“paramparça olmuş hayatın hikayesi ancak ufak tefek parçalar halinde anlatılabilir” “Sonbahar” F tipi cezaevlerindeki direnişi kırmak amacıyla 19 Aralık 2000’de başlatılan ve insanlığımızdan utandıran bir rezillikle “Hayata Dönüş” olarak adlandırılan katliamın yıldönümünde “sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına” adanmış bir film. İzleyicilerinde oluşturduğu olumlu duygusal havanın ve yönetmeninin duyarlılığına saygı duymakla birlikte film üzerinden bu tür tartışmaları […]
“paramparça olmuş hayatın hikayesi ancak ufak tefek parçalar halinde anlatılabilir”
“Sonbahar” F tipi cezaevlerindeki direnişi kırmak amacıyla 19 Aralık 2000’de başlatılan ve insanlığımızdan utandıran bir rezillikle “Hayata Dönüş” olarak adlandırılan katliamın yıldönümünde “sabırsızlık zamanının güzel çocuklarına” adanmış bir film.
İzleyicilerinde oluşturduğu olumlu duygusal havanın ve yönetmeninin duyarlılığına saygı duymakla birlikte film üzerinden bu tür tartışmaları yapmanın içereceği “sakıncaları-haksızlıkları”da göze alarak film hakkında söylenecek bir iki şeyin 12 Eylül cenderesinden geçmiş kuşaklar için kıymetli olacağını düşünüyorum. . Film, Türk sinemasında daha önce kullanılan “babaevine” dönüş yerine “anneevine” dönüşün öyküsüdür. Otoriteyi temsil eden baba figürü, freudiyen baba-oğul çatışması Türk sinemasında oğlun aczi olarak kullanılmıştır. Burada seçilen “anneevi” bu aczi minimalize etse de yine de sonuç sığınma ve acz halidir. Bu ülkede artık hesaplaşmalar sığınma ve film sonlarında öldürülen devrimci başrol oyuncuları üzerinden olmamalıdır. Yanlışlar üzerine konuşulması gerekir ama bunun bitmeyen bir süreç ve kötürümleştirici bir günah çıkarma haline dönüştürmek siyasi bir tavır değildir. Solun entelektüel donanımının sağladığı aşırı iç muhasebe, aşırı özeleştiri tavrı 12 Eylül’den sonra solu aciz, iktidarsız kılan en önemli unsurlardan biridir ve kırılmalıdır.
Filmde konu edilen “Hayata Dönüş” operasyonu Türkiye’deki cezaevlerinde devrimci tutsakların F tipine geçişi engellemek amacıyla 20 Ekim’de başlattıkları açlık grevini 19 Kasım’da ölüm orucuna dönüştürmeleri üzerine 19 Aralık 2000 tarihinde 20 cezaevinde eşzamanlı 10000 güvenlik görevlisiyle gerçekleşen ve 30 devrimci tutsağın katledilmesiyle sonuçlanan operasyonun adıdır. Operasyonda ölümlerin çoğu yanıcı madde ve gaz bombası atılması sonucu gerçekleşmiştir. Sadece katletmekle kalmayıp operasyonun ardından 154 tutsak hakkında faili belli olmayacak şekilde adam öldürmek, isyan ve intihara azmettirmek suçlarından ömür boyu hapis istemi dava açılırken, operasyon sırasında Cezaevi Genel Müdürü olan Ali Suat Ertosun’a 2004 yılında “Devlet Üstün Hizmet Madalyası” verilmiştir. Ali Fuat Ertosun’un çocukluk anılarının Kenan Evren’in anıları ile benzerliği kuvvetle muhtemeldir.
Kenan Evren Milliyet yayınlarından çıkan anıları kitabında, çocukluk yıllarındaki anılarını anlatıyor…
“İlkokul çağında en çok zevk aldığım şeyler arasında sapanla kuş vurmak gelirdi. Tatil günleri birkaç arkadaş ellerimizde lastik sapanlarla mahalleler arasında dolaşır, ekseriya serçe vurur, eve getirirdim. Yine günlerden bir gün kuş vurmak için dolaştık, dolaştık fakat hiç serçe vuramadım. Eve boş dönmememk için, yakınımdaki bir kumruya nişan aldım, sapanı çektim ve kumruyu vurdum. Kuş yere düştü, yanına gittim ve elime aldım. O an içime bir acıma hissi geldi, vurduğuma pişman oldum. Ölmek üzere olan kumruyu elimle okşadım, başından öptüm ve başını koparmadan orada bıraktım. Bu olaydan sonra de bir daha kuş avlamadım”.
12 Eylül 1980 günü yaptığı radyo-televizyon konuşmasında ortaya koyduğu tabloda öne çıkardığı şiddetin dramatizasyonudur. Kendi diktatörlüğünde üretilen sistematik şiddetin istatistikleri. 650 bin gözaltı ve istisnasız hepsinin işkenceden geçirilmesi, 1 milyon 680 bin kişinin fişlenmesi, 388 bin kişiye pasaport yasağı, 210 bin dava, 7 bin ölüm cezası istemi, 50 infaz, 300 kuşkulu ölüm, 171 işkenceden ölüm, 299 cezaevi ölümü, kaçarken vurulan 16 kişi, yurttaşlıktan atılan 14 bin kişi…. Ve sonrası…sessiz kalabalıkların yanında 12 Eylül öncesi toplumu siyasi olarak yönlendiren entelektüellerin safını ve zeminini kaybetmesi ve yeni liberal sisteme yuvalanması, tüketim kalıplarıyla kendini var eden sonradan görme zenginlerin yeni seçkin olarak tanınması, sosyal devletin adım adım tasviyesi yanında, emekci hareketlerin tarih dışı ilan edilmesi tüm bunlara direnenlerin “hayata dönüş” ve benzer operasyonlarla katledilmesi….
Kimlerdi bu hükmü yıkacak olanlar. 12 Eylül de çocuklarının geleceği için sokaklarda dolu dizgin yürüyen bireylerin çiçekleriydi …Özgürlük 12 eylül de yoldaşlara ne kadar yakınsa, şimdiki gençlere, çiceklere siyaset o kadar uzaktı, siyasetten kaçan kuşaklar eğitim cenderesinde benzeştirildi ve soru sormayı değil boşlukları karalamayı öğrendiler. Karaladıkları her bir boşluğun, analarının-babalarının baş kaldırışları ve geçmişi olduğundan habersizdiler…
Türküler 12 Eylül sonrası dünyaya gelenlerden. 12 Eylül faşizminin insanı yeniden şekillendirdiği bu topraklarda çocukluğu geçti. Şu an 21 yaşında. Faşizmin boşlukları karalamayı öğretemediği gençlerden. Aşağıda ki yazı “Sonbahar” filmini izledikten sonra bana gönderdiği yazıdır…
sevgili dayım,bu sonbahar’dan hemen çıkınca yazdığım bir yazı, paylaşayım dedim. öperim çok.
türküler.
“hey gidi karadeniz
doli da taşamadi
etmiyelum sevdaluk
edenler yaşamadi
diyerek açılır sahne. iç yakan notalarla.. basit, yalın.. sonra güzelim doğu karadeniz’in dağlarına, ormanlarına çıkarır adamı. nefesi kesilir insanın, sahiden oralara tırmanmışta bir anda yeşil bir denizi ayaklarının altına almış gibi. derin bir nefes alınca ciğerlerine dolar o nemli, yağmur kokulu, tertemiz karadeniz havası. tadına bakmış olanlar bilirler o oksijen tadının, kokusunun sindiği havayı. o hafif baş dönmesini bilirler. yeşilden sarıya döner tablo, dönerken şakır şakır yağmur yağar, hani şu hiç neden yokken yağan yağmurlardan. her gün yağdığını bilsen de başladığında seni gafil avlayanlardan. öyle çiselemeden, düşünmeden birden boşalıveren yağmur. yazın ortasından sonbaharı getiren bereket, sesiyle tahtalarını döver eski evin, pencerine çarpar damla damla. yerleri çamur eder ama affedilmek için de mis gibi bir koku yayar etrafa, beyaz perdeden yayılıp burnuna gelebilecek kadar. sonra bir sis çöker, dağları bulutların arasına çıkartmışlar gibi olur. yağmur hafiften kara çevirirken, beklenmedik bir şekilde yayla çıkar ortaya sonraki sahnede. yazı başka, kışı başka güzel. tam bir kaçış, tam bir sığınış anlatır. karlar altındaki yayla kendini yorulmadan beyazların içinde kaybetmeni sağlar. yardım ve yataklık eder sana. ve en sonunda karadenize döner yüzler. ama karadeniz de dönmüştür yüzünü sana. dolup da taşamayan, böyle hırçın, böyle isyankar, böyle hüzünlü bir deniz yoktur. insanı yutar, boğar, sürükler ve kaybeder. meydan okursun bir iskelenin ucundan, ama daha da daha da büyür dalgalar, tokat gibi çarpar o iskeleye. hisleri vardır işte bu denizin, kimseye aldırmaz gibi görünür ama aslında anlatsan anlar karadeniz.
en sonunda bir ağıt kulakları, sahneyi, salonu, içini, dışını, hatta karadenizi bile doldurur. öyle içli biter.
biter de.. tulumun sesi içine saplı kalmıştır.”
Kenan Evren çocukluğunda vurduğu kumruya gösterdiği şevkatin öcünü, bu topraklarda binlerce devrimciyi işkence tezgahlarından geçirerek, insan kafası kopararak almıştır.
Son beyanatı “beni yargılayamazsınız intihar ederim olmuştur.
Kenan Evren yargılanacak…
Kenan Evren’le özdeşleşen zihniyetle, kendisi ile ve devamcılarıyla hesaplaşılacak
Kenan Evren’i b
u ülkenin devrimcileri yargılayacak
Gerekirse kemiklerini mahkemeye çıkartarak…
Bize kanlı bir uykunun, bir kardeşlik sabahı başlatacağı
müjdelenmedi.
Cinayetten dönen kardeşiniz, gölgesini gizlediği duvarların
ötesini görür.
Ellerini yıkar ve sizi dünyada bir söz olarak bırakır