Liberal kapitalizme eklemlenmiş hiçbir ülkeyi es geçmeyen, kimsenin düşünmediği ülkelerin ekonomilerini “resesyon”a sokan, kimilerine göre ise büyük burhandan beri yaşanan en büyük yapısal kriz sonrası tüm dünyada ekonomik durgunluk dönemi yaşanmaya başladı. Batmaz denilen, küçük bir ülkenin milli hasılasına sahip öz kaynakları olan tekeller batarken, batmayanların arasında genişleyen pazar mücadeleleri giderek kızıştı. Finansal sektör açısından […]
Liberal kapitalizme eklemlenmiş hiçbir ülkeyi es geçmeyen, kimsenin düşünmediği ülkelerin ekonomilerini “resesyon”a sokan, kimilerine göre ise büyük burhandan beri yaşanan en büyük yapısal kriz sonrası tüm dünyada ekonomik durgunluk dönemi yaşanmaya başladı. Batmaz denilen, küçük bir ülkenin milli hasılasına sahip öz kaynakları olan tekeller batarken, batmayanların arasında genişleyen pazar mücadeleleri giderek kızıştı. Finansal sektör açısından durum, tasfiye sürecini beraberinde getirdi. Piyasadaki kredileri zamanından önce çağırabilen kapasitede olanlar “küçük balıkları” yuttu, sindirdi bile… Bazı ulusal-ekonomilerin 1990ların ikinci yarısından itibaren ağırlık verdiği askerileşme eğilimleri daha da yoğunlaşarak, silahlanma yarışını ve üretilen silahların tüketilebileceği savaşları doğurdu. Bu gelişmeler, içerideki ayağını “iç güvenlik propagandaları”, dışarıda ise dış-ticarette yaşanan “savaş” hali şeklinde sürdürdü. Halklar açısından durum, küreselleşmeye rağmen kültürel farklılıkların iyice belirginleşmesinin tehdit unsuru olarak algılanmasıyla, askeri müdahalelerin sıklığını arttırmak, krizin sonuçlarını insanların yaşamı üzerine yayarak, sermayeye kaçış manevraları sağlamak biçiminde gelişti. Silahlanma ekonomilerine bel bağlayan ülkelerin krizden çıkış yolları arasında yer alan askeri üsler etnik, mezhepsel ve sosyo-ekonomik krizlerin çıktığı-çıkartıldığı yerlere kurularak, coğrafik açıdan tüm sınırlar müdahalelere açık hale getirildi. Ülkeler için krize karşı manipülasyon taktiklerinden birisi de, iç düşman miti eşliğinde açıklanan “güvenlik” ve “istihbarat paketleri” ile toplumun periyodik olarak terörize edilmesi oldu. Yabancı düşmanlığı iyiden iyiye pompalanarak, krizlere karşı gelişecek emekçi sınıfların tepkileri ırkçılık/milliyetçilik refleksleriyle bertaraf edilme yoluna gidildi. Dünde aynı şeyi deneyen ve işe yaradığını gören sermaye ve devlet içindeki uzuvları, bugünde ve yarında aynı şeyi denemekten vazgeçmeyecektir.
Az gelişmişlik kıskacında bırakılan ülkelerde tüm bu tehditlerin yanında gericilik tehdide baş göstermektedir. Sınıfsal tepkilere karşı insanların haklarını aramaktan alıkoyan bir zihniyet şekillendirmeye çalışan gerici kadrolar, ülke içinde gelişen içsel dinamiklerden kaynaklı hataları, allayıp pullayıp dışarıya yönlendirmektedir. Böylece uluslararası ilişkilerde belirsizlik yaratarak, o ülkenin yurttaşlarına hali hazırdaki kapitalist krizlerin sebeplerini ve müsebbiplerini kendileri olmadığına inandırmaktadır. Tabii ki küresel krizler salt iç siyasetteki ve ekonomideki aktörler yüzünden çıkmamaktadır. Ancak azgelişmiş ülkelerde böyle durumlar için tanımlanması gereken kavramlardan bir tanesi “işbirlikçi”liktir. İşbirlikçilerin ortak davranışları, emperyalist stratejiler doğrultusunda küresel güvenlik ve iç güvenlik konularında ortaya çıkan faturaları, diğer az gelişmiş ülkelerdeki adaşlarıyla yek vücut hareket ederek emekçilere ve çalışanlara kesmektir.
Türkiye’de “teğet(!)” geçen krize rağmen, vergi üstüne vergi, temel gıda ürünlerinden elektriğe, suya ve gaza zam üstüne zam yaparak, bütçe açıklarını doğrultamayan iktidar, en sonunda geriye dönerek, nostaljik Keynesyen uygulamaları reçeteleştirmeye çalışmıştır. Son dönemde çeşitli sermaye örgütleri, işçi sendikaları ve hükümet tarafından desteklenen krizden kurtulma yollarından “Kriz Varsa Çözümde Var” kampanyası ile bütün toplumu kapsayan “uzlaşma” modeli etrafında, neokorporatist uygulamalar yürürlüğe konmak istenmektedir.(1) Emekçi sınıfların tasarruf bile edemeyeceği, beslenme ihtiyaçlarına zar zor yeten ücretlerini alışverişe harcamaları sayesinde ekonomiyi canlandırmayı tahayyül eden iktidar, ücretler seviyesini düşük tutarak klasik Keynesyen ruha ihanet etmektedir. Esnek üretim ve sendikasızlaştırmanın önünü açan, iş güvenliğini ve sosyal güvenliği ortadan kaldıran yasal uygulamaların, dolu taneleri gibi emekçi sınıflar üstüne düştüğü bu zamanlarda, güvenlik tehdidi ve milliyetçi/gerici reaksiyonlarla karşı karşıya kalan emekçi sınıfların sermaye tarafından büyük bir kuşatma altında olduğu su götürmez bir gerçektir. Sadece üretimin gizli mabedi fabrikalarda değil, siyasal ve sınıfsal temsil mekanizmalarında da devlet tarafından baskı altına alınan emekçi sınıflar, ilk bakışta olanaksızlık içinde ve avantajsız konumda gözükmektedirler. Bu durum sadece Türkiye’ye özgü olmayıp, kazanılmış hakları hedef alan saldırılar sonucu tüm ülkelerde yaşanan ortak bir süreçtir. Ancak süreçleri aksi istikamete döndüren bazı örneklere bakmak, emekçiler ve işçiler açısından daha umudun bitmediğini gösterebilir.
1990’larda İtalya’da Berlusconi hükümetini düşüren direnişler, bugün Fransa’da sosyal hayatı felce uğratan ve çeşitli bakanların istifasına neden olan işçi ve öğrenci eylemleri, Arjantin’den İspanya’ya, İngiltere’den Venezüella’ya kadar her ülkede, farklı boyutlarda ve zaman dilimlerinde gerçekleşen kitlesel emekçi eylemleri yükselişe geçmiştir. Türkiye’ye döndüğümüzde durum, Yüksel Hocamızın 7 Temmuz 09 tarihli yazısının başlığının iyi bir şekilde özetlediği gibi “hava işçiden yana ısınmaktadır”. Açık kitle hareketleri açısından olduğu gibi, işçi sınıfı hareketi açısından, dolayımlı yoldan bilinçlenme söz konusudur. Esnek çalışma, örgütsüzlüğün ve taşeronlaşmanın tehlikelerini (zaruri sebeplerden dolayı) göremeyen taşeron ve/veya örgütsüz işçiler bugün bir kağıt parçasının işverence feshedilmesi sonucu sorgusuz sualsiz işten çıkarılmaktadır. Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da 1200 işçinin işsizler ordusunda yerini alması bunun çarpıcı örneklerindendir. İşsiz kalan ya da ağır çalışma koşullarında mesleki hastalıklara yakalanan, iş “cinayetleri” sonucu hayatını kaybeden işçiler ve emekçiler artık durumun daha net farkındadır. Kimin dost kimin düşman olduğu, kimin sermayenin kimin emekçilerin yanında yer aldığı giderek berraklaşmaktadır. Dolayımlı bilinçlenmeden kastettiğimiz, vahamet dolu pratiklere paralel gelişen sadece ekonomik değil, siyasal bilinçlenmedir. Herkesin, özellikle düzen partilerinin aktörlerinin farkında olduğu gerçek, emekçilerin sağ-sol, dinci-laik yedeklenmelerine, popülist politikalara eskine nazaran daha az rağbet ettiğidir. Kısacası işçi ve emekçi sınıflarda “sınıf”ına doğru bir mobilizasyon görülmektedir. Yine 7 Temmuz tarihinde Sendika.Org’un yayınladığı “Yalnızca sendikamız için değil, zulme karşı direniyoruz” başlıklı haberin içeriği iyi incelendiğinde, Belediye-İş’e bağlı işçilerin, iktidara karşı direnç gösterdiğini ve sendikasının genel atmosferini aşan bir tavırla ve kararlılıkla mücadele sergilediğini görebiliyoruz. Tam da bu noktada, rüzgarı emekçilerden yana estirecek, işçi sınıfının siyasal işleyişe müdahil olmasına yarayacak sendikaların önemi giderek artmaktadır. Sahip olduğu işlevinden dolayı bu kadar önem kazanan sendikalar, egemenler tarafından boş bırakılmayıp, işbirlikçi sendikal bürokrasinin deformasyonu altında işlevsizleştirilmek istenmektedir. İşçilerin ekonomik taleplerini göstermelik takvim eylemciliği ile sürdüren, sendikal demokrasiyi yok eden ve örgütlü yaşamı ve örgütlülük bilincinin mahiyetine aykırı davranan işbirlikçi yönetim kadrolarını tasfiye etmek, sermayeye karşı yürütülecek emek mücadelesinin ivme kazanmasına yardımcı olacaktır. Sendikanın asli g
örevlerini bürokrasi ile boğmanın altında yatan başlıca neden, işçileri ve işçi mücadelesini demokrasi ve siyasetin dışarısında bırakmadır. Ki sendikalar sadece ekonomik değil, halkı yakından ilgilendiren tüm toplumsal konularda taraf olmak durumundadır. İşçi sınıfının mücadelesi, “…insanlığın evrensel kurtuluşunu da gerçekleştirecek olan bir mücadeledir. Çünkü toplumun ortak çıkarları yalnızca proletaryanın sınıfsal çıkarlarıyla örtüşmekte, bu yüzden de proletaryanın talepleri insanlığın ortak ihtiyaçlarını temsil etmektedir”.(2)
Türkiye için bahsettiğimiz iki örnekle bir sonuca varmaya çalışırsak, işçi ve emekçilerin, sendikalarının ve yer aldıkları platformlarının mücadelelerini kararlılıkla yürütmelerinin yanında, esas olarak hedef tayin etmede net olmaları lazımdır. Aksi halde yoğunlaşan tüm güç yanlış yere kanalize edilerek harcanan emekleri ve direnişleri boşa çıkarabilir. İkincisi, hedef netleştirildikten sonra mücadelenin kapsamı, erimi ve araçları iyi belirlenmelidir. Bunun için öncelikle sendikal bürokrasiden sıyrılmak gereklidir. Tüm bunların “ha diyince” gerçekleşmeyeceğini göz önünde tutarak, üçüncüsü ve belki de en önemlisi, sınıfın ve emek güçlerinin bağımsız, ortak amaçlar etrafında örülmüş çizgide örgütlenmeleri kaçınılmaz bir hal almıştır. İstanbul’daki 1200 işçinin işsiz kalmasını, adı rengi fark etmeden, sendikalar kendilerine “üye olmadıkları” gerekçesiyle peşini bırakmadan, takipçisi olmalıdır. Aynı durumu tersine çevirdiğimizde, Kocaeli Belediyesi işçilerinin maruz kaldığı baskı politikalarına karşı başta 1200 işsiz işçi ve diğer tüm sendikalara bağlı/bağlı olmayan işçiler arasında bilinçlendirme çalışmaları sürdürülerek, sınıf dayanışmasının tohumları serpilmelidir. İyi güzel de kim yapacak tüm bunları diye sorduğumuzda karşımıza çıkan cevap: Gerçekten üretenlerin yanında yer alan sendikalar ve sendikacılar ile toplumu teşkil eden ilerici, demokrat, cinsiyeti, yaşı, mesleği fark etmeden tüm emekçilerdir.
Kaynaklar:
(1)Bob Jessop, Mesele dergisinin Nisan 2009 sayısına verdiği röportajda neokorporatizm üzerine şu değerlendirmeyi sunmuştur: “Neoliberalizm, ise sistematik olarak örgütlü emeğin geriletilmesini ve bazı profesyonel örgütlerin zayıflatılmasını içerir. Dolayısıyla neoliberalizmin ilerlediği ülkelerde neokorporatizmi tekrar canlandırmak zor olacaktır”. (s. 31)
(2)Tülin Öngen, Marx ve Sınıf, Praksis Dergisi, Güz, 2002.