Kürt sorununda “açılım” tartışması siyasal gündemi doldurdu. “Kürt açılımı” adlandırması onlarca yılın inkârcı ideolojisinin yarattığı duvara çarpınca adı “demokratik açılım” diye değiştirilerek yola devam edilmeye çalışılıyor. Sürecin ilk adımı 24 Nisan 2008’deki MGK toplantısında atılmıştı. Türkiye, Irak, ABD arasında kurulan üçlü mekanizma Irak-Kürt yönetimini de kapsar hale getirildi. PKK, Kandil’deki varlığını hedef alan bu girişimi, […]
Kürt sorununda “açılım” tartışması siyasal gündemi doldurdu. “Kürt açılımı” adlandırması onlarca yılın inkârcı ideolojisinin yarattığı duvara çarpınca adı “demokratik açılım” diye değiştirilerek yola devam edilmeye çalışılıyor.
Sürecin ilk adımı 24 Nisan 2008’deki MGK toplantısında atılmıştı. Türkiye, Irak, ABD arasında kurulan üçlü mekanizma Irak-Kürt yönetimini de kapsar hale getirildi. PKK, Kandil’deki varlığını hedef alan bu girişimi, toplam 21 askerin öldürüldüğü Mayıs ve Ekim 2008’deki baskınlarla zora soktu. Böylece 29 Mart seçimlerine giden süreçte AKP’ye inisiyatif kaptırmadı.
Kesintiye uğrayan süreç “2009 fırsat yılı” söylemiyle yeniden devreye sokuldu. 2009’u fırsat yılı yapan, ABD’nin Irak’tan çekilme sürecini başlatıp Afganistan-Pakistan’daki savaşı şiddetlendirirken Türkiye’ye kilit rol biçmesi idi. Bu çerçevede Kürdistan’ın güvenlik sorunu karşısında Türkiye’nin hem istikrar bozucu müdahalelerden uzak durması hem de Kürdistan yönetimine müttefiklik yapması isteniyor. Bunun için de PKK’nin etkisizleştirilmesi / ‘sorun olmaktan çıkarılması’ gerekiyor. Ayrıca PKK’ye karşı El Kaide, Kuzey Irak’a karşı Afganistan-Pakistan eşleştirmesi yapan Türkiye ve ABD hükümetleri/orduları kaderlerini büyük ölçüde birbirine bağlamış durumda. 2009 işte bu emperyalist planların egemenler açısından açığa çıkardığı bir “fırsat yılı” olarak öne çıkıyor.
Erdoğan, “açılımın” yol haritasının yıl sonuna kadar belli olacağını söyledi. Açılımın mimarlarından emeklilik süresi Haziran ayında dolan MİT Müsteşarı Emre Taner’in görevi de yıl sonuna kadar uzatıldı. Belli ki “açılımın” ilk aşaması psikolojik ortam oluşturulması olarak işletiliyor. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın, “açılım planını hazırlamak üzere görüş alıyoruz” söylemiyle sermaye örgütlerinden siyasi partilere, STK’lardan, şehit ailelerine, gazetecilerden aydınlara, Hak-İş’ten DİSK’e kadar uzanan görüşme trafiği, psikolojik ortam oluşturmaya yönelik süreç kapsamındadır.
Bu süreçte Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “çözüm İmralı’da değil Ankara’dadır” çıkışı, Erdoğan’ın oluşan havanın gazıyla “sorunun tüm aktörlerinin oturacağı bir müzakere süreci” öneren AKP’li Kürt milletvekillerini “söz ola kestire başı” diyerek uyarması, son olarak da Cumhurbaşkanı Gül’ün “İmralı falan onları unut geç, onlar muhatap değil” çıkışı AKP’nin açılım planının sınırlarını ortaya koydu. AKP Kürtlerin siyasi temsilcilerini gerçek anlamda muhatap almadığı gibi, “demokratik açılım” adını verdiği sürecin içeriğini oligarşi içi dengelere göre kurmak istiyor.
Yaratılan yüksek beklentiye karşılık gerçek hiçbir adım atılmadığı gibi, aksi yönde sinyaller gelmeye devam ediyor. Kürt hareketinin çeşitli bileşenlerine yönelik operasyonlar hız kesmiyor.
Liberaller ve ulusalcılar ise bu gerçeği görmezden gelerek iki koldan AKP’nin ekmeğine yağ sürüyor.
Liberaller, AKP’yi sözüm ona ‘teşvik etmek’ için yüksek beklentiler yaratma (yağmasan da gürleyeceksin) operasyonu olan bu psikolojik sürecin gönüllü memuriyetini yapıyorlar. ‘Büyük çözüm gerçekleşmezse doğacak kaosun sorumlusu’ olarak “çözüm arayışlarına dudak büken sinik solcular”ı gösterecek kadar akıl tutulmasına uğramış liberaller, sürece iyimser bakamayan solcuları, ulusalcı ve ırkçılarla aynı kefeye koyacak kadar pervasızlaşabiliyor (Milli devlet korosu ve müttefikleri, Ahmet İnsel, Radikal 2, 16 Ağustos 2009).
CHP ise sanki AKP Kürt halkına çok büyük haklar verecekmiş gibi, kırmızı çizgiler ilan ediyor. Devlet okullarında Kürtçe eğitime ve Kürt kimliğinin anayasal güvenceye kavuşturulmasına karşı çıkıyor. Oysa AKP de bu tür adımlar atmayacağını MGK toplantısında ortaya koydu. CHP bir yandan soyut demokrasi, düşünce özgürlüğü sınırında laf dolaştırarak AKP’nin yedeğine düşmeden sorunun çözümünü istiyormuş görüntüsü vermeye çalışırken diğer taraftan devletçi-milliyetçi bir yaklaşımla AKP’yi sıkıştırmaya çalışıp, başarısızlığa oynuyor. MHP ise, liderinin kurultay ve seçim hesaplarıyla yükselttiği geleneksel faşist söylemlerle ırkçı tepkileri örgütlemeye çalışıyor.
***
Abdullah Öcalan’ın avukatları aracılığıyla yaptığı, henüz tam olarak netlik kazanmayan ön açıklamaları üzerinden abartılı tepkiler yükseliyor.
Öcalan’ın açıklamaları üzerinden yapılan tartışmalarda, egemenler içinde Öcalan’ın muhatap alınamayacağı değerlendirmeleri yapıldı. Anlaşılan süreç krizli ilerleyecek. Muhtemel krizlerin tek kaynağı elbette Öcalan’ın açıklamaları değil. AKP ve Genelkurmay, bir yandan açılım deyip bir yandan şiddete dayalı siyaseti sürdürmek noktasında uzlaşmış görünüyor. Başbuğ, başından beri böylesi ikili bir çizgiyi savunduğunu dile getiriyor. Son dönemde Zap bölgesine ciddi bir askeri yığınak yapılması ve PKK liderlerinin muhatap alınmamaktan ve bir saldırı olasılığından söz etmesi bu sürecin olası krizlerine işaret ediyor.
***
“Açılım” sürecinde lafta kalmayan tek adım sermaye cephesinde yaşandı. Türkiye sermayesinin uzun süredir uluslararası sermaye ile birlikte enerji kaynaklarıyla, pazarıyla, yatırım olanaklarıyla Irak Kürdistan’ından pay kapabilmek için bir “açılım” beklemekte olduğu sır değil. Türkiye’nin Kürt illeri de yatırım olanakları, su ve tarım potansiyeli ve ucuz emek deposuyla iştah kabartıyor. İşsizlik Fonu’ndan 3 milyar lira, Bölge’yi sermaye açısından cazip hale getirecek altyapı yatırımlarına ayrıldı. Ahmet Davutoğlu’nun Ağustos ortasında Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı’yla Irak’a yaptığı ziyarette Irak-Türkiye sınırına bir serbest bölge kurulması kararlaştırıldı. TOBB ve TÜSİAD “açılım” sürecine aktif desteğe çağrılıyor. Türkiye sermayesi Irak Kürdistanı’nda büyük oyuncu haline gelmeyi isterken egemenler bu açılım sürecini bir sermaye uzlaşması olarak yürütmeye ve bu sürecin sivil toplum ayağını sermaye örgütleriyle örmeye çalışıyor.
AKP’nin “açılım” planını Kürt siyasal hareketini zayıflatma-bölme-dağıtma ve massetme (özel olarak da PKK’nin marjinalize edilerek etkisizleştirilmesi) olarak özetlemek mümkündür. Kürt sorununu siyasal gündeme taşıyan Kürt halkının temsilcileri muhatap alınmadan, asıl çözücü vurguyu, uluslaşmanın vardığı noktaları görmezden gelen din kardeşliğine ve sermaye uzlaşmasına yoğunlaştıran bir süreç işletilmek isteniyor.
Açılım toplantılarına çağrılan STK’ların üçte birinin Fethullah menşeli olmasının, sermaye örgütlerinin sürece aktif katkıya çağrılmasının altında bu yatıyor. Yaratılan bütün büyük beklentilere rağmen sürecin büyük adımlardan oluşması beklenmemeli. Öyle görünüyor ki işe Anayasal ve yasal değişiklik gerektirmeyen adımlardan başlanacak. Kürtçe kursların açılmasının, özel kanallarda Kürtçe yayınların kolaylaştırılması, üniversitelerde Kürt enstitüsünün açılması ve Kürdoloji kürsüsünün kurulması, köy isimlerinin iadesi, çocuklara Kürtçe isim konulmasının engellenmemesi gibi adımlarla beklentiler canlı tutulmaya çalışılacak. Diğer yandan taş atan çocukların hapisten çıkarılması, adı konmamış bir af yasası ve koruculuk sisteminin dönüştürülmesi gibi adımlar da atılarak uzun bir zaman kazanılması mümkün. Yani hiçbir ulusal hak tanınmadan, Kürtler üzerindeki çok çeşitli ve yaygın baskıların görece azaltılması ya da inceltilmesi dahi başlı başına bir reform (liberaller için devrim) olarak sunulab
ilir. Ancak Kürt sorunu gerek Batı’daki milyonlarca güvencesiz Kürt emekçiyi, gerek Doğu’daki milyonlarca topraksız, işsiz, güvencesiz ve kamusal hizmetlerden yoksun Kürt yoksulunu içeren, ulusal kimliğin reddinin sınıfsal sömürüyle iç içe geçtiği bir ezilen halk sorunudur. Salt göstermelik kültürel açılımlar milyonlarca emekçi yoksul Kürdün yok sayılma sorununu çözemeyecek. Kürt hareketinin 30 yıldır uğrunda mücadele ettiği talepleri karşılayamayacak.
Yıllardır yaşanan savaştan zarar görenlerin, yani savaştan para ve iktidar kazanmayanların, çözümsüzlüğün bedelini ödeyenlerin, evladını kardeşini askere göndermek zorunda olanların, kamusal haklarından yoksun bırakılanların, göç ettirilen, güvencesizliğe, işsizliğe, yoksulluğa mahkûm edilenlerin müdahil olmadığı bir çözüm mümkün değil. Yani çözüm için, Kürt halkının dışlanmışlığını derinleştiren sermaye programları değil emek eksenli bir politikaya ve bu politikayı savunacak emek ve halk örgütlerinin çözüm sürecinde inisiyatif almasına ihtiyaç var.
Türk ve Kürt halklarının yeniden kardeşleşmesi için eşit yurttaşlık hakkının tesis edilmesi zorunlu. Eşit yurttaşlık hakkı ancak böylesi bir mücadeleyle kazanılabilir. Eşit yurttaşlık ne MHP’nin asimilasyoncu çizgisiyle, ne CHP’nin gerçek toplumsal egemenlik ilişkilerine dokunmayan “sınıfsız-imtiyazsız Türk milleti” varsayımıyla, ne de AKP’nin “sınıfsız-imtiyazsız din kardeşliği” varsayımıyla hayata geçirilebilir. Eşit yurttaşlık Türk ve Kürt emekçilerinin kuracağı, yeni sömürgeciliğin, neoliberal kapitalizmin, faşizmin ortadan kalktığı halkçı, devrimci, demokratik bir devlet yapısı içinde mümkündür.
***
AKP bir yandan demokrasi havarisi havasına bürünürken kriz karşısında sermayeyi koruyan ve krizin tüm yükünü emekçilere yükleyen adımlar da tam gaz ilerliyor. Kısa çalışma ödeneği adı altında işverenlere kaynak aktarmakla başlayan süreç, son olarak Ağustos ortasında Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak yürürlüğe giren yasa ile devam etti. İşsizlik Fonu’nda biriken 42 milyar TL’ye el konulması yasalaştı. İşsizlerin ancak yüzde 5’inin yararlanabildiği bu fon kriz koşullarında işverenlerin işçiler için ödeyeceği primlere de aktarılacak ve işverenlere verilecek teşviklerin finansmanında kullanılacak. Yani doğrudan sermayeye kaynak aktarılacak. Aynı torba yasanın 1. maddesi olan ve cumhurbaşkanın veto etmek zorunda kaldığı “özel istihdam bürolarının geçici iş ilişkisi kurması”na ilişkin köle işçiliği maddesi ise şimdilik yasa kapsamından çıkartıldı. Ancak işverenlerin ısrarına ve meclis komisyonundaki görüşmelere hükümet adına katılan Binali Yıldırım’ın söylediklerine bakılırsa önümüzdeki dönemde yeniden gündeme getirilmesi planlanıyor.
Diğer yandan işsizlik oranlarında yüzde 1,3 puanlık düşüş yaşanması en liberal ekonomistler tarafından bile iyimserlikle karşılanamıyor. İşsizlikteki keskin artışta hafifçe bir yumuşama var gibi görünse de, rakamlar bir önceki yılın aynı ayından da kat be kat fazla. Kronik işsizliğin geleneksel yaz iyimserliğine rağmen yarattığı karamsarlık emekçiler ve yoksullar için iyi haber değil. İşsizlikle mücadelenin, önümüzdeki dönemde önemini daha da artıracağı açık.
Krizin yaydığı toplumsal karamsarlıkla, “demokratik açılım” siyasetinden türetilmeye çalışılan zoraki liberal iyimserliğin birbirine karıştığı bu ortamda, toplumsal hak mücadeleleri politik iyimserliğin gerçek temellerinin nerede bulunabileceğine işaret ediyor. Üniversitelilerin harç zamlarına karşı yürüttükleri, başarıyla sonuçlanan son mücadele süreci, sadece militan karakteriyle öne çıkmakla kalmadı, eğitimin piyasalaştırılmasına karşı elde ettiği kazanımla gerçek bir iyimserlik kaynağı yarattı. 17 Ağustos’un yıldönümünde, “Deprem biteli 10 yıl oldu, ömür boyu size ev mi vereceğiz” diyen utanmazlara karşı İzmit-Arızlı deprem konut-zedelerinin haklı ve vicdanlı direnişi bu kaynağa bir yenisini daha ekledi.
Bu iyimserliğin daha da büyütülmesi içinse, sosyal haklar alanında sergilenen başarılı ivmenin sınıf hareketine doğru yaygınlaştırılması büyük önem taşıyor. Son “toplu görüşme” süreci, artık hiçbir hükmü kalmamış bir tuluat tiyatrosu havasında yaşandı. AKP destekli Memur-Sen’in en çok üyeli sendikaya dönüştüğü bu süreçte, KESK’in hareketin ilk kuruluş felsefesine, yani fiili-meşru mücadele çizgisine dönerek ayaklarını yeniden yere basmasının ne kadar önemli bir ihtiyaç olduğu açığa çıktı. Düzenin yasal çerçeve aracılığıyla yarattığı kuşatmaya teslimiyet, bürokratik eğilimler, politikasızlık ve öznelliğin yol açtığı olumsuzluklar KESK tarafından parçalanıp atılmak zorunda. Krizle birlikte daha da ağırlaşan işsizlik ve yoksulluk karşısında başta DİSK ve KESK olmak üzere ilerici emek örgütlerinin mücadeleyi hakkıyla yürütecek politik cesaret ve ataklığı göstererek somut başarılar elde etmeleri gerekiyor.
“Demokratik açılım” siyasetiyle kırıntılara razı edilmeye; işsizlik ve yoksullukla kölece çalışma koşullarına boyun eğdirilmeye çalışılan Türkiye toplumu gerçekten de iyimserliğe ve umuda ihtiyaç duyuyor. Ama ekonomik kriz, toplumsal çelişkileri, iktidarın eskisi gibi yönetemeyeceği ölçüde derinleştirirken, “açılımlar” yeni büyük hayal kırıklıkları yaratmaya gebe. Kürt sorununda gerçek bir çözümün ve yeniden kardeşleşmenin ancak emek eksenli bir hatta örgütlenebileceği giderek belirginleşiyor. Belirginleştiği ölçüde de, emekçilerin sosyal hak mücadelelerinin bir yandan yaygınlaşırken, diğer yandan “demokratik sorunların” çözüm süreçlerinin etkili öğesi haline gelecek ölçüde siyasallaşmasının yaşamsal önemine işaret ediyor. Kürt sorununda bugün çözüm diye gösterilen “sermaye uzlaşısının” yerine gerçek çözümün önünü açabilecek bir “emek uzlaşısının” konulmasının yolu da buradan geçiyor. Ezilen sınıfların ve yoksulların kendi doğrudan iktidarını hedefleyen bir perspektifin olmazsa olmaz bir koşul haline geldiği bir dönemde sola duyulan ihtiyaç açık.
Gerçek bir toplumsal iyimserlik yaratmak için sürecin doğru okunması ve yaratılan büyük beklentilere kapılmadan Türk ve Kürt emekçilerinin küçük adımlarla öreceği uzun erimli bir mücadele sürecinin göze alınması gerekiyor.