Değmez bu yangın yeri Avuç açmaya değmez Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz Ezilmiş hor görülmüş el emeği göz nuru Ödlekler geçmiş başa derken mertlik bozulmuş Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın Değil mi […]
Değmez bu yangın yeri
Avuç açmaya değmez
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz
Ezilmiş hor görülmüş el emeği göz nuru
Ödlekler geçmiş başa derken mertlik bozulmuş
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın
Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene
Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın
Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen’e
(Shakespeare-Sone 66)
Krizin başladığı günlerde krize ilişkin başbakan T.Erdoğan “kriz teğet geçecek” demişti, buna karşı Demirbaş adlı şarkısında Fikret Kızılok’un “Süley¬man hep Başbakan/Başbakan hep Süleyman” diye tanımladığı yılların birikimine sahip Süleyman Demirel ise kriz delip geçer demişti. Hangisi doğru? Ön eki liberal olan tüm kesimlerce iktidarına toz kondurtulmayan T.Erdoğan ve Demirbaş’ımız S.Demirel haksız çıkacak değil ya. Evet, kriz hem teğet geçmiştir, hem de delip geçmiştir.
Nasrettin hoca’nın fıkrası gibi oldu ama gerçekten de iki açıklama da doğru, ya da yaşananların bir kısmını haklı çıkaracak nitelikte. Krizi süregelen tekrar/rutini bozar. Bu ise egemenleri ve egemenler adına varolan herkesi huzursuz eder. Bu kriz bu kesimleri epeyce rahatsız etti. Hatta yer yer egemenler arasında, dahası egemenler adına konuşanlar arasında kavgalara yol açtı. Önce geminin gerçekten batıp/batmadığı konusunda birbirlerini teskin ettiler, ama sonra peki batarsa kim önce kurtulacaktı? İlk başlarda teğet geçer sözünü edenlerle, korku/telaş içinde olanlar arasında mahalle arası kavgaları yaşandı. “Herkes bir kişi istihdam etse”, “onlara iki yıl yetecek kadar cukkaları dolu” gibi ifadelerde kendini bulan bu mahalle arası kavgaları ete kemiğe büründükçe, işin rengi de belli olmaya başladı. Halk arasında alavare dalavere kürt Mehmet nöbete ifadesini doğrulayacak bir sürecin içinden geçtik, ve az sayıda sermaye dışında toplumun sermaye dışı kesimleri krizin faturasını ödemek için kuyruğa girdiler.
Ardı ardına çıkarılan krize karşı tedbir paketlerinden sonra bugünlerde kamu hizmetlerine yapılan/yapılacak olan zamları konuşur tartışır olduk. Tedbir paketleri sermaye ile hükümet arasında devam eden mahalle kavgasının sermayenin en azından bazı kesimleri için önemli kazanımlarla sonuçlandığını bizlere gösterirken, ardı ardına yapılan zamlar, tarımsal ürünlere yönelik düzenlemeler, artan işsizlik, doğal kaynakların hızla sermayeye devredilmesi ise krizin maliyetini çeken işçilerin, kadınların, tarımsal kesimin ve dahası doğanın krizden nasıl etkilendiğini ele verecek nitelikte. Sadece son bir ay içinde gerçekleştirilen düzenlemelere baktığımızda teğet geçenlerle/delip geçenlerin öyküsünü yazmak insanın canını sıkan bir hal alıyor.
Kısaca bir bilanço çıkaracak olursak sermayenin istek ve taleplerinin artan şiddeti ile hükümetin krizi önlemeye ilişkin kurtarma çabaları arasında oldukça önemli paralellikler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yani sermayenin hiç olmazsa bir kısmı için krizin teğet geçmesi için hükümetin yoğun çaba harcandığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu çabaların neler olduğu ve sermayenin hangi kesimlerinin koruma altına alındığını görmek isterseniz öncelikle IX Kalkınma Planı ve bu planın uzun vadeli beklentilerine uygun olacak 16 Temmuz 2009 Perşembe günü Resmi Gazete’de yayımlanan 27290 sayılı Bakanlar Kurulu kararına bakmak yeterli olacaktır. Bu iki belge Türkiye’de krize karşı alınan tedbirlerin aslında nasıl uzun erimli politikaları, yani IX Kalkınma Planı‘ında işaret edilen stratejilerin hayata geçirildiğini gösteriyor. Yani kriz bir fırsat olarak kullanılmış, uzun dönemli amaçlanan değişikliklerin hayata geçirilmesine olanak sağlamıştır. Yani kriz sınıfsal gerçekliği daha bir açığa çıkarmış, çelişkileri daha bir arttırmıştır. Kriz birileri için bir fırsata dönüşmüştür/ dönüştürülmüştür. Sermayenin özellikle yeni sektörel tercihlere uygun kesimlerine kamu kaynakları bol keseden dağıtılınca ve daha da önemlisi IMF’den gelecek para için de kemer sıkma politikalarına ihtiyaç duyulduğunda hangi kaynaklara yönelineceği gün gibi meydanda. Kamunun sermayeye aktardığı yada sermayeye destek için sermayeden almaktan vazgeçtiği kaynakların yarattığı boşluğu doldurmak gerekir. Sudan elektriğe, elektrikten eğitim harçlarına, şekere, akaryakıta, tütün mamullerine yani temel tüketim alanlarında ÖTV artırılıyor, zamlar yapılıyor. Krizin birilerini teğet geçmesi için gerçekleştirilen her türlü etkinlik, başka birilerini “delip geçmiştir”, delip geçmeye de devam ediyor. Piyasanın yüceliğine inanan her türden liberal ön ekli islamcı, sol, milliyetçi kesimler AKP’yi adalet ve eşitliğin temsilcisi olarak gösterme konusunda yarış halindeler. Türkiye gerçekliği son zamanlarda AKP’nin temsil ettiği piyasacı varoluş ile aslında piyasa derken dış dünyayı anlayan ulusal-piyasacı bir Ergenekonculuk arasına sıkıştırılmış durumda. İktidarla beslenen her türlü liberal dil, gerçekliğin o en basit sınıfsal sisteme ait varoluşun üstünü örtüyor. İnanılmaz bir ittifak karşısındayız aslında. Kapitalizmin Türkiye’nin tarihsel/kültürel değerler sistemi ile iç içe geçen oluşum halindeki hegamonik bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Tam da bu hegamonik piyasacı söylemin yarattığı düşünsel ortam sayesinde kriz hem teğet geçmiş, hem de delip geçmiştir. Kriz devletin sınıf karakterini daha belirgin hale getirmiştir.
Ama kriz sadece sermaye dışı toplumsal kesimleri delip geçmemiştir, ama çok daha önemlisi özellikle işçi sınıfını temsil eden sendikaları ve sınıf adına hareket eden tüm yapıları delip geçmiştir. Muhalif anti-kapitalist kesimlerin ısrarla sadece bir soruyu kendilerine sormaları gerekiyor: resmi rakamlara göre kriz sürecinde 1.5 milyon insan işsiz kalmıştır. Bu işsizler nerede? Bu insanlar krizden dolayı ama aynı zamanda krizi fırsata çevirenlerce yedikleri tokadın etkisini nasıl yaşarlar? Nerede yaşarlar? Onlara ulaşmak mümkün değil mi? İşyerlerinde işlerinden atılacak korkusu ile daha fazla çalışanlar, daha az ücret alanlar, tarımsal ürünlerinin karşılığını alamayanlar, eğitim için yapılacak harclara daha fazla ödeme yapacaklar nerede. Krizi önlemek için sermayeye aktarılan/pazarlananlar derelerin, ormanların sahipleri nerede?
İlk elden çalışanlar, yani işçileri temsil eden sendikalara bakmamız gerekiyor. Ne diyor Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu? Kumlu, Türkiye Enerji, Su ve Gaz İşçileri Sendikası (Tes-İş) Kahramanmaraş Şubesi 4. Olağan Genel Kurulu’na katıldı. DSİ XX. Bölge Müdürlüğü’nde yapılan kongrede konuşan Kumlu, “ekonomik krizin çaresinin iç pazarın canlandırılmasından geçtiğini söyledi.” Yüzler devlete, hükümete dönmüş ve iç pazarın canlanması için kaynak aktarılması isteniyor. Yani TOBB gibi sermaye örgütleri ile aynı yerde buluşuyor ve zaten ısrarla da ekliyor:”amacımız bağcı dövmek değil, üzüm yemek.” Diğer yandan DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, hükümet tarafından kriz sürecinde alınan tedbirlerin sadece kısa vadeli olduğunu belirterek, yatırıma ve istihdama yönelik uzun vadeli tedbirlerin alınmadığını savundu. Çelebi, “Bu paketler çözüm üretmiyor, istihdama dönüşmüyor. Uzun vadeli yatırımı öngören projeksiyon yok. Tüketimi hızlandırmak için ücretlerin belirli bir noktaya çekilmesi, önce alım gücünü artırmak gerekiyor. Üretimin arz-talep dengesine, morale ve işsizlik tehdidini ortadan kaldıracak sosyal paketlere ihtiyaç var.” diye açıklamalarda bulunuyor. Devlet
ya tüketimi arttırmalı ya da üretimi. Kısaca her iki sendikadaki ortak eğilim krizin yapısal nedenleri olan kapitalizmi ve en önemlisi canlı-kanlı aktörleri olan sermayedarları göstermemek için büyük bir çaba gösteriyorlar. Tokadı yedikleri insanlara/sisteme ait tek bir kelam etmeden, yeni dönemin dini-imanı olan uzlaşma kültürü içinde hareket ediyorlar. Sermaye örgütleri sermaye sınıfının çıkarları için muazzam sınıfsal bir dil üzerinden kendini kurarken, sendikalar sendika olmayı unutup bir sivil toplum gibi hayır işleri ile uğraşıyorcasına hareket ediyorlar. Ve işin kolay yolu da bulunmuş; devlet. Kriz ve krize ait çözüm ve çözümsüzlüğün kaynağı ve suçlusu olarak devlet gösteriliyor. Oysa devlet krizin birilerini teğet geçmesi için elinden geleni yaptı, ama bunu sermaye sistemi ve sermayedarların istek/zorlamaları üzerinden yaptı.
Bu kadar dayak yiyen bir işçi sınıfını temsil eden örgütler, bu kadar dayak yiyen sendikaların başkanları amacımız bağcı dövmek değil, üzüm yemek diyor, oysa üzüm yiyebilmek için artık bu ülkenin sendikacıları bağcı ile adam akıllı cebelleşmeleri gerekiyor. Ve hatta eğer gerçekten sendikacı olmak isteniyorsa, bağcıları dövmek için seferber olmaları gerekiyor. Şimdi değilse ne zaman?
Ama bu hikaye de böyle bitmez ki. İşsizlik rakamlarındaki artış, çalışma koşullarının kötüleşmesi, ücretlerin nominal düzeyin bile altına düşmesi, tarımsal alanda (en yakını fındık) gözlemlenen olumsuz değişiklikler, tüm doğal kaynakların bilmem kaç yıllığına piyasaya sunularak hızla tahrip edildiği koşullarda bu hikaye böyle devem eder mi? Eder. Vallahi billahi eder. Etmemesi için yapılacak en önemli etkinlik işçileri temsil ettiğini söyleyen sendikaların işçiler tarafından ilk elden yoğun bir eleştiri ile baskı altına alınması, sendikal bürokrasinin artık sorunları sendikacının değil, işçilerin sorunları olarak görmesi/gösterilmesi gerekiyor.
Sorumluluk sadece sendikalara ait değil tabii. Bir de sol grup ve yapılar var. Burada da sorun temelli politikalar yerine grup adına, grubun tanımlanmış varoluşu adına politika yapma geleneğinin üzerine hızla gidilmesi gerekiyor. Kriz sadece kadınları, işçileri, köylüleri, öğrencileri delip geçmesi, çok daha önemlisi bu kesimleri temsil eden/ettiğini düşünen kesimleri delip geçti. Politik yapılar politika adına düşündükleri düzenekleri hızla canlı-kanlı sorunlar etrafında ete kemiğe büründürmeleri gerekiyor. Doğanın tahrip edildiği her yerde, kadınların kriz sürecinde karşılaştığı hr durumda, su-elektrik zammına karşı platform tarzı yapılar harekete geçirilmesi gerekiyor.
Krizin delip geçtiği biz muhalif-sol aydınlar dahil tüm sermaye dışı kesimler için artık krizin U’mu, S’mi, L’mi W’mi olacağı çok da önem arzetmiyor. Temel yönelimin çevre tahribatını durduracak, patriarkal yapıları sorgulayacak ve tüm ücretlilik koşullarını ortadan kaldıracak yapılar üretmekle gerçekleşecek. Yani eğrinin artık bir yerden kopması gerekiyor.
*Samandağ 10.Evvel Temmuz Festivali’nde Kriz Oturumunda yapılan konuşma.