Hoş, nisyanla malûl olsa ne olur; tarih yaratılmış ve yazılmıştır bir kere. Değiştirmeye, reddetmeye, yok saymaya, farklıymış gibi algılatmaya kimin gücü yetebilir? Bu tarih bizimdir. Doğru ve yanlışlarıyla; iyi ve kötü halleriyle; sabitlenmesi ve değişmesi gereken yönleriyle; ders çıkarılması ve ders gibi öğretilmesi gereken yanlarıyla; hüznü, coşkusu, korkusu ve kahramanlığı ile bu tarih bizimdir. Tarihimiz […]
Hoş, nisyanla malûl olsa ne olur; tarih yaratılmış ve yazılmıştır bir kere. Değiştirmeye, reddetmeye, yok saymaya, farklıymış gibi algılatmaya kimin gücü yetebilir? Bu tarih bizimdir. Doğru ve yanlışlarıyla; iyi ve kötü halleriyle; sabitlenmesi ve değişmesi gereken yönleriyle; ders çıkarılması ve ders gibi öğretilmesi gereken yanlarıyla; hüznü, coşkusu, korkusu ve kahramanlığı ile bu tarih bizimdir.
Tarihimiz hakkında herkes istediği yorumu yapabilir; küfredebilir ya da alkışlayabilir. Yalana, dolana, çamur atmaya kalkışmadan eleştirebilir. Bunları yapabilmek için tarihin yaratıcıları, yazıcıları olmaya da gerek yoktur. Gerçeklerin ters yüz edilmemesi dışında hiçbir şartın öne sürülmesi mümkün değildir.
Zaten tarih nedir ki? Bütün bir tarihin topyekûn doğru ya da yanlış olması olabilecek bir şey midir? Ana hattın doğrularla örülmesi, ‘hiç yanlışımız olmadı’ tutuculuğuna kapılma sonucunu doğurur mu? Bu tarz, doğru ve gerçekçi olabilir mi?
Zaten tarih nedir ki? Bugünden geriye dönüp bakıldığında; dün doğru olan bugün için yanlış olabilir. Dün yanlış olan, bugünün doğrularıyla örtüşebilir. Dünün yanlışı bugünün de yanlışı, dünün doğrusu bugünün de doğrusu olabileceği gibi. Aksi yaklaşımın bilimselliği tartışmalıdır ama asıl olarak kötü niyeti alenileştirir.
Kötü niyet besleyenlere, tarihin az bilinen ve neredeyse unutulmaya yüz tutmuş dönemlerinden hareketle devrimcileri karalamaya ve mahkûm etmeye kalkışanlara tahammülsüzlüğün nedeni budur. İtirazımız, tarihimizin eleştirilmesine değil, devrimcilerin köşeye sıkıştığını varsayarak, linççi güruhun arasında yer alma gayretkeşliğinedir.
Son bir yılda vuku bulan tartışmalar hatırlanırsa; Taraf gazetesiyle simgeleşen âlemin büyüsüne kapılan bilcümle hülyalı siyaset erbabı ve yazarın, ileri geri yazarak ve konuşarak, durduk yerde ortalığı karıştırdığı görülecektir. Tartışmayı başlatan onlardır; yoğun tepkiyle karşılaşınca konunun unutulmasından medet uman yine onlardır. Tek bir farkla; vicdan sahiplerini tarihsel karalamalara direnme sorumluluğu ile baş başa bırakarak sessizlik tercih edilmiştir.
Olan biten, delinin kuyuya taş atması ve kırk delinin taşı çıkarmasından ibarettir. Sanılmasın ki deli olmaktan hoşnut değiliz. İsmimiz deliye çıksa da, tarihi çarpıtmalara, ölen arkadaşlarımızın karalanmasına ve hak etmedikleri suçlamalara maruz bırakılma girişimlerine ısrarla ve inatla karşı çıkmaya devam edeceğiz.
Bunu hem hafıza tazelemek için yapacağız hem de genç kuşaklara yaşananları aktarmak için; geçmişi olmayanın geleceği olmayacağını, geçmişe küfrederek gelecek kurma çabasının nafile olduğunu hatırlatmak için.
Bu tarih bizimdir
Bu tarih bizimdir. Bu iddialı bir sözdür; kendine güveni, tarihiyle barışık olmayı ifade eder. Bu iddia içinde, “sol çocukluk hastalığı” diyebileceğimiz öyküler de vardır, masumluk da. Arayış da vardır, yaratmanın coşkusu da. Safça yapılan hatalar da vardır, hüzünlü ayrılıklar da. Vakti zamanında sol ile Kemalizm arasında duygusal, politik rabıtayı resmeden örnekler de vardır, tepeden tırnağa devrimi ve sosyalizmi hedefleyen programlar da. Korkulara, geri çekilmelere, yenilgilere de rastlamak mümkündür tarihimizde, yoksulların mutluluğu için adanmış hayatlara da.
Çünkü bu biziz. Çünkü biz, bu tarihin bir parçasıyız. Sol, Kemalizm, Kürt sorunu, emperyalizm, bağımsızlık, devrim gibi kavramların şimdiki zaman algısının ve üzerinde durduğumuz zeminin taşıdığı anlamın, ideolojik-politik çerçevemizin, yüzyılı aşkın öykümüzden ayrı düşünülmesi ve değerlendirilmesi mümkün değildir.
Yoksa açıkçası ayaklarımız yerden kesilir, kökümüz topraktan kopar ve savrulur gideriz. Biliyorum ki savrulduğumuz yer, geçmiş-bugün-gelecek diyalektiğinin reddiyesi anlamı taşır ki, yukarıda ismi zikredilen kimi eski solcuların haldeki durumu budur.
Mahir Çayan Atatürk nöbetinde
Biz rahatız. Niye mi? Çünkü tarihimizle barışığız. 68 kuşağından gençlerin Atatürk’ün Bursa Nutku’nu ellerinden düşürmediğini biliyor ve bundan rahatsızlık duymuyoruz. Bu olaydan hareketle, sol ile Kemalizm arasındaki ilişkiye dönük abartılı, çokbilmiş ve küstah sonuçlara ulaşmıyoruz. Ondandır ki, Vedat Demircioğlu’nun 6. Filo’yu protesto eylemleri sırasında öldürülmesini takiben, Ankara’da bir grup devrimci öğrencinin, Vedat’ın katledilmesini protesto etmek amacıyla zamanın İçişleri Bakanı Faruk Sükan’ın makam odasının önüne Bursa Nutku’nun yazılı olduğu bir levhayla Vedat fotoğrafını bırakmasını anlayabiliyoruz.
Bugün sık sık emsal gösterilen Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) 1965 seçimlerinde TBMM’de temsil edilmesinin “İkinci milli kurtuluş savaşının başlaması” olarak tanımlanmasının anlamına da vakıfız. Deniz Gezmiş’in babasına yazdığı mektupla popüler hale gelen şu satırların ne anlama geldiğini bilmenin huzurunu taşıyoruz: “Baba, biz Türkiye’nin ikinci kurtuluş savaşçılarıyız. Elbette hapislere atılacağız, kurşunlanacağız da. Tıpkı birinci kurtuluş savaşında olduğu gibi.”
Yine günümüzün sol, sosyalist partilerinin bol bol atıfta bulunduğu TİP’in, Mustafa Kemal’in ölüm yıldönümü nedeniyle, 10 Kasım 1967’de, yayınladığı bildirideki “Atatürk öleli 29 yıl oluyor. Atatürk her şeyden önce halaskar Gazi Mustafa Kemal Paşa’dır. Emperyalizme karşı tarihin ilk milli savaşının önderidir. Bütün mazlum esir milletlere hürriyet yolunu göstermiş olan büyük kurtarıcıdır. Atatürk’ü saygı ve sevgiyle anmanın, ona en yaraşır şekli, Amerika’ya karşı yürütülen İkinci Milli Kurtuluş mücadelemize hız vermektir. İzmir’in kordon boyunda ve Dolmabahçe’de, körpecik göğüslerini düşmana siper edenler, senin genç evlatlarındır. Onlar sana ihanet etmediler.” şeklindeki satırların zamanın Türkiye’sindeki hangi güçlere vurmayı hedeflediğini hissedebiliyoruz.
1 Nisan 1966’da bir gericinin Atatürk heykelinin önünde önce namaz kıldığını ve sonra yanında taşıdığı baltayla heykele saldırdığını yazmıştı gazeteler. 68 kuşağından devrimcilerin bu gerici saldırıya tepkisini devam eden nüshalarında okuyucularına duyurmuştu aynı gazeteler. Devrimci gençler İzmir, İstanbul ve Ankara’da Atatürk heykellerinin önünde “Atatürk’e bağlılık nöbeti” tutmaya başladığı da düşmüştü haber ajanslarına. Nöbet tutan dernekler arasında SBF Fikir Kulübü de vardı. SBF Fikir Kulübünün o zamanki başkanı ise Mahir Çayan’dı.
Mahir Çayan’ın başkanlığını yaptığı SBF FK’nın eylem sırasında okuduğu bildiri metninde bakın neler yazıyor: “(…) Biz, bu çirkin saldırılara araç olan uyutulmuş zavallı kişilere değil, bu anlayışın bilinçli, çıkarcı sözcülerine sesleniyoruz. Kuvvetini Atatürk devrimlerinden alan bir gençlik örgütü olarak biz, SBF Fikir Kulübü, tüm bu yurtsevmez hareketin karşısında sonuna dek direneceğiz ve Ata’nın büstüne kadar uzanmaya cüret eden ellerinizi kıracağız.” Bu satırları kaleme alan gençlerin daha sonra THKP-C’nin çekirdek kadrosunu oluşturduğunu, THKP-C’nin emperyalizme ve faşizme başkaldırının odaklarından biri olduğunu bilen bizlere, bu hatırlatmayı yapmanın ne kadar zül geldiğini söylemeye hacet var mı?
1968 yılının Ekim ayında Samsun’dan Ankara’ya yapılan “Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü”nü hatırlamamak ise tarihimizin önemli bir yaprağının eksik bırakılmasına neden olacaktır ki, buna gönlümüzün razı gelmesi mümkün değildir. Çünkü bu yür