Hemen herkes Nazi Almanyası’nın inanılmaz gaddarlığını anlatan en çarpıcı filmlerden biri olan “Sofi’nin Seçimi” adlı filmi bilir. William Styron’un yazdığı kitabı da benim bildiğim pek çok insanın başucu kitabıdır. Film, Polonya’da binlerce insanın yakıldığı Nazi toplama kamplarında geçen, inanılması zor, zorunlu bir tercihi anlatır. Toplama kampındaki genç anne Sofi, iki çocuğu arasında bir tercihe zorlanır, […]
Hemen herkes Nazi Almanyası’nın inanılmaz gaddarlığını anlatan en çarpıcı filmlerden biri olan “Sofi’nin Seçimi” adlı filmi bilir. William Styron’un yazdığı kitabı da benim bildiğim pek çok insanın başucu kitabıdır.
Film, Polonya’da binlerce insanın yakıldığı Nazi toplama kamplarında geçen, inanılması zor, zorunlu bir tercihi anlatır. Toplama kampındaki genç anne Sofi, iki çocuğu arasında bir tercihe zorlanır, çocuklardan biri yakılma fırınına gönderilecektir, öteki yaşayacaktır. Sofi’ye “İçlerinden birini seç” derler. Ve Sofi seçer ve geri kalan hayatında bu tercih onu dengesiz bir yaşama ve nihayet intihara sürükleyecektir.
Zulüm yalnızca Nazilere ait değil, zulüm her yerde ve çok değil bir ay önce Muş’ta yaşayan genç anne Sinem ve kocası Mustafa‘nın başına gelenler bir Nazi zulmünü anımsatıyor. Bu kez zulüm, Doğu Anadolu’nun bahtsız kenti Muş’ta, devlet hastanesinde, yaşama tutunmaya çalışan erken doğmuş bebeklere kuvöz bulunmaması nedeniyle yaşanıyor.
Genç anne Sinem erken doğum yapıyor ve Sinem’le Mustafa’nın 6,5 aylık iki küçük kız çocuğu dünyaya geliyor. Birinin adını Meryem koyuyorlar, öbürünün adını Ebrar.
Ama ikizlerin solumun sorunu var, koskoca Muş Devlet Hastanesi’nde bebekleri koyacak kuvöz yok ve civardaki kentlerde kuvöz aranmaya başlanıyor. Van’dan beklenen haber geliyor ama ikizlerden sadece biri için bir şans var. Çünkü tek bir kuvöz var ve anne-baba tıpkı Sofi’nin seçimi gibi bir seçimle karşı karşıya kalıyorlar. Çocuklardan biri kuvöze gidecek, öteki ölecek. Evet, ölecek… Anne-baba daha iyi, sağlıklı göründüğü için Ebrar bebeği seçiyorlar ve Meryem bebek ölüyor, annesi arkasından arkaik dönemlerde kurban edilen kız çocuklarına yakılan ağıdın bir benzerini Muş ovasında bir çığlık gibi haykırıyor. Kurtlar, kuşlar bu acı karşısında susuyorlar. Yer gök susuyor…
Bütün bunlar bu ülkede oluyor, yıllarca aşiret düzeninin sürebilmesi için iktidarların yoksul ve yoksun bıraktığı Doğu Anadolu’da, bir kentte. Nazi Almanyası’na gitmeye gerek yok, şuracıkta yanı başımızda olup bitiyor her şey.
Sevgili Demirtaş, ömrün yetseydi eğer, bu arada tanrının tüm sevgili kullarını erkenden yanına çağırdığına umutsuzca inanmaya başlıyorum, evet ömrün yetseydi, kim bilir canını yakan kaç tane böyle hikâyeyle Türkiye gerçeğini anlatmayı sürdürürdün. Şu başı sonu belli olmayan ve hepimize post-modern diye yutturulan, hem toplum hem insan gerçeğine uzak hikâyelere inat!
Nedense senin öldüğüne inanamıyorum ve tuhaf bir şey, Meryem bebeğin yukarıda seni karşılayacağı hissine kapılıyorum. Yaşam bize öyle çok ihanet gösterdi ki, daha fazlasını görmemek için öldüğünü düşünmeden edemiyorum.
Şimdi anımsıyorum, o güzel zamanlarda hep birlikte Çanakkale’den Dikili’ye dolaşırdık, çoğunluk çocuklar da yanımızda olurdu ve kendimize çadır tiyatrosu adını koymuştuk. İşimiz gücümüz insan kalabalığı gördüğümüz her yerde çadırımızı kurup, elimizden geldiğince, dilimiz döndüğünce bizi dinleyenlere hikâyeler anlatmaktı. Hikâyeler çoğunluk onların hikâyeleri olurdu ve sorarlardı: “Yahu sen benim hayatımı nereden biliyorsun?” Sen kocaman kahkahanı koy verip, “Biraz önce senden dinledim, unuttun mu?” derdin.
Hoşça kal Demirtaş Ceyhun… Asya, şimdilerde kocaman bir kız olmuşsundur, çocukluğun kadar neşeli misin, babanın kahkahası sende sürsün… Günöz, en güzel anılar sendedir ve ne yazık ki elimden sana sabır dilemekten başkası gelmez. Sabırlar sevgili kardeşim…