1989’un karanlık yıkımından (désastre obscur) sonra bugün neredeyiz o halde? 1922’deki gibi aşağıdan gelen birtakım sesler her yanımızda kötücül bir hazla çınlamaktadır: ‘Kendi totaliter hayal güçlerini topluma zorla kabul ettirmek isteyen akıl hastalarına oh olsun!’ Ötekiler hain sevinçlerini gizlemeye çalışmaktadır; inleyip gözlerini üzüntüyle göğe kaldırırken sanki şöyle demektedirler: ‘Korkularımızın haklı çıkmasını görmek bize çok acı […]
1989’un karanlık yıkımından (désastre obscur) sonra bugün neredeyiz o halde? 1922’deki gibi aşağıdan gelen birtakım sesler her yanımızda kötücül bir hazla çınlamaktadır: ‘Kendi totaliter hayal güçlerini topluma zorla kabul ettirmek isteyen akıl hastalarına oh olsun!’ Ötekiler hain sevinçlerini gizlemeye çalışmaktadır; inleyip gözlerini üzüntüyle göğe kaldırırken sanki şöyle demektedirler: ‘Korkularımızın haklı çıkmasını görmek bize çok acı veriyor! Adil bir toplum yaratma düşünüz ne kadar da asildi! Kalbimiz sizinle birlikte atıyordu; ancak sağduyu bize planlarınızın yalnız mutsuzluk ve yeni esaretler getireceğini söylemişti!’ Bu ayartıcı seslerle herhangi bir uzlaşıyı reddetmekle birlikte -1917’den 1989’a ya da daha kesin olarak söylemek gerekirse 1968’e dek uzanan 20. yüzyılın devrimci çağının temelleri üzerine daha fazla inşa etmemek için- kesinlikle baştan başlamalı ve başlangıç noktasına inerek kendimize başka bir yol seçmeliyiz.
Ama nasıl? Batılı Marksizm’in belirleyici meselesi devrimci bir öznenin eksikliği olmuştur: nasıl olur da işçi sınıfı kendi içinde‘den kendisi için‘e geçişi tamamlamaz ve kendisini devrimci bir aktör olarak yapılandırmaz? Bu soru, Batılı Marksizm’in psikanalize başvurmasının ana varlık nedenini oluşturdu; psikanaliz, işçi sınıfının varlığının ta kendisinde ya da toplumsal konumunda yazılı (inscribed) olan ve sınıf bilincinin yükselmesini engelleyen bilinçaltı libidinal mekanizmaları açıklamak üzere göreve çağrıldı. Bu sayede, Marksist sosyoekonomik çözümlemenin doğruluğu korunmuş oldu; orta sınıfların yükselmesiyle ilgili revizyonist kuramlara zemin hazırlamanın gereği kalmadı. Aynı gerekçeyle Batılı Marksizm ayrıca, isteksiz işçi sınıfının yerine geçecek dublörü olarak devrimci aktörün rolünü üstlenecek başkalarının sürekli arayışına girdi. Üçüncü Dünya çiftçileri, öğrenciler ve aydınlar, dışlanmışlar… Bu umutsuz, devrimci aktör arayışı büyük olasılıkla kendi karşıtının bir görünümünden ibarettir: devrimci aktörü bulma ve çoktan canlandığı yerde görme korkusu. Başka birinin işi bizim yerimize yapmasını beklemek kendi hareketsizliğimizi ussallaştırmamın bir yoludur sadece.
Böylesi bir arka planda Alain Badiou komünist hipotezi yeniden ileri sürmemizi önerirken şöyle der:
“Bu hipotezi terk ettiğimiz anda artık kolektif eylem alanında herhangi bir şey yapmamıza değmez. Bir filozofa tarihsel ve siyasal oluştaki hiçbir şey komünizmin ufuk çizgisi ya da bu Idea olmaksızın ilginç gelmez.” |
Badiou “Bununla birlikte,” diye sözlerini sürdürür:
“Idea’ya ve hipotezin varoluşuna bağlanmak, onun mülk ve devlete odaklanmış ilk gösteriliş biçiminin olduğu gibi korunması gerektiği anlamına gelmez. Aslında, bize felsefi bir görev hatta bir sorumluluk olarak yüklenen şey, hipotezin varoluşunun yeni bir kipinin hayat bulmasına yardım etmektir.”[1] |
Bu satırları Kantçı bir şekilde, yani komünizmi düzenleyici bir Idea olarak ve dolayısıyla eşitlik önsel (a priori) normu ya da aksiyomuyla birlikte ‘etik sosyalizm’ hayaletini canlandırarak, anlayıp okumamaya dikkat edilmelidir. Bunun yerine, komünizm gereksinimini doğuran bir toplumsal karşıtlıklar (antagonizma) kümesiyle ilişkilendirme korunmalıdır; ancak kastedilen komünizm, bir ülkü olan komünizm değil, gerçek çelişkilere tepki gösteren bir hareket olan güzelim Marksist komünizm kavrayışıdır. Komünizme sonsuz bir Idea olarak muamele etmek, onu doğuran durumun da daha az sonsuz olmadığını ve komünizmin karşı koyduğu karşıtlığın hep var olacağını ima etmektir. Buradan yalnız bir adım ötesi, bir varlık ve yabancılaştıran tüm temsilleri yıkma düşü, kendi olanaksızlığı üzerinde büyüyen bir düş olarak komünizmin yapısökümcü bir okumasıdır.
Fukuyama’nın Tarihin Sonu kavrayışı ile alay etmek kolay olsa da bugün çoğunluk Fukuyamacıdır. Liberal demokratik kapitalizm, mümkün olan en iyi toplumun en sonunda bulunmuş formülü olarak kabul edilmektedir; yapılabilecek tek şey onu daha adil, hoşgörülü, vb. yapmaktır. Bu noktada basit ama yerinde bir soru açığa çıkar: eğer liberal demokratik kapitalizm en iyisi olmasa da en az kötü toplum biçimi ise neden sadece kendimizi ona teslim edip hatta onu candan bir şekilde benimsemiyoruz? Her şeye karşın komünist hipotezde ısrar etmek niye?
Sınıf ve Ortak Varlıklar (Commons)
Komünist hipoteze bağlı kalmak yetmez; onu uygulamada bir aciliyet yapmak için karşıtlıkları (antagonizmaları) tarihsel gerçeklik içine oturtmak gerekir. Bugün geçerli tek soru şudur: küresel kapitalizm kendi sınırsız yeniden üretimini engelleyecek denli güçlü karşıtlıklar içermekte midir? Burada dört olası karşıtlık kendini gösterir: ufukta beliren ekolojik yıkım tehdidi; özel mülkiyetin sözde fikri mülkiyet için uygunsuzluğu; yeni bilim-teknik, özellikle biyogenetik gelişmelerin toplumsal ve etik içerimleri; ve sonuncu ama çok önemli olan, yeni toplumsal ayrım (apartheid) biçimleri -yeni duvar ve varoşlar. Dışlanmışları dahil olanlardan (included) ayıran aralık olan son özellikle, Hardt ve Negri’nin ‘ortak varlıklar’ (commons) -toplumsal varlığımızın ortak özü ki bunun özelleştirilmesi gerekirse zorla karşı koyulması gereken şiddet içeren bir davranıştır- diye adlandırdığı öteki üçünün arasında niteliksel bir ayrım olduğunun altını çizmek gerekir.
Başta, kültürün ortak varlıkları vardır ve bunlar bilişsel sermayenin hemen toplumsallaşan biçimlerini oluşturur; bunlar, ilk olarak iletişim ve eğitim aracımız olan dil olmak üzere toplu taşıma, elektrik, posta, vb. ortaklaşa altyapıyı sağlar. Eğer Bill Gates’e tekel oluşturması için izin verilseydi özel bir bireyin bizim temel iletişim ağımızın yazılım dokusuna sahip olduğu saçma duruma erişmiş olurduk. İkinci olarak, dış doğanın kirlilik ve sömürü tehdidi altındaki ortak varlıkları vardır -petrolden ormanlara ve doğal habitatın kendisine değin- ve üçüncü, iç doğanın ortak varlıkları olan insanlığın biyogenetik mirasıdır. Tüm bu mücadelede ortak olan şey, bu ortak varlıkları serbest işletmeyle kuşatmasına izin verilen kapitalist mantığın -insanlığın kendini yok etmesi derecesinde olan- yıkıcı potansiyeline ilişkin bir farkındalıktır. İşte ‘ortak varlıklara’ yapılan bu gönderme komünizm kavrayışının canlanmasına izin verir: onların ilerlemeci çevrilmesini (enclosure), kendi özlerinden dışlanmış olanların proleterleşme süreci -ki bu aynı zamanda sömürüye de işaret eden bir süreçtir- olarak görmemizi sağlar. Bugünkü görev sömürünün, örneğin anonim ‘bilgi çalışanlarının’ firmalarınca sömürülmesinin politik ekonomisini yenilemektir.
Bununla birlikte komünizm terimini haklı çıkaran yalnız dışlanmışlara gönderme yapan dördüncü karşıtlıktır. Dışlanmışları bir tehdit olarak algılayıp onları nasıl uygun bir uzaklıkta tutacağına dair endişelenen bir devlet toplumundan daha ‘özel’ bir şey yoktur. Diğer bir deyişle, dört karşıtlık dizisinde dahil olan ve olmayanlar arasında olan karşıtlık can alıcıdır; o olmazsa ötekilerin tümü yıkıcı niteliklerini yitirirler: Ekoloji sürdürülebilir gelişme sorununa, fikri mülkiyet salt karmaşık yasal bir güçlüğe, biyogenetik etik bir soruna dönüşür. Dahil olanlarla dışlanmışlar arasındaki karşıtlıkla yüz
leşmeden de çevre için içtenlikle mücadele edilebilir, fikri mülkiyetin daha geniş bir kavrayışı savunulabilir, genlerin kopyalanmasına karşı çıkılabilir. Hatta daha ötesinde, bu mücadelelerin bir bölümü, dahil olanların kirlilik yayan dışlanmışlarca tehdit edilmesi şeklinde formüle edilebilir. Bu yolla gerçek bir evrenselliğe değil, ancak Kantçı anlamda ‘özel’ ilgilere sahip oluruz. Whole Foods ve Starbucks gibi kurumlar sendika karşıtı etkinliklerde bulunsalar da liberallerin beğenisine sahip olmayı sürdürürler; buradaki hile, kurumların ileri bir devirle (progressive spin) ürünlerini satmalarıdır: ‘adil ticaret’ (fair-trade) fiyatlarından satın alınmış kahve çekirdeklerinden yapılan kahve, pahalı harman araçları, vb. Kısacası, dahil olanlarla dışlanmışlar arasındaki karşıtlık olmazsa kendimizi, Bill Gates’in yoksulluk ve hastalıkla savaşan en büyük iyiliksever, Rupert Murdoch’un ise medya imparatorluğu aracılığıyla yüzlerce milyonu harekete geçiren en büyük çevreci olduğu bir dünyada bulabiliriz.
Burada Kant’ın da ötesinde söylenmesi gereken şey, toplumsal hiyerarşinin ‘özel’ düzeninde belirli bir yerleri olmadığı için doğrudan evrenselliğin savunucusu olan toplumsal grupların bulunduğudur. Onlar Jacques Rancière’nin deyişiyle toplumsal bedenin ‘olmayan parçasının parçası’dırlar. Gerçekten özgürleştirici olan tüm politikalar, aklın kamusal kullanımının evrenselliği ile bu ‘olmayan parçanın parçası’nın evrenselliği arasındaki kısa devreden doğar. Bu yani felsefenin evrenselliğiyle proletaryanın evrenselliğini bir araya getirmek zaten genç Marks’ın komünizm düşüydü. Antik Yunan’dan beri dışlanmışların sosyo-politik uzama dahil edilmelerinin bir adı var: demokrasi.
Demokrasinin hakim liberal kavrayışı da dışlanmışlarla ilgilenir ama bunu kökten ayrı bir biçimde yapar. Onların azınlığın sesi olarak “dahil edilmelerine” odaklanır. Buna göre tüm sesler duyulmalıdır; tüm çıkarlar göz önünde bulundurulmalı, herkesin insan hakkı garanti altına alınmalı, tüm yaşam biçimleri, kültür ve pratiklere saygı gösterilmelidir, vb. Bu tip demokrasinin takıntısı kültürel, dini, cinsel, vb. her türden azınlığın korunmasıdır. Buradaki demokrasi formülü sabırlı bir müzakere ve uzlaşmadan ibarettir. Bu noktada gözden kaçan şey ise dışlanmışta vücut bulan evrensellik konumudur. Yeni özgürleştirici politikalar artık belirli bir toplumsal aktörün edimi değil ama değişik aktörlerin patlamaya hazır bir birleşmesi olacaktır. ‘Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan’ proleterlerin klasik görünümünün aksine bizi birleştiren şey, her şeyi yitirme tehlikesiyle karşı karşıya olmamızdır. Asıl tehlike, tüm simgesel içeriğinden yoksunlaştırılmış, genetik tabanı manipüle edilmiş, yaşanmaz bir çevrede kuru ve anlamsız bir hayat sürdüren, soyut ve içi boş Kartezyen öznelere indirgenecek olmamızdır. Bu üçlü tehdit hepimizi, Marks’ın Grundrisse’de dile getirdiği gibi ‘maddesiz öznelliklere’ (substanceless subjectivity) indirgenmiş proleterler yapmaktadır. ‘Olmayan parçanın parçası’ figürü bizi kendi konumumuzun gerçekliğiyle yüzleştirir; etik ve politik güçlük ise kendimizi bu figür içinde ayırt etmektir. Hepimiz bir bakıma hem doğadan hem de kendi simgesel özümüzden dışlanmış durumdayız. Bugün hepimiz potansiyel olarak homo saceriz ve gerçekten öyle olmaktan kaçınmanın tek yolu ise önleyici hareket etmektir.
Dipnotlar:
1. Alain Badiou, The Meaning of Sarkozy, London and New York 2008, s. 115.
[New Left Review’daki İngilizcesinden Meriç Kırmızı tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir. Bu bölümleri (s. 51-55) içeren orijinal metin: Slavoj, Zizek (2009). “Class and Commons,” New Left Review 57 May-June, s. 43-55.]
merickirmizi.blogspot.com