“Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir.” Marx’ın Alman İdeolojisi’nde ifade ettiği bu meşhur 11. tez, hem günümüzde entelektüel aktivasyonların hangi iki uçta seyrettiğini göstermesi açısından hem de entelektüeller ile iktidar arasında kurulan ilişkilerin niteliğinin kavranabilmesi açısından önem arz ediyor. Burada değişime yapılan vurgu ile gerçekleşecek olan değişimin entelektüel faaliyetler ile ilişkilendirilmesi, […]
“Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, oysa sorun onu değiştirmektir.”
Marx’ın Alman İdeolojisi’nde ifade ettiği bu meşhur 11. tez, hem günümüzde entelektüel aktivasyonların hangi iki uçta seyrettiğini göstermesi açısından hem de entelektüeller ile iktidar arasında kurulan ilişkilerin niteliğinin kavranabilmesi açısından önem arz ediyor. Burada değişime yapılan vurgu ile gerçekleşecek olan değişimin entelektüel faaliyetler ile ilişkilendirilmesi, Zygmunt Bauman’ın entelektüel aktivasyonları “yorumlayıcılar” ve “değiştiriciler” olarak ele almasının da önünü açıyor. Bauman’ın “Yasa Koyucular ve Yorumcular” kitabı da esas olarak, bugün izleri Türkiye’de de görülebilecek “yasa yapıcı entelektüel” kategorisini irdeliyor.
Yasa yapıcı entelektüel kavramı, aslında entelektüel ile iktidar arasındaki ilişkinin nasıl bir özellik arz ettiğinin önemli ipuçlarını veriyor. Entelektüelin üretmiş olduğu fikirlerin iktidar gücü aracılığıyla toplumsal yaşama geçirilmesi, iktidar ile entelektüel arasındaki organik ilişkiyi anlatıyor. Yasa yapıcı entelektüelin asıl özelliği bu organik ilişkinin içerisinde beliriyor. Toplumsal düzeni ve toplumsal ilişkileri kendi fikirleri doğrultusunda tasarlamak, onu inşa etmek ve ona yön vermek yasa yapıcı entelektüel açısından ulaşılması gereken bir hedef olarak beliriyor. Bir anlamda yasa yapıcı entelektüeller, iktidarı etkilemeyi ve ona yön vermeyi, yani iktidarın bir bileşeni olmayı amaçlıyor.
Yasa yapıcı entelektüelin toplumu, onun içinde yaşayan insanları ve insanlar arasındaki ilişkileri yeniden yapma hevesi onun bir başka ihtirasını ortaya koyuyor. Kendi fikirlerinin yaşama geçirilmesi ancak onu yaşama geçirecek iktidar araçlarına sahip olunması ile mümkün olabiliyor. Yasa yapıcı entelektüelin üretmiş olduğu fikirlerin toplumu inşa etme amacı gütmesi ve bunun bir aracı olarak iktidarı hedeflemesi onu belirleyen temel faktörler olarak öne çıkıyor. Peki, bu durum bugün Türkiye’deki yasa yapıcı entelektüeller açısından nasıl bir görünüm taşıyor?
Türkiye’de yasa yapıcı entelektüellerin kendi işlevlerini uzun erimli projelerin gerçeklik kazandığı konjonktürlerde yerine getirebildiği görülüyor. Gerek 1980 darbesi sonrası etkinliğini artıran Aydınlar Ocağı’nda varlık bulan milliyetçi muhafazakar entelijansiya, gerekse de 2000’li yıllar ile başlayan AB aday üyelik sürecinde kendisini Abant Platformu’nda cisimleştiren liberal muhafazakar entelijansiya, hem yerine getirmeye çalıştığı işlevler açısından hem de onları ortaya çıkaran konjonktür açısından önemli paralellikler arz ediyor. Daha da ötesinde iki öbek arasındaki ilişkilerde çok önemli bir süreklilik söz konusu oluyor. 1980 sonrası Türkiye’de yasa yapıcı entelektüeller Baumann’ın analizlerine denk düşecek şekilde kendi işlevlerini Aydınlar Ocağı’ndan Abant Platformu’na uzanan bir yelpazede sergiliyor.
Yasa yapıcı entelektüeller olarak Aydınlar Ocağı
Aydınlar Ocağı’nın kuruluşunun 15. yıldönümü olan 1985 yılında Ocağın hangi gerekçe ile kurulduğu şöyle ifade ediliyor:
“Aydınlar Ocağı, Batıcı-Materyalist zihniyete karşı Müslüman-Türk insanının teşekkül ettirdiği bir kuruluştur. Bu kuruluş, zaman zaman sistemle bütünleşir görünse bile, bunların, devleti geleneksel çizgisine çekmek için sarf edilen şuurdan başka bir şey olmadığı anlaşılacaktır.”
Yukarıda aktarılan ifadeler, Ocağın hangi ideolojik referanslarla toplumu ve devleti dönüştürme amacı taşıdığını ortaya koyuyor. Kendisini materyalist ve pozitivist akımlara karşı konumlandırarak Türk-İslam sentezini bir alternatif olarak üretme hedefi güden Aydınlar Ocağı elitlerinin, Baumann’ın yasa yapıcı entelektüel kavramına denk düşen bir özelliğini burada görmek mümkün oluyor. Yasa yapıcı entelektüelin toplumu kendi fikirleri doğrultusunda inşa etmek için iktidar gücüne duyduğu gereksinim, yukarıda aktarılan ifadelerde de rahatlıkla görülebiliyor. Devleti Türk İslam sentezi eksenli ideolojik bir konuma çekme amacının ifade edilmesi bu durumun bir örneği olarak beliriyor. İsim babasının Necip Fazıl Kısakürek olduğu Aydınlar Ocağı’nın ana nizamnamesinde ise Ocağın amacı; “milli kültür ve şuuru geliştirmek suretiyle, Türk milliyetçiliği fikrini yaymak, milli bünyemizi sarsan fikir buhranı ve mefhumlar anarşisi ile mücadele ederek milli varlığımızı meydana getiren unsurları yaşatıp kuvvetlendirmektir” şeklinde tanımlanıyor. İki ifadeye dikkat edildiğinde aradaki en önemli farkın, Aydınlar Ocağı’nın kuruluşunda belirtilen Türk milliyetçiliği kavramının ilerleyen zamanda İslam ile birlikte ele alınması olduğu görülüyor. Bu ocağın önemli bir figürü olan İbrahim Kafesoğlu’nun, Nakşibendî tarikatına yakınlığı ile bilinen Seyit Arvasi tarafından üretilen Türk-İslam sentezinin Ocak içindeki fikri üretimini yapan ve yaygınlaştıran bir rol ifa ediyor olması, 1980 sonrası bu elitler içindeki ideolojik referans kaynağının oluşması anlamına geliyor.
Aydınlar Ocağının ifade ettiği hedeflere yönelik açıklamalar, onların yalnızca yasa yapıcı entelektüel olma ihtirasını taşıması açısından önem taşımıyor. Aynı zamanda böyle bir hedefi materyalist bir çizgiyi temsil eden ve 12 Mart’a kadar devlet içinde ağırlığı ve itibarı olan sol entelijansiyaya karşı geliştirmiş olması, solculaşan Türkiye’ye karşı bir ağırlık noktası oluşturmak gibi bir niyet taşıdığını da ortaya koyuyor. 1980 darbesi ile solun tasfiye edilmesi ve bu ocağın ürettiği fikirlerin devletlû olması, 12 Mart ile devletten arındırılmaya çalışılan sol entelijansiyanın bıraktığı boşluğun milliyetçi muhafazakâr entelijansiya tarafından doldurulması anlamına geliyor. 12 Mart ile sol entelijansiyanın tasfiyesini 12 Eylül ile de aydınsız kalmış sol ve işçi hareketinin tasfiyesi izliyor. Aydınlar Ocağı işte bu zemin üzerinde alternatifsiz bir şekilde hareket ediyor. Bu açıdan 1980 sonrası Aydınlar Ocağı’nın Türk İslam sentezi etrafında kümelenmiş olmasının, Türkiye’de 12 Eylül ile hedeflenen toplumsal ve siyasal proje dikkate alındığında nasıl bir anlam taşıdığını görmek zor olmuyor. Bu ocak asıl işlevini de 12 Eylül darbecileri ile olan ilişkileri üzerinden üretiyor.
1980 sonrası Türkiye’de sermaye birikim rejiminin neo-liberal eksende kurgulanması beraberinde devletin ve ideolojiler alanının değişime uğramasını getiriyor. Uygulanan liberal politikaların derinleştireceği toplumsal eşitsizlikler ancak toplumun düşünüş biçiminin ve devletin buna uyumlu bir şekilde dönüştürülmesi ile mümkün oluyor. Bu süreçte Türkiye için geliştirilen siyasal ve toplumsal projede, otoriter bir devlet ve muhafazakâr bir toplum anlayışı liberalizmin varlığını devam ettirebileceği bir zemin olarak da anlam kazanıyor. 1982 anayasası, tam da bu yaklaşımı hayata geçiren bir araç olarak işlev görürken Aydınlar Ocağı elitlerinin rolü bu noktada beliriyor. 1980 sonrası Türkiye için kurgulanan bu projede, bununla uyumlu ideolojik hegemonya bu ocak içinde üretilen fikirler aracılığıyla kuruluyor. Türk İslam sentezinin bu ocak elitleri aracılığı ile üretilmesi 12 Eylül rejimine, gereksinimini duyduğu ideolojik harcı temin etmesine neden oluyor. 1982 anayasasının taslağını oluşturacak kadar iktidar ile organik bir ilişki içerisine giren bu elitler, özellikle Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu ve üniversiteler başta olmak üzere hemen he
men bütün bürokrasiyi ilgi alanlarına alıyor. Türk-İslam sentezinin üreticisi ve bu ocağın önemli bir figürü olan İbrahim Kafesoğlu, 1983’te Kenan Evren tarafından Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumuna atanıyor. Yine 1983’te YÖK’ün kurulmasıyla, buralardaki kadrolara Aydınlar Ocağı ile ilişkili akademisyenler atanıyor. Daha da ötesinde 1402 sayılı yasayla görevden uzaklaştırılacak olan milliyetçi muhafazakâr akademisyenler Aydınlar Ocağı’nın müdahalesi ile görevlerinde kalıyor. Bu noktada Aydınlar Ocağı’nın ve milliyetçi muhafazakâr entelijansiyanın asıl işlevi beliriyor. Bu entelijansiya 12 Eylül darbecilerinin toplumsal projelerine ideolojik meşruiyet üretmenin yanında, üretilen ideolojiyi devlet kurumlarına taşıyarak resmi ideolojinin oluşturulması yönünde de bir görev ifa ediyor. Bugün iktidarda iken muhalif bir söylem geliştirerek kendi iktidarının meşruluğunu bunun üzerinden kuran liberal muhafazakâr entelijansiyanın, resmi ideolojiyi eleştirme saikiyle Kemalizmi hedef tahtasına oturtuyor oluşu ise bu açıdan abesle iştigal olmaktan öteye gitmiyor. Sağın bütün kirli tarihini aklamak üzerine kendisini görevli kılan Abant Platformcuları, resmi ideoloji söz konusu olduğunda da benzer bir yaklaşımı gösteriyor. Ancak yakın tarih gösteriyor ki, liberal muhafazakâr koalisyonun bir eseri olan 12 Eylül rejimi ve onun resmi ideolojisini üreten Aydınlar Ocağı, Abant Platformcuları’nın ana rahmi olarak işlev görüyor. Aydınlar Ocağı’nın tahayyül ettiği ve bunu gerçekleştirmek için önemsediği iktidar ile olan organik ilişkiler ve yasa yapıcı entelektüel olma hedefi bugün Abant Platformunda cisimleşiyor.
Abant Platformu ve liberal muhafazakâr entelijansiya
Demokrat Parti’nin iktidara geldiği süreden bu yana liberal muhafazakâr hegemonyanın bu entelijansiya aracılığıyla içinde yaşadığımız bu dönemde kurulmuş olması neyi anlatıyor? Recep Tayyip Erdoğan’ın da en az Adnan Menderes kadar anti-entelektüel bir tavrı üretip meşrulaştırdığı düşünülecek olursa, bu siyasetin ideolojik üretimini yapan liberal muhafazakâr entelijansiyanın bu dönemde bir hegemonya kurması nasıl mümkün oluyor? Bu sorunun cevabını Türkiye’nin AB aday üyelik sürecinde aramak gerekiyor Türkiye’de yasa yapıcı entelektüelin 1980 sonrası kendi özelliklerini öne çıkardığı bir diğer moment 2000’li yıllar oluyor. Türkiye için uzun erimli bir proje olarak beliren AB aday üyelik süreci ile birlikte liberal muhafazakâr entelijansiya, Kemalizmden sosyalizme ve Kürt hareketine kadar bütün Türkiye tarihini tartışmaya açarak kendi ideolojik hegemonyasını kurmaya başlıyor. Baumann’ın yasa yapıcı entelektüelin bir özelliği olarak belirttiği iktidar olma girişimi liberal muhafazakâr entelijansiyanın bu süreçte sergilediği bir özellik olarak öne çıkıyor. Liberal muhafazakâr yasa yapıcı entelektüellerin AB aday üyelik sürecindeki iktidar girişimini Mehmet Altan’ın aşağıdaki ifadeleri açık bir biçimde gösteriyor:
“Hâlbuki ruhu ve özü itibariyle Avrupa Birliği baştan aşağı İkinci Cumhuriyetçidir. Kopenhag Kriterleri ile birlikte Türkiye’de İkinci Cumhuriyet dönemi başlıyor. Liberal demokrat bir toplum devlet yapısı arzuladığımızda, demokrasi, insan hakları istediğinizde, piyasa ekonomisi talep ettiğinizde, bu zaten Kopenhag Kriterleridir” (Mehmet Altan; II. Cumhuriyet Demokrasi ve Özgürlükler; Birey Yayıcılık; sy 155)
Liberal muhafazakar entelijansiyanın AB süreci ile iktidarı gözettiğini benzer bir biçimde Fehmi Koru’dan da okumak mümkün oluyor: “Yönetici seçkinler, 200 yıl önce ne için ‘çağdaşlaşma’ trenine atladılarsa, bugünün ‘çağdaşlık’ anlayışı o amacın tam tersi bir biçim aldığı için şimdi trenden atlamanın bir yolunu arıyorlar…” (15.09.2000-Yeni Şafak; AB’ye Neden Karşılar?)
Bu ifadeler, Baumann’ın yasa yapıcı entelektüel olarak analiz ettiği kategorinin, yaşadığımız şu dönemde Türkiye’deki izdüşümleri olarak beliriyor. İçinden geçtiğimiz sürecin özellikleri ve bu süreçte kurulan liberal muhafazakâr hegemonya düşünüldüğünde, Abant Platformu’nda cisimleşen liberal muhafazakâr entelijansiyanın Aydınlar Ocağı ile olan ilişkisini yakalamak zor olmuyor. Polisin rejimin güvencesi olarak takdim edildiği, her türlü muhalefetin çeşitli tertiplerle bastırıldığı, toplumda her türlü ilerici değerlerin tasfiye edilerek geleneksel olanının mutlak bir biçimde güçlendiği liberal muhafazakâr diktatörlük, tam da Aydınlar Ocağı aracılığıyla üretilen liberal ekonomi, otoriter devlet ve muhafazakâr toplum anlayışının realize olduğu bir durumu ifade ediyor. Bu noktada Abant Platformu’nun önemli bir özelliği beliriyor. Tıpkı Aydınlar Ocağı’nda olduğu gibi Abant Platformu da ürettiği fikirlerin devletli olmasına ve bu doğrultuda resmi ideolojinin üretilmesine katkı koyuyor. Türbana özgürlük kampanyasının mimarı olan liberal muhafazakâr entelijansiyanın hazırlamış olduğu metne imza atan akademisyenlerin üniversitelerdeki rektörlük pozisyonlarına yönelik atamaları bu durumun simgesel bir örneği olarak beliriyor. 12 Eylül ideolojisini üreten ve onu resmi ideoloji olarak kuran Aydınlar Ocağı gibi, 12 Eylül’ün siyasal ve toplumsal hedeflerini bugün itibariyle kurmuş olan liberal muhafazakâr entelijansiyanın bizzat kendisinin bu ideolojiyi devletlû hale getirerek resmi ideolojiyi oluşturduğu görülüyor. “Demokrasi” ve “ceberut devlet” karşıtlığı iddiasında bulunarak bizzat resmi ideolojiyi kuran Abant Platformcuları bu açıdan bugün resmi ideolojinin mimarları olarak işlev görüyor.
Sonuç
Türkiye’de resmi ideolojiyi eleştirme amacıyla yahut elitizm ve tepeden inmecilik karşıtlığı üzerinden Kemalizmin hedef tahtasına oturtulması, bir anlamda resmi ideolojinin kim tarafından temsil edildiğinin ve gerçek elitlerin kim olduğunun kamufle edilmesi doğrultusunda işlev görüyor. Abant Platformcuları eğer illa ki resmi ideolojiyi eleştirmek istiyorsa, onların Türk İslam senteziyle, işbirlikçi bir siyasetle, her türlü kamu değerinin talan edilmesiyle ve ülkenin cehalete gömülmesiyle, kısacası diktatoryal ve muhafazakâr bir siyasal ve toplumsal yapıyla hesaplaşmaları gerektiğini ifade etmeliyiz. Liberal muhafazakâr resmi ideoloji kurucularının bunu gerçekleştirmesi pek olanaklı olmasa da bu diktatorya resmi ideolojisinin eleştiriden nasibini alamayacağı anlamına gelmiyor elbette ki. Liberal muhafazakâr resmi ideolojinin eleştirisi tam da bu noktada Türkiye ilericiliğinin bir görevi olarak beliriyor.