Başbakan Erdoğan, Suriye gezisi öncesi Kürt sorununun çözümüne ilişkin yapılan çalışmalardan bahsederken henüz adını anmaktan bile imtina ettiği görülüyor. Şöyle ki: ‘Ben bunun adı üzerinde, başlık üzerinde konuşacak değilim. Buna ister Kürt sorunu, ister Güneydoğu sorunu, ister Doğu sorunu, isterse yine son olarak adlandırılan Kürt açılımı diyelim, ne dersek diyelim bunun üzerine bir çalışma başlattık’ […]
Başbakan Erdoğan, Suriye gezisi öncesi Kürt sorununun çözümüne ilişkin yapılan çalışmalardan bahsederken henüz adını anmaktan bile imtina ettiği görülüyor. Şöyle ki: ‘Ben bunun adı üzerinde, başlık üzerinde konuşacak değilim. Buna ister Kürt sorunu, ister Güneydoğu sorunu, ister Doğu sorunu, isterse yine son olarak adlandırılan Kürt açılımı diyelim, ne dersek diyelim bunun üzerine bir çalışma başlattık’
Nisan ayında Cumhurbaşkanı Gül’ün de aynı şekilde giriş yaptığını hatırlayalım. Şimdi de Başbakan aynı girişle açıklamada bulunuyor. Sanki adını koymakla suç işleyecekmiş gibi, dilini tutuşturacakmış gibi sakınmanın, fincancı katırcıları ürkütmemek için sözü uzattığının, güvensizlik yarattığının farkında değiller galiba. Açıklamanın şu bilinen üslubu tıpkı, 2004 Haziranı’nda TRT’de yarım saatlik Kürtçe yayın başlatılmasında olduğu gibi, ‘Türkçe dışındaki dillerden’ diye tanımlanıp Kürtçe’nin adı anılmadan program yapılmasına benziyor.
Anlıyoruz elbette, zor bir süreçtir, devletin bünyesinde kördüğüm haline gelmiş, devam ettikçe habire kanatan sorunun çözümünün altına imza atmak ve bu süreci yönetmek.
Yazının başlığına dönersek, sorunun yanıtını ilgili herkes gibi merak ediyorum.
Diyarbakır’da bu sorunun yanıtını ararken, ilk başvuru kaynağım masmavi göğümüz ve bembeyaz kümelerle üstümüzde dolaşan bulutlar oluyor. Göğümüzdeki açılmış yaralardan gözümü alamıyorum. Her sabah ve akşam savaş uçaklarının kesip biçerek yarıp geçerek, delik deşik ettiği göğümüze bakıyorum. Hem zaten bakmasam da o ses duvarını yıkıp parçalayan seslerden dolayı değişen bir şeyin olmadığı sonucuna varıyorum. Savaş uçakları her gün, sabah ve akşam saatleri olmak üzere düzenli bir şekilde iki öğün sortilerini yapıyorlar. Uçakların yakıtları, attıkları füzeler, bombalar ve pilotların her sortiden aldıkları harcırahlar Türk ve Kürt emekçilerinin ceplerinden karşılanıyor nasılsa.
Ankara’da Kürt açılımı konuşulurken Diyarbakır’da savaş uçaklarının keşif ya da operasyonel amaçlı sortileri periyodik olarak devam ediyor.
Şimdi bu görüntülerden, Kürt açılımının barış getirmesi ihtimali çıkarılabilir mi, yoksa, ‘barış en karanlık durumdan, en kızgın çatışma ortamından doğar’ sözüne mi tutunalım?
Öte yandan, Başbakan’ın Kürt açılımı yapmaya hazırlanırken, DTP ile görüşmeme prensibini sürdürmesi, herkesle görüşüp muhatabıyla görüşmemekte diretmesinin kabul edilir bir yanı yoktur. Söz konusu konuşmasında, ‘İçişleri Bakanlığımıza bu görevi verdik. Bütün ilgili bakanlıklarla görüşmelerini yapıyor, yapacak. Bu da Genelkurmay’ıydı, MİT’iydi, vesaire, tüm bunlarla görüşmeler yapmak suretiyle… Bunun yanında, bölge milletvekilleriyle görüşmelerini yapacak. (…)’ Bu ‘bölge milletvekilleri’ arasında DTP’liler var mı, yok mu belli değil, adını anmıyor. DTP ile görüşmeden, Öcalan’ın açıklayacağı ‘yol haritası’nın ne içerdiği beklenmeden siyasi telaşla, kapsayıcı olmayan bir plan hazırlığına girmek, barışı getirmeye hizmet etmez.
Bu açıklamalara bakıp yapılmak istenenlere güven duymak olası değil.
Başbakan da, Cumhurbaşkanı da geleneksel Türk siyasetçilerinin üslubunu kullanıyor, resmi ideolojinin belirlediği çizginin üslubuyla açıklamalar da bulunuyorlar.
Özgürlükçü bir dili yok bu konuşmaların, samimi değil açıkçası.
Ancak yine de ABD ve AB’nin telkinleri ve zorlamalarına boyun eğip girişimlerde bulunmaları nedeniyle barışa en yakın olduğumuz bir dönemin yöneticisidirler ve bu iktidarla sorunun çözümünün veya açılımın müzakere edilmesinin yolları aranıyor. Her Kürt siyasetçisi bu sürecin ciddiyetinin farkındadır ve gerekli hassasiyeti göstermektedir zaten.
Nisan ayından bu yana siyasi gelişmelere bakınca, egemen Türk siyasetinin muazzam gücüne ve olanaklarına rağmen mevcut yapısıyla, mağdur ve mağrur Kürt siyasetinin vardığı olgunluk seviyesinin ne kadar gerisinde oldukları çok net görülebilir. Bir kere Öcalan’ın avukatlarıyla yaptığı görüşmede, her kesimden sorunun çözümüne ilişkin görüş alınması isteğinin altında yatan niyet ve isteği, Türk siyasetçilerinin Kürt açılımıyla ilgili açıklamalarında göremiyoruz. Bu durum bile başlı başına sorumuzun yanıtına ilişkin ipuçlarını veriyor.
Barış gelecekse, bu kadar ağır bedeller ödemesine rağmen böylesine hevesli, samimi, arzulu Kürt siyasetçilerinin özverili çabalarıyla geleceğini söylemek, abartılı ya da tarafgir görüş sayılmamalı.