Herkes korkuyor herkes korkuyor ama sen ve ben ışığa, suya ve aynaya bağlandık ve korkmadık Adorno’ya göre, kapitalist üretim ilişkilerinden kurtulmuş kapitalist üretim güçlerinin özgür bir toplum yaratabileceği yolundaki Marksist inanç bir yanılsamaydı. Ona göre sermaye böylesine dolaysız özgürleştirici kuvvetlere sahip değildi; kapitalist gelişmenin örtük eğilimi bile özgürlüğe değil daha fazla bütünleşmeye ve tahakküme yönelikti. […]
Herkes korkuyor
herkes korkuyor ama sen ve ben
ışığa, suya ve aynaya bağlandık
ve korkmadık
Adorno’ya göre, kapitalist üretim ilişkilerinden kurtulmuş kapitalist üretim güçlerinin özgür bir toplum yaratabileceği yolundaki Marksist inanç bir yanılsamaydı. Ona göre sermaye böylesine dolaysız özgürleştirici kuvvetlere sahip değildi; kapitalist gelişmenin örtük eğilimi bile özgürlüğe değil daha fazla bütünleşmeye ve tahakküme yönelikti. Marksist tarih, kapitalizmi, naif bir “özgürlüğün ilerleyişi” anlatısı içine yerleştirmişti.
Frankurt Okulu’nun önemli yazarlarından olan Adorno, Marksist olarak başladığı yayın pratiğini, bir kültür ve modernizm eleştiricisi olarak aynı okulun 2. Dünya Savaşı Sonrası dekanı olarak tamamlamıştır.
Marks 1843’te, Ruge’a yazdığı mektupta kendi yaklaşımını “var olan her şeyin amansız eleştirisi” olarak tanımlıyordu. Bu tanımlamayla birlikte 18. yüzyıl başlarında kültür siyasetini, 19. yüzyılda kamu ahlakının başlıca uğraş alanını oluşturan eleştiride önemli bir dönüşüm başlıyordu. Bu dönüşüm ile birlikte Marksizm, sosyo-ekonomik bir sistem olarak kapitalizmin yaşadığı krizin eleştirel bir açıdan kavranmasında vazgeçilmez bir araç haline geliyordu. Kuram olarak Marksizm, 19. yüzyılın entelektüel ve felsefi atmosferinde gelişti. Bu atmosfer, tarihin hiçbir çağında görülmediği biçimde, bilimsel keşiflerin birikimi, bu keşiflerin deneysel olarak doğrulanması ve özellikle de “bilimin akılsallaştırılmış biçimde” sanayiye ilk kez bu ölçekte uygulanması ile şekillenen bilimcilik ve pozitivizmdi. Kapitalizmin geliştiği dönem, toplumun ve tarihin “bilimsel” bir kuramı için yalnızca malzeme değil, “eleştirel bakış” da sağlıyordu.”Varolanın acımasız eleştirisi” aynı zamanda, varolanın karşısına ideal ve ebedi bir ölçüt getirme çabasıydı. Bu süreç kendine yeni bir siyaset ve kurucu özne arayan “kuramın”, oluştuğu dönemdeki özgünlüğü ve güçsüzlüğüydü.
Aydınlanma dönemi boyunca, her sosyal kesime vaat edilen “siyasetin öznesi” insandan, Hegel’in “siyasetin materyali olmaktan mutluluk duyan ve bunu erdem sayan” günümüz kitle insanına ulaşılmıştır. Başka bir deyişle “organik olan inorganik olanın tahakkümü altına girmiştir.
Günümüzde eleştirel düşünce, artık varolanın acımasız eleştirisini yapamıyorsa bu; gerçekle bağını yitiren öznenin yanında, onun gerçekle ilişkisini kuran kuramın, uzun yıllardır Marks’ın bu sözcüğe verdiği anlamda bir ideolojiye, yani, gerçekliği, onu aydınlatmak için değil de, örtmek ve imgeselde doğrulamak için bağlanan ve insanların bir şey söyleyip başka bir şey yapmalarına, olduklarından başka görünmelerine olanak sağlayan bir fikirler bütününe dönüşmesindendir. Tarihin bu aşamasında eleştirinin krizinden bahsedenler, devrimci Marksizmden yola çıkıp, Marksist olarak kalmakla, devrimci olarak kalmak arasında sıkışmıştır. Bugün, kapitalizmin ulaştığı boyut, üretim güçlerinin tarihin tüm dönemleri içindeki inanılmaz gelişimidir. Bir Marksist bugün, Marksist kalarak, yani aynı zamanda “bir toplumun içerebileceği kadar çok üretim gücünün gelişmesinden önce asla ortadan kalkmayacağını” iddia ederek nasıl devrimci olunabileceğini açıklamak zorundadır.
Yaşamın en dolaysız hakikatini anlamak isteyen kişi, onun yabancılaşmış biçimini incelemek, bireysel varoluşu en gizli, en gözden ırak noktalarında bile belirleyen nesnel güçleri araştırmak zorundadır. Dolaysız olandan dolaylı biçimde söz etmek, yarattıkları kuklaları, geçip gitmiş tutkuların ucuz mücevher benzeri taklitleriyle süsleyen o romancılar gibi davranmak olur. Bir makinenin parçalarından başka bir şey olmayan insanlar, böyle romanlarda, hala özne olarak davranma kapasitesine sahip kişiler gibi sunulmaktadır bize-sanki hala onların eylemine bağlı olan bir şey varmış gibi. Yaşama bakışımız, artık yaşam olmadığı gerçeğini gizleyen bir ideolojiye dönüşmüştür.
Bu ezberi bozmak için “tarihi tersine doğru okumayı” öğrenmek zorunluluğu vardır. Bu okumada, eleştirinin krizine de yanıt olacak belgeler mevcuttur. 1845 tarihinde yayınlanan Feuerbach Üzerine Tezler ve 1940 yılında yayınlanan Tarih Felsefesi Üzerine Tezler bu belgelerden bazılarıdır. Marks, 1845’de Feuerbach üzerine tezlerde; “filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir” derken, benzer şekilde W. Benjamin 1940’da Tarih Üzerine Tezlerde; sosyalist devrimi, tarihin lokomotifi olmaktan çok ‘uçuruma doğru hızla gitmekte olan treni durduracak bir imdat freni’ olarak tanımlıyordu. .Bu tezlerin temel vurgusu; devrimci kopuş gerçekleştirilemediğinde, kapitalizmin, teknik ve endüstriyel gelişiminin, doğa üzerindeki artan hakimiyetinin, üretimin kör gelişiminin insan kültürünü yıkımına götüreceğidir.
Kriz, insanlığın krizidir. Bu krizin üzerimize yüklediği görev ise, başkalarının iktidarının da kendi iktidarsızlığımızın da bizi aptallaştırmasını engellemektir.
Bahar 1968: Adorno’nun dekanlık yaptığı üniversite duvarlarına Alman öğrenciler “Adorno bir kurum olarak ölüdür” yazdılar. Adorno bu duruma çok içerleyip Marcus’la mektuplaştı. Oysa ki yaptığı sadece gösteri yapan öğrencileri dağıtmak için üniversiteye polisin girmesine dekan olarak onay vermekti. Çok eleştirdiği modernizm öcünü alıyordu…
Bahar 1968: Easy Rider filminde Peter Fonda, Pleasentville’i arkada bırakarak özgürlük arayışı içinde Amerikan manzarasında motorunu hızlandırır. Limit gökyüzüdür.
Sonbahar 1997: Elli yaşındaki Vietnam gazisini oynayan aynı Peter Fonda torunlarına bakmaktadır, oğlu hapiste, gelini eroinmandır ve en büyük endişesi kız torununun kötü yola düşmesidir. (Ulee’s Gold) Postmoderniz de öcünü alıyordu…
Tarihin bu aşamasında neoliberal katastrofi kuram ve kurucu özneyi yeniden şekillendiriyor. Halkın hakları talepleri etrafında yeniden şekillenen kurucu özne, devrimci yoluyla yeniden buluşuyor. LİMİT GÖKYÜZÜ… Sıra bizde.
Mustafa Özcan Soylu