Antalya’daki bir kamu hastanesinin başhekimi yaptığı bir denetlemede hastane temizliğinden sorumlu iki temizlik işçisini hedef alarak “bunlardan her şey beklenir, fuhuş dahil” diyerek aşağılamaya çalışmış. Amacı sendikalaşma çabasındaki işçileri sindirmek. Kuşkusuz bilinç altındaki “saldırı” boş değil. Yoksulların her türlü kötü davranışa meyilli olduğu zengin sınıfın ve temsilcilerinin çok iyi işledikleri bir konudur. Hatırlıyorum, lisedeyken “Din […]
Antalya’daki bir kamu hastanesinin başhekimi yaptığı bir denetlemede hastane temizliğinden sorumlu iki temizlik işçisini hedef alarak “bunlardan her şey beklenir, fuhuş dahil” diyerek aşağılamaya çalışmış. Amacı sendikalaşma çabasındaki işçileri sindirmek.
Kuşkusuz bilinç altındaki “saldırı” boş değil. Yoksulların her türlü kötü davranışa meyilli olduğu zengin sınıfın ve temsilcilerinin çok iyi işledikleri bir konudur.
Hatırlıyorum, lisedeyken “Din ve Ahlak Bilgisi” isimli kitabımızda; uzun uzun ahlakın toplumsal yaşamın temeli olduğu anlatıldıktan sonra, ancak eğitimli ve itibarlı kişilerin ahlaki değerleri koruyup yaşatabileceği anlatılmış ve “Örneğin hiç, doktorla işçinin ahlakı bir olur mu” diye somutlanmıştı. Bu cümlenin, yazının tamamı okunduğunda, bir doktorun bir işçiden daha ahlaklı olduğunu kastettiği açıkça anlaşılıyordu. Bunun üzerine okulda öğrencilerin katıldığı bir eylem yapıp “Din ve Ahlak Bilgisi” kitaplarını toplayıp yakmıştık. Yanlış hatırlamıyorsam daha sonraki baskılarda bu cümle yer almamıştı.
Kitap, ahlakı “iyi huyluluk” olarak tarif etmiş ve yoksul insanların kötülük yapma (hırsızlık, adam öldürme, fuhuş, sarhoşluk vb.) potansiyeline sahip olduğunu ileri sürmüştü. Burjuva sosyolojisi yoksullukla “kötü huyluluk” (siz ahlaksızlık diye okuyun) arasında yakın bir ilişki kurmaya bayılır. Ama yoksulların boynundaki ipi de tamamen bırakmamak için onlardan şefkatini esirgemez. Aynı ideoloji ahlaksız yoksullara karşı “anlayışlı” olmamızı öğütler. Gazetelerin 3. sayfa haberlerinde “İşsizlik hırsızlık yaptırdı” manşetini okuyunca “ne yapsın adam, mecbur” diye yoksulun “ahlaksızlığını” mazur görmeye çalışırız.
Ama aynı sosyoloji zenginlikle “ahlaksızlık” arasında hiçbir bağ kurmaz. Çünkü zenginler zekaları, becerileri, fırsatçılıkları ve imkanları iyi değerlendiren akıllarıyla bu mertebeye erişmişlerdir. Onların sosyoloji ve ahlak kitaplarında hiç “emek sömürüsü” kavramı yer almaz mesela. Hiç vergi kaçırma, sigortasız işçi çalıştırma, rantiyecilik, kara para aklama, silah tüccarlığı yer almaz. Bunların hepsi sermaye biriktirmenin gerekleri olarak yer bulur kitaplarda. Burjuva ahlakıyla beyinleri doldurulmuş biz yoksullar şöyle düşünmeye zorlanırız: “Adam ne yapsın işçi çalıştırmak o kadar maliyetli ki, mecburen sigortasız işçi çalıştırıyor.” Zira üretim araçlarının mülkiyeti kutsaldır. Allah korusun, ya Sabancı ya Koç olmasaydı ne yapardık… Nerede iş bulur çalışırdık, araba sahibi nasıl olurduk, buzdolabını nereden bulurduk…
Mesela onlar bankaların içini boşaltırlar, binlerce kişiyi mağdur ederler… Ama en fazla “zor durumdaki iş adamı” mertebesine düşerler. Sonra ağır başlı şekilde TMSF ile pazarlığa tutuşurlar. Ama hırsızlığa zorlanmış bir yoksulun pazarlık şansı hiç olmaz ve o artık ölene kadar bir hırsızdır ve kendisini öyle hissetmesi için her türlü yasal-sosyal/ahlaki tedbir alınmıştır. Oysa öteki, hiçbir şey olmamış gibi üç gün sonra yeniden ya piyasalarda fink atmaya başlar ya da sessizce kötü günler için sakladığı trilyonlarıyla hayatın tadını çıkartır. Her iki durumda da ondan övgüyle bahsedilir: “Adama helal olsun, hala ayakta.”
Bizim başhekim sendikalaşma çabasındaki temizlik işçilerini aşağılamaya çalışırken kendi yönetimindeki taşeron işçilerin kölelik koşullarında çalıştırılmasında hiçbir “aşağılık” durum görmez. Ona göre bir işçiyi 10 yıl 15 yıl asgari ücretle çalıştırmanın hiçbir ahlaki sorunu yoktur. Çünkü o, oylarının çoğunu yoksul ve dar gelirli vatandaşlardan almış ve bilmem kaç yüz milyarlık gemi sahibi oğlunu savunmak için ” Ne var bunda, böyle bir gemicik herkesin olabilir” demekte hiçbir ahlaki sorun görmeyen bir Başbakan’ın başhekimidir.
Her neyse, lafı uzatmanın manası yok. Antalya’daki temizlik işçisi kadınlar ne yapacaklarını biliyorlar, çözümü kendileri bulmuşlar. Ne yoksullaşmayı kabul ediyorlar, ne de kendilerini yoksullaştıranların alçakça saldırılarını. Onlar en büyük ahlaki erdemin haksızlığa karşı isyan etme hakkını kullanmak olduğunu öğreniyorlar ve zavallı başhekimin nezdinde bu zavallı kapitalist düzenin yoksul emekçi sınıfların örgütlenmesinden nasıl telaşa kapıldığını büyük bir gururla izliyorlar.