Serdar Ortaç’ın çıkış parçası vardı. Karabiberim… Bendeniz sağır sultan, o şarkıyı kara biberim /vur kadehlere/ hadi içelim/içelim her gece/zevk u safa doldu gönlüme/hadi içelim hacıların yerineee diye anlamıştım ilk dinlediğimde… Hacılar içmez, onların yerine de içelim gibi kendi içinde mantıklı bir izahım vardı. Meğer doğrusu, hacıların yerine değil, acıların yerineymiş. Tayyip Bey ne demişti? “Onların […]
Serdar Ortaç’ın çıkış parçası vardı. Karabiberim… Bendeniz sağır sultan, o şarkıyı kara biberim /vur kadehlere/ hadi içelim/içelim her gece/zevk u safa doldu gönlüme/hadi içelim hacıların yerineee diye anlamıştım ilk dinlediğimde… Hacılar içmez, onların yerine de içelim gibi kendi içinde mantıklı bir izahım vardı. Meğer doğrusu, hacıların yerine değil, acıların yerineymiş.
Tayyip Bey ne demişti? “Onların kulakları var duymaz, gözleri var görmez.” Muhaliflerine atfedilen bu sözüyle aslında o, muhakeme yeteneği dumura uğramış bir toplamı işaret etmişti. Gerçekten de beş duyu organı da yerli yerinde ama yine de duymayan kulakları, görmeyen gözleri olan bir toplam var bu memlekette… Ve o şahane toplam, benim acıları hacılar gibi algılayan sağır kulağım gibi, teokrasiyi demokrasi, karışmayı da barışma gibi algılıyor.
“Hiii!… Demokrasi dediii..” Şak şak şak!… Alkışlarrr… “Ayy!.. Barış dediii… Gel seni bir öpeyim” Ama niye dedi, nasıl olacak, kim dedirtti, niye dedirtti, o kısmı dert değil… “Barış kardeşim! Ötesi var mı? Akan kan duracak”… “Demokrasi dedi oğlum, kurban olurum ben senin açılımına… Açılalım güzelleşelim” modunda millet… Benim sağır kulak da yurtsever bir hekim tarafından yeni opere edilmiş ya, kendimi paralıyorum: Abicim, bak ben de önceleri hislerimle yönümü tayin ederdim, doktor arkadaşın operasyonundan sonra Ege, Akdeniz, Karadeniz, Doğu, Güneydoğu, memleketin her bir yerinde yenen hurmaları duymaya başladım. Fethullah Hoca, Amerika’dan teokrasiii diye ağlıyor, Türkiye şubesi “Hoca efendi demokrasi dedi” diyor, NATO, CİA ve Obama “Yeter bu kadar savaştığınız, biraz da karışın” diyor, siz “barışın” anlıyorsunuz.
Milletçe tribünlere oturmuşuz, sahada Türk ve Kürt emekçileri, bize maç ettiriyorlar. Kim kime gol atacak, onun derdindeyiz. Ayıptır be!.. Hakeme baksana abim, hakem yanki… Bu maçın hakemi yankiler ve işbirlikçileri olduğu müddetçe bu maçtan hayır gelmez, ne Türklere barış ne de Kürtlere aşiti çıkar. Sen haykır dur: “Yaşasın barış!”, “Biji aşiti!” Amerikan hakem aşağıda bağırıyor her iki tarafa: “Fuck you, fuck you!..” Kürt de olsan, Türk de olsan senin şimdi bu şikeli maçın hakemine aklı başında bir taraftar olarak ne demen gerekir? “İnbe hakem, go home yanki!” demen gerekir dimi? Eee niye demiyorsun? FİFA’yı mı bekliyorsun?
FİFA dedim de aklıma geldi; FİFA Güney Afrika’da oynanacak 2010 Dünya Kupası’na katılacak milli takım futbolcularının maç öncesi ve sonrasında saha içinde dua etmesini yasaklayacakmış. FIFA Başkanı Joseph Blatter demiş ki, ”Dünya Kupası’nı kazanmak tanrısal değil, takımla ilgili bir meseledir” Sen şimdi Türkü- Kürdü hepimiz din kardeşiyiz açılımı yapan başbakanın gibi laik FİFA’yı da gözün tutmaz, ulemaya danışalım dersin. Ulema mektubun pulunu da yaladı, postaya verdi zaten, merak etme, bugün yarın açılacak Allahın izniyle… İçinde ne mi yazıyor? Üç vakte kadar barışacaksınız, bir o kadar da karışacaksınız. Nurtopu gibi bir cumhuriyetiniz olacak!
Az önce facebooktan bir mektup geldi: “Diyarbakır cezaevi müze olsun! Lütfen bu çığlıklara kulaklarınızı tıkamayın! Gelin bu topraklara kandan başka bir şey vermeyen yeryüzü cehennemini bir insanlık müzesine çevirelim. Biz aşağıda imzası olanlar, yeni neslin devletin bu kirli ve karanlık geçmişini unutmayarak bu topraklara barıştan vazgeçmeyen ve huzurdan beslenen, özgür toplumlar yaratmasını diliyoruz….” 12 Eylül’ün akabinde, öğretmen olacakken okulundan alınıp Diyarbakır Cezaevi’ne gönderilen, bin türlü işkenceye uğrayan, dayak yememek için içi bok dolu havuzda bok yiyen yoldaşımın insanlık onuru için de, o tezgahlarda bedel ödeyen tüm devrimciler için de o imzayı bin kere atarım. Ama, bugün memleket topyekün bir kapalı cezaevine dönüşmüşken, içeride ve dışarıda insanlık onuru vahşi kapitalizmin ve emperyalizmin çarmıhına gerilmişken, işçileri tersanelerde, fabrikalarda, işsizleri cinnetlerde, açlık ve yoksulluğun teslim aldığı o büyük insanlık işkencenin en babasını yaşarken Diyarbakır Cezaevi’ni müze yaparlar mı? Hadi yaptılar diyelim, müzenin müdürü de bizden olsun demezler mi?
Onun için asıl kurtuluş, öz hakiki barış ve demokrasinin yolu; o müzenin de, bu düzenin de müdürü olmaktan geçiyor. Emekçilerin müdür olabildiği tek müessese de sosyalizmdir canım kardeşim. Biliyoruz demeyin, bilmek başkaaa, inanıp mücadele etmek başka… Teori başkaaa, pratik başka. Teorimizle pratiğimiz ne zaman elele verip bu topraklarda halaya durursa o zaman şemmame de oynarız, kolbastı da… Diyarbakır’da, Samsun’da, Ankara’da, İstanbul’da…
Bu akşam söyledi televizyonda, benim demokrasi ve barış aşığı memleketimde mapushaneler o kadar doluymuş ki mahkumlar uyumak için vardiya sistemine geçmişler. Ya nöbetleşe ya da aynı yatağı paylaşarak uyurken mahkumlar ve Silivri’dekilere bir türlü “1 numara” bulamayıp, meraktan göbeğinizi çatlatırken sizin, dışarıdaki aklı fikri izanı tutuklulara barış ve demokrasi numarası çekenleri boşverin!
Efendiler istedi diye savaştınız, onlar “hadi barışın şimdi” dedi diye konuşmaya başladınız. Kardeşin kardeşi kırdığı bu savaş elbet kirlidir ve savaşların da onurlusu vardır, tıpkı barışların olduğu gibi… En kötü barış, en haklı savaştan iyidir, diyorlar. Yok öyle bir şey!.. Barışın da bir şerefi var. Dün kirli savaşın fitilini yakıp, bugün ağzınıza soktukları o barış çubuklarına inanmayın. Genel af çıkacak mı, PKK silah bırakacak mı, TSK operasyonları durduracak mı, DTP hakkındaki kapatma davası reddedilecek mi, koruculuk sistemi lağvedilecek mi, militarizm ve şovenizmi körükleyen her türlü yayın yargılanacak mı, faili meçhul cinayetler ve katliamlar yeniden kovuşturulacak mı, gerçekler açığa çıkarılacak mı? Sorun bakalım demokrasi ve barış tüccarlarına… Bunlar olmayacaksa bir daha sorun, marabanın ağaya sorduğu gibi: ”Köyden çıkarken araba senin, at senindi, yürüyen de bendim. Köye giriyoruz, at senin, araba senin, yürüyen yine ben. Ağam, iyi de biz bu boku niye yedik?”
belmanur@gmail.com