları üzerinde denemeleri, aslında darbeci kadroların onları hukuk sistemi içinde ‘suçlu’ yurttaş olarak değil, ‘düşman yabancı’ olarak görmeleri sonucunda vuku bulduğu sonucunu bize verir. (‘Düşman yabancı’ kavramı, saf haliyle primitif topluluklara aittir.)
Öyle ki, o düşman, o yabancı, ontolojik olarak hemen imha edilmesi gereken düşmandır!
Öyle ki, o, bu, şu darbeler, düşmanı temizleyen, düzeni sabitleştiren, ‘kardeş kavgasına’ son veren girişimlerdir!
Ama hala toplumlarda bir dirilik var. Darbecilerin getirdikleri yaşam kalıplarını yazılarında eleştiren, yargılanmaları için savaşan ve kırılma anlarını sarmaya çalışan insanlar da var. 11 Eylül günü Santiago’da düzenlenen protesto gösterileri sırasında 23 yaşındaki Alexis Rojas Garcia isimli bir kişi başından vurularak öldürülüyorsa, Türkiye’de yüz binlerce insan alanlarda darbecileri yargılamak için sokağa dökülüyorsa, hala bir ışık var! Bu yorumu yaparken kendimizi “buğday ambarında” görmüyoruz. Bu sebepten, sesimizi daha çok yükseltmek için kararlı olmak zorunda olduğumuzun da farkındayız. Demokrasi uğruna yitip giden canların ilenmelerini yazımızla, sözümüzle, yumruklarımızla tecessümleştirerek her yerde göstermek de zorundayız.
“Ezilenlerin kendi ezmelerine her zaman katkıda bulunduklarını hatırlatmak önemli olsa da, onları bu suç ortaklığına iten yatkınlıkların da tahakkümün somutlaşmış bir sonucu olduğunu unutmamak gerekir”.(9)
Notlar:
(1) Hasan Hüseyin, Amenna
(2) Judith Butler, Toplumsal Cinsiyet Düzenlemeleri, Cogito, no: 58, 2009.
(3)Daha ayrıntılı bilgi için bakınız: Michel Foucault, İktidarın Gözü ve Cinselliğin Tarihi.
(4) Gilles Deleuze, Desire and Pleasure, http://slash.autonomedia.org/article.pl?sid=02/11/18/1910227
(5) “İlk olarak söylemler, kurumlar, mimari biçimler, düzenleyici kararlar, yasalar, idari önlemler, bilimsel sözceler, felsefi, ahlâki ve hayırseverce önermelerden-kısacası, söylenmemiş olduğu kadar söylenmiş her şeyden- oluşan, bütünüyle heterojen bir bütündür. Dispozitifin unsurları bunlardır. Dispozitifin kendisi ise bu unsurlar arasında kurulabilecek ilişkiler şebekesidir” M. Foucault, Ders Özetleri, Yapı Kredi Yayınları, 1992.
(6) Giorgio Agamben, Kutsal İnsan Egemenlik İktidar ve Çıplak Hayat, Ayrıntı Yayınları, 2001.
(7) Desizyonist: Karar veren, karar verici.
(8) Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, Metis Yayınları, İstanbul, 2005.
(9) Pierre Bourdieu ve Loic J. D. Wacquant, Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003.