İlerici bir sendikanın merkezi geçtiğimiz günlerde taşındı. Taşındıkları dairede çok büyük bir “sorunla” karşılaştılar. Dairenin elektriği, suyu, telefonu hatta ADSL’si dahi kaçaktı. Su saati yoktu; telefon ve ADSL bir başka daireye giden hatta “kaynak” yapılarak kullanılıyordu; elektrik tesisatına “ayar” yapılmıştı. Her işlerini kaçağa bağlayan eski kiracılarının kimliği daha da ilginçti: şehit aileleriyle ilgili etkili bir […]
İlerici bir sendikanın merkezi geçtiğimiz günlerde taşındı. Taşındıkları dairede çok büyük bir “sorunla” karşılaştılar. Dairenin elektriği, suyu, telefonu hatta ADSL’si dahi kaçaktı. Su saati yoktu; telefon ve ADSL bir başka daireye giden hatta “kaynak” yapılarak kullanılıyordu; elektrik tesisatına “ayar” yapılmıştı. Her işlerini kaçağa bağlayan eski kiracılarının kimliği daha da ilginçti: şehit aileleriyle ilgili etkili bir kuruluş!
Sendikacılar taşınma gailesinin yanına bir de su saati bağlatmaktan başlayıp bütün diğer hizmetlerin tesisatlarını “yasallık”la uyumlu bir düzene getirmek için epeyce uğraştılar.
Artık kaçak elektrik ve su kullanımının büyük bir bölümü sanayide. Büyük sanayi kuruluşları kullandıkları elektrik ve su faturalarını düşürmek için bin bir “kaçak” yöntem kullanıyorlar.
Dünyanın her yerinde yoksulların, dışlananların bir direniş biçimi olarak ortaya çıkan kaçak hizmet kullanımında ise Türkiye’nin yoksul mahalleleri giderek “geriye” düşüyorlar. Artık hiçbir yoksul mahallede direkten kablo çekilmiyor… Giderek kabaran elektrik, su, telefon faturaları karşısında yoksulların “sesi”, en çok parasız, ucuz hizmet talebiyle duyuluyor. Sayaç okuma, açma kapama görevlilerinin “giremediği” “kurtarılmış mahalleler”e daha çok var. Ne sayaçlar sökülüp atılabiliyor, ne ulaşımda, iletişimde ve diğerlerinde hizmete kitlesel “el koyma” hareketleri geliştirilebiliyor…
Gündelik yaşamda “düzen dışılık” en “milliyetçi-maneviyatçı-devletçi” örgütler ile sermayenin işi olmaya başladı sanki.
Bir yandan kriz, bir yandan toplumsal çöküntü ve diğer yandan da yaz sıcaklarıyla birlikte yaşanan suç patlaması da Türkiye toplumunun nasıl dişinden tırnağına silahlı olduğunu ortaya koydu. Sokakta gördüğümüz iki kişiden birinin ateşli silahı var neredeyse. Bireysel silahlanma ile faşizan toplumsal kültür arasında da ciddi bir örtüşme olduğu da biliniyor. 20-30 yıl öncesinin “silah taşıma adabı”nın yerinde yeller esiyor. Çoğu da “ruhsatlı” silahlarıyla, “Kurtlar Vadisi” kahramanları gündelik hayatımızda giderek daha fazla boy gösteriyor.
Düzen dışılık ve öz-savunma yeteneği toplumda bu şekilde yer değiştirirken, solun ve bilinçli emekçilerin gündelik yaşam kültürü de bu bakımdan tam aksi doğrultuda gelişiyor.
Artık kimse “izinsiz” afişlemeye, yazılamaya çıkmıyor neredeyse. Sıkıysa çık, her biri kayıtlı kuyutlu binalarda bulunan partilere, derneklere para cezaları yağıyor. Çoğunluğu ücretli, kayıtlı işlerde çalışan parti ve dernek yöneticilerinin şahsen sorumlu tutuldukları bu tip cezalar bu tip örgütlerin kabusu haline geliveriyor.
Türkiye toplumunun en “silahsız-savunmasız” kesimini herhalde solcular oluşturuyor. Solcuların “ruhsatlı” silah almaları zaten neredeyse mümkün değil (avukat, sendikacı gibi gerçekten can güvenliği sorunu olan bir işin varsa ve sabıkasızsan, bin bir zahmetle alabiliyorsun); evinde ruhsatsız silah bulunduğunda ise en iyimser tahminle 3-5 yıl hapis kapıda.
“Bilinçli emekçiler” ise yüz yüze geldikleri neoliberal felaketler karşısında “kamulaştırmacı” hareketlere yönelmek yerine “bireysel dayanıklılığı artırıcı” yollara sapıyorlar. Kentsel dönüşüm hareketi karşısında “küçük mülkü” koruma ve kent rantından bireysel olarak “eşit pay alma”nın ötesine geçmiyorlar. Büyüyen kredi kartları sorunu karşısında, kredi kartı tuzağını “militan-kitlesel” biçimlerle karşılarına almak yerine, faizden arındırılmış borçların “yeniden yapılandırılmasını” istemekle yetiniyorlar. Yıllarca ödedikleri yüksek faizlerin “geri ödemeye sayılmasını” istemek ve borçsuzluk iddiasında bulunmak dahi akıllarına gelmiyor.
“Gündelik hayat” tartışmasını yıllardır cinsler arasındaki ilişkiler, tüketim kültürü, dijital yaşam vb. her alanda yapan “sol kültür” tartışmacılarının devrimci harekete temel sunacak bir gündelik hayat tartışması yapmaktan kaçınması da bu “tersliklerin” bir diğer yüzü gibi görünüyor.
Kitlesel hak mücadelelerini kriz ortamında yeni ve sosyalist bir programatik bağlama sıçratmaktaki “zihinsel engel”in önemli bir unsurunu bu “yeni sol(!) kültür” oluşturuyor.