“…iktidara gelir gelmez ilk icraat olarak İş Güvencesi Yasası’nı patronlar lehine değiştirmenin, kamu işletmelerini yok pahasına elden çıkarmanın, dolar milyarderi sayısını 6’ya katlarken halkı sadakayla avutmanın, özgürlük taleplerine başörtüsü serip zorunlu din dersinde ısrar etmenin, Kürtleri ve Alevileri oyalamanın, Türkiye’yi komşu bir ülkeyi işgal günahına ortak etmek için canını dişine takmanın sivilleşmeyle, demokratikleşmeyle bir ilgisi […]
“…iktidara gelir gelmez ilk icraat olarak İş Güvencesi Yasası’nı patronlar lehine değiştirmenin, kamu işletmelerini yok pahasına elden çıkarmanın, dolar milyarderi sayısını 6’ya katlarken halkı sadakayla avutmanın, özgürlük taleplerine başörtüsü serip zorunlu din dersinde ısrar etmenin, Kürtleri ve Alevileri oyalamanın, Türkiye’yi komşu bir ülkeyi işgal günahına ortak etmek için canını dişine takmanın sivilleşmeyle, demokratikleşmeyle bir ilgisi yoktur…”
Geçen yazıda dedik ki, “Sermaye cephesi kendi içinde yarıldı. Sermayenin iç savaşı devlete ve siyaset düzlemine psikolojik savaş olarak yansıyor. Bir yanda geleneksel ‘beyaz’ sermaye ve sözcüsü konumundaki partilerle devleti hâlâ kendi mülkiyetinde sanan askerî bürokrasi, öte yanda yerel yönetimleri ve merkezî hükümeti ele geçirmiş ‘ak’ sermaye ile ona muhafızlık eden polis örgütü ve cemaatler. Psikolojik savaş ağırlıklı olarak medya eliyle veriliyor.”
Süregiden iktidar savaşını Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ da “psikolojik savaş” olarak tanımladı. Taraf gazetesinde yayımlanan belgeyi “kâgıt parçası” olarak nitelendirdiği basın toplantısında Genelkurmay Başkanı, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne (TSK) karşı medya üzerinden “asimetrik psikolojik harekât” yürütüldüğünü vurgulayarak, “TSK’den elinizi çekin!” dedi.
Genelkurmay Başkanı “asimetrik psikolojik harekât” derken neyi kastetti, tam olarak anlaşılamadı. Sorulunca, bir iki televizyon yorumcusunun boşboğazlığını örnekleyip, “İşte asimetrik savaş bu!” dedi.
Tereciye tere satmak gibi olmasın, Genelkurmay Başkanı’nın analizi ve tanımlaması fotoğrafın tümünü yansıtmıyor. Asimetrik savaş, en yalın tanımıyla, güçsüz olan tarafın dev gibi güçlü rakibini zayıf yerinden etkili bir şekilde vurmasıdır. Bu bağlamda, Genelkurmay Başkanı’nın “TSK’ye karşı asimetrik psikolojik harekât” ifadesi verili hesaplaşmanın taraflarını tespit etmeye yetmemektedir. Zira Genelkurmay Başkanı da biliyor ki, “TSK’ye karşı asimetrik psikolojik harekât” medyada üslenmiş kanaat esnafının söylediklerinden yazdıklarından ibaret değildir.
İkinci olarak, “TSK’ye karşı asimetrik psikolojik harekât” ifadesi, savaşan tarafları doğru bir şekilde sıralamadığı gibi, süregiden savaşın doğru bir adlandırması da değildir. Zira Genelkurmay Başkanı açıkça dillendir(e)mese de söz konusu psikolojik savaş, sermaye cephesindeki yarılmanın devlete ve siyaset düzlemine yansıması olarak verilmektedir. Ve elbette psikolojik savaşın tarafları, TÜSİAD olarak örgütlenmiş “beyaz” sermaye ile MÜSİAD olarak örgütlenmiş, “Anadolu kaplanları” da denilen “ak” sermayeden ibaret değildir, iç siyasette hükümetin yanı sıra küresel boyutu da vardır. Küresel sermayenin yerli ortakları yılın ilk çeyreğinde yüzde 13.8 oranında küçülen pastayı bölüşme kavgası verirken, tarafların politik örgütleri, muhafızları ve sözcüleri de birbirlerini yıpratma kavgası vermektedirler. Bu bağlamda, TSK’ye karşı yürütülen psikolojik harekât pek de öyle, güçsüz olan tarafın asimetrik harekâtı gibi durmamaktadır. Psikolojik savaşın seyri ve resmi, fili tekmeleyen karıncadan, TSK’yi yıpratmaya çalışan cemaatten daha fazlasını göstermektedir. Açık ya da örtülü şekilde hükümetin de katkıda bulunduğu psikolojik harekâtı “asimetrik” diye tanımlamak sadece ve sadece kafa karışıklığına yol açar.
Asimetrikliği çoktan geride bırakan psikolojik savaşta artık bir denge hali de söz konusu değildir. Sürecin seyri ve resmi, yerel yönetimlerde ve merkezî hükümette iktidar olmuş, anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğa ve seçmen desteğine sahip “ak” sermaye ve yandaşları karşısında manevra alanı sürekli daralan, psikolojik harekât taarruzlar karşısında sürekli gerileyen bir TSK’yi işaret etmektedir. Ak sermaye sözcüleri yavşak ve mütekebbir bir keyifle ve on yıllardır birikmiş kinleriyle, TSK’nin bu savaşta kaç zamandır ne denli madara olduğunu yazıp çizmektedirler. Genelkurmay Başkanı’nın sık sık düzenlediği basın toplantıları, haftalık basın brifingleri, hatta darbe korkutmaları bile yanlış bir adlandırmayla “asimetrik” denilen psikolojik harekât”ı tersine çevirmeye yetmemektedir. Psikolojik savaş, simetrik, asimetrik tüm araç ve yöntemlerle sürmektedir.
Bir tarihlendirme yapmak uygun düşerse, psikolojik harekât olarak TSK son zaferini 28 Şubat sürecinde kazandı; 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra ise, uluslararası konjonktürün de aleyhte gelişmesi sonucu, psikolojik harekâtta inisiyatifi elden kaçırdı, üstünlüğünü yitirdi, ard arda yenilgilere uğradı, adeta kum torbasına döndü. TSK 1960’larda Kıbrıs yolundan çevrilirken, 1970’lerde ABD’nin silah ambargosu altında ezilirken, “sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aşmasın” diye peryodik darbeler yaparken, 1990’larda Muavenet zırhlısının vurulmasına sessiz kalırken, hatta 2003 yılında başına çuval geçirilirken bile psikolojik savaşta bu denli zayıf düşmemiş, itilip kakılmamıştı. Özellikle 27 Nisan e-muhtıra skandalı ve peşinden gelen Dolmabahçe mutabakatı tam bir dönüm noktası oldu. Abdullah Gül’ün Çankaya Köşkü’ne çıkmasının ardından, görev bildiği işten dolayı azarlanmanın, zanlı durumuna düşmenin şaşkınlığıyla TSK’nin psikolojik harekât ezberi iyiden iyiye dağıldı, kısa vadede toparlayacak gibi de görünmüyor. Başbakan bu rahatlık içinde, “Polis rejimin teminatıdır” diyerek, erken zafer ilan ediyor.
* * *
“Ak” zaferin kronolojisi
Taraf gazetesinde yayımlanan belgeye odaklı son psikolojik muharebe, TSK’nin karizmasında açılan yaranın derinliğini, psikolojik harekât kabiliyetindeki gerilemeyi tescil etti.
Özet bir kronoloji yapmakta yarar var.
PKK ile mücadelede asker ile hükümet ve Çankaya Köşkü aynı frekansa gelmiş, çözüm için tarihi fırsattan söz ediliyor.
Ergenekon soruşturması konusunda asgari bir mutabakat sağlanmış.
Derken, 29 Mart yerel seçimlerinde AKP çok ciddi oy kaybına uğramış, yeni bir kapatma davasının eli kulağında olduğu söylentileri dolaşıyor.
Cemaat lideri Nisan 2009 başlarında belgenin içeriğinden haberliymiş gibi kehanetlerde bulunuyor, yeni bir 28 Şubat olasılığından söz ediyor.
Genelkurmay Başkanı Nisan ayındaki basın toplantılarında cemaate yükleniyor.
Nihayet bir Ergenekon zanlısının ofisinde ünlü belge ortaya çıkıyor…
Belge 4 Haziran’da “ele geçirildi!”
Ergenekon savcıları hemen imza sahibinin yakasına yapışmalıyken, aradan 8 gün geçtikten sonra belge Taraf gazetesinde yayımlandı. Gazete, tarihsiz belge için Nisan 2009 tarihini uygun gördü.
Belge sahteyse, yayımlandığı gün, Genelkurmay’ın çok basit bir soruşturma sonunda “Albay Çiçek böyle bir belge hazırlamamıştır!” demesi yeterli olacakken, tersine sansüre başvurulup imza sahibi Albay savcılardan kaçırıldı; “belge sahte” savunmasına baştan soru işaretleri düşürülerek, “kılıf hazırlıyorlar” algısına zemin hazırlandı.
Soruşturmanın askeri savcıya verilmesi, zanlının kendi kendini soruşturmasına benzedi ve “kendi içlerinde örtbas edecekler” şeklinde algılandı. Yine de hiç soruşturulmamasından iyiydi. Esasen sivil yargı ne kadar bağımsızsa askeri yargı da o kadar bağımsızdır. Ne ki birkaç günde bitmeliyken 12 gün süren soruşturmanın sonunda askerî savcılığın yaptığı açıklama, ne denli özenilmiş olursa olsun, saç baş yolduran bir açıklamaydı. Araştırılmış araştırılmış ve belgenin karargâhta hazırlanmadığı sonucuna varılmış! İmzalar arasındaki
farklılık da kayda değer görülmemiş.
Daha vahimi, askerî savcılığın açıklamasından sonra Genelkurmay Başkanı, kendi cephesinin sağlamlığından emin, üç düzine generalle basının karşısına çıktı, “Belge kâğıt parçasıdır.” dedi. Başbakan ise oralı olmadı, “Askerî savcılar böyle değerlendirmiş olabilirler. Biz olayı sivil savcılarla sürdüreceğiz. Aslına ulaştığımız anda yargıya taşıyacağız.” diye karşılık verdi. Başbakan demeye getirdi ki, “Genelkurmay Başkanı’na ve emri altındaki askerî savcıya güvenmiyorum. Bu bir kâğıt parçası değil, bir belgedir.”
Vahamet bu kadar da kalmadı. “Belge sahte çıkarsa, ne yapacağımızı bütün Türkiye görecek.” diyen Genelkurmay Başkanı, meğer konuyu MGK’de gündeme getireceğini söylemek istemiş. Ne ki, Genelkurmay Başkanı’nın “MGK’da görüşeceğiz” dediği günün akşamı, Genelkurmay Başkanı dahil, askerlere sivil yargı yolunu açan yasa TBMM’den geçti. Üstelik Genelkurmay’ın görüşü alınmadan!
MGK toplandı. Genelkurmay Başkanı’nın sözünde durup “Bu bir kâğıt parçasıdır. TSK’ye karşı asimetrik psikolojik harekât yürütülüyor.” diye MGK üyelerine dert yandığı saatlerde, albaylar sivil savcılar tarafından sorgulandı, imza sahibi Albay tutuklandı. Albay’ın şahsında aslında “Bu bir kâğıt parçasıdır” diyen Genelkurmay Başkanı’nın ve TSK’nin bileği büküldü, burnu sürtüldü!
Genelkurmay Başkanı’nın “Bu Türkiye’nin bekası sorunudur.” diye vurgulamasına karşın MGK, “Devletimizin kurumlarını yıpratmaya yönelik beyan ve yayınlara ilişkin tepkiler dile getirilmiş, bu faaliyetlerin ülkemize fayda sağlamayacağı teyit edilmiştir.” kabilinden, “beka” vurgusunun hakkını vermekten uzak, kof bir açıklama yapmakla yetindi.
Peşinden, istiskalde çok ileri gidildiği farkedilmiş olmalı ki, tutuklu Albay, hukuk davası olmak yerine psikolojik harekât arenasına dönüşen Ergenekon labirentinden çekilip çıkartıldı.
Görünen o ki, birbirlerini harcama lüksüne sahip olmadıkları, birbirlerine mecbur oldukları halde taraflar arasında değil uzlaşma, geçici ateşkes bile sağlanamadı. Tepede uzlaşma isteği ve iradesi olsa bile gövdelerinin uzlaşması mümkün görünmüyor. Şimdi TSK, başkomutan olmasına karşı e-muhtıra yayımladığı kişiden hakem rolü oynamasını bekliyor. Tarihin acımasız ironisi!
* * *
Fotokopi laikler, fotokopi liberaller
Bir aydır üzerinde kavga edilen belge, resmen açıklandığı üzere fotokopidir. Aslının fotokopisi midir, çakma bir metin midir, bilinmiyor. Muhtemelen hiçbir zaman da bilinmeyecek. Başbakan, aslına da ulaşabileceğini düşünmektedir. Belki de aslına ulaşmıştır, koz olarak elinde tutmaktadır.
Fotokopi olmasına karşın ünlü belge, tarafların zaafiyetlerini, birbirlerine ve topluma karşı ürettikleri argümanların kofluğunu ve samimiyetsizliğini de tescil etti.
Belge fotokopi ama, Başbakan’ın “temiz bir arkadaştır” dediği Deniz Feneri zanlısı RTÜK Başkanı hakkındaki belgeler fotokopi değil, resmî belgelerdir. TBMM’de dokunulmayı bekleyen yolsuzluk dosyaları da fotokopi değil, resmî belgelerdir. Buna karşılık, eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt Şemdinli bombacıları için “Tanırım iyi çocuktur” deyince ortalığı birbirine katan “liberaller”, “temiz arkadaş” için dut yemiş bülbül gibidirler. Demek ki, Türk tipi liberallik de fotokopi bir liberalliktir, aslının yerine geçememektedir!
Fotokopi liberallerin yazdıklarına göre AKP ve lideri Türkiye’yi askerî vesayetten kurtarmakta, sivilleştirmekte, demokratlaştırmaktadır. Öyle ki, “Son gelişmeler sayesinde… Türkiye ‘sivilleşme’ ve ‘demokratikleşme’ konusunda umut verici çok ciddi bir viraj aldı. Askeri vesayetten kurtulmuş, doğru dürüst bir Türkiye isteyen herkesin çabalarını yürekten kutlamak gerek. Hiç kuşkusuz son birkaç gün içindeki gelişmeler sayesinde, bugünkü Türkiye, dünden çok daha ileri bir Türkiye oldu…” (Mehmet Altan, Star, 2 Temmuz 2009)
Fotokopi liberalin kardeşinin yazdığı ise çok daha “müjdeli bir değişim” haberidir: “‘Ben Kürdüm’ diyen birini cumhurbaşkanı seçebileceğiz, ‘ben Aleviyim’ diyen bir başbakanımız olabilecek, ‘Cuma namazlarını kaçırmayan’ bir genelkurmay başkanımız görev yapabilecek, ‘enternasyonalizme’ inanan bir Marksist Meclis başkanlığını üstlenebilecek. Bu ülkenin her vatandaşı, inancı, dini, dili, fikri ne olursa olsun diğerleriyle ‘eşit’ konuma gelecek. (…) Hayatın bizzat kendisi ‘orduya’ bunu emrediyor, buna direnmek mümkün değil. Ordu kışlasına çekilecektir.” (Ahmet Altan, Taraf, 3 Temmuz 2009)
Sosyolog Borat da müjdeli değişimin güvencesinin “teknolojisi ve insan kalitesi gelişmiş polis” olduğuna fetva vermektedir: “‘Demokrasinin teminatı halktır’ hoş ama boş bir romantik laftır. Halksız demokrasi olmaz elbette ama halkın istemesi de yetmez. Demokrasi mutlaka kurumlar tarafından desteklenmelidir. İşte bunları düşünerek, ‘Demokrasinin bir teminatı da Emniyet’tir’ diyorum. ‘Ya asker’ diye sorarsanız… O noktada ciddi sorun var.” (Emre Aköz, Sabah, 3 Temmuz 2009)
Türk tipi fotokopi liberallik ve ikinci cumhuriyetçilik böyle bir şeydir işte. Yani, emek sömürüsünü ve erkek egemen toplum düzenini uhrevî sigortalarla tahkim eden dinci totalitarizmin sürekli mevzi kazanmasına gözlerini kapayıp, kaba askerî gücün yerine sicili hiç de temiz olmayan polis gücünün geçirilmesini sivilleşme ve demokratikleşme diye pazarlamak, kışla vesayetinin yerini cemaat vesayetinin almasını sivilleşme adına meşrulaştırmaktır Türk tipi liberallik.
Vurgulamalı ki, cumhuriyetçi olmakla övünen “laik” beyaz sermaye seçkinleri hiçbir zaman demokrat olmadılar. Demokratlık şöyle dursun, asker-sivil “laik” seçkinler Batı kapitalizmine yamanıp kurusıkı reform barutunu tükettikten sonra NATO’culuktan, askerî darbecilikten, özgürlüklere düşmanlıktan, emek ve sol düşmanlığından, Kürt düşmanlığından hiç şaşmadılar. Yontulmamış kaba faşizmi laiklik ve cumhuriyet diye sattılar, sade insanları laiklik ve cumhuriyetten soğuttular. Türkiye’de gericiliğin kurumsal güvencesi “laik” seçkinler ve vurucu güçleri TSK olageldi. Kimi zaman “bölücülük”, çok zaman da “yıkıcılık” gerekçesiyle yoğun psikolojik harekât yürüttüler. Sola karşı barikat kurmada, Türkiye’yi Türk-İslam Sentezi karanlığına sürüklemede ırkçı-dinci irticayla omuz omuza oldular, şiir gibi uyum sağladılar. 1940’larda Tan baskınında, 1950’lilerde 6-7 Eylül provokasyonunda, 1960’larda Kanlı Pazar’da, 1970’lerde Maraş ve Çorum katliamlarında, 1980’lerde Türk-İslam Sentezi’ni dayatmada, 1990’larda Sivas katliamında suç ortaklığı ederken, müttefiklerini komploculukta ve provokasyonda kendileri kadar ustalaştırdıklarını fark etmediler. Son olarak 28 Şubat sürecinde ülkeyi öyle yağmaladılar, kendilerinden öyle soğuttular ki, halkı dinci popülizmin sadaka ekonomisine ve sadaka demokrasisine sığınmak zorunda bıraktılar. Bir zamanlar emeğin ve solun boynuna dolansın diye süngü ucuyla ördükleri yeşil kuşak şimdi kendi boyunlarına da dolanıyor.
Beyaz sermayenin “laik” seçkinleri iktidarda çürüdüler. İktidar çürütür, kendisi amaç haline gelip fetişleşince ahlaki değer bırakmaz, Harun’u Karunlaştırır. Düne kadar çürüyenler, ahlaki tutarlığı kalmayanlar, “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış toplum” aldatmacasıyla bey
az sermaye adına siyaset yapıp halka psikolojik harekât uygulayan, kamu bilincini yöneten “laik” seçkinlerdi. Şimdi dindar ve muhafazakâr kitleler aldatmacasıyla “ak” sermaye adına siyaset yapan dinci seçkinler ve liberaller çürüyor. Onlar çürüyüp Karunlaşmak için için laik seçkinler kadar da beklemediler. Düne kadar maneviyat, aile, din ve vicdan hürriyeti, ahlak, demokrasi bezirgânlığı yaptıktan sonra iktidarda oldukları birkaç yıl içinde bu kavramların içini boşaltmayı başardılar, düne kadar rejimin teminatı sayılan kaba askerî gücün yerine kaba polis gücünü geçirdiler. Çürüyüp Karunlaşmalarına karşın, psikolojik savaşta kazandıkları maharetle hâlâ yeterli halk desteğine sahiptirler ve liberallerin desteği de arkalarındadır.
Fotokopi liberallerin silahlı başka bir gücün gölgesinde hâlâ sivilleşme demokratikleşme satmaları, Ergenekon için şahin kesilirken Deniz Feneri’nden gözlerinin kamaşması, fotokopi belgeye haklı olarak isyan ederken örgütlü yolsuzluğun resmî belgelerinden rahatsızlık duymamaları hazin olduğu kadar ibret vericidir de! Sermaye sınıfının bir hizbi hesabına “dindar” siyaset ve liberalizm böyle bir şeydir işte. Yani kutsalı olmayan bir dindarlık ve omurgasız bir liberallik…
Liberaller siyasal İslam’ın ve “ak” sermayenin partisini sivil demokrasi adına ne denli parlatırlarsa parlatsınlar, vurgulanmalı ki sivilleşme ve demokratikleşme yalnızca dünyevî iktidardan ve devletten özgürleşmek değildir. Sivilleşme ve demokratikleşme, emek sömürüsünü, cinsel baskı ve sömürüyü meşrulaştıran, bireysel ve toplumsal hayatı uhrevî vesayete tabi kılan takdir-î ilahi mistisizminden de özgürleşmektir. Demokratik sivil toplum, devletin dışında olduğu kadar tapınağın da dışındadır; farklı kimlik ve çıkarların varlığıyla çoğulcudur; eşit yurttaşlık temelinde özgürlük talep eder; şeffaf, denetlenebilir, hesap sorulabilir yapılardan oluşur.
Ve elbette, iktidara gelir gelmez ilk icraat olarak İş Güvencesi Yasası’nı patronlar lehine değiştirmenin, kamu işletmelerini yok pahasına elden çıkarmanın, dolar milyarderi sayısını 6’ya katlarken halkı sadakayla avutmanın, özgürlük taleplerine başörtüsü serip zorunlu din dersinde ısrar etmenin, Kürtleri ve Alevileri oyalamanın, Türkiye’yi komşu bir ülkeyi işgal günahına ortak etmek için canını dişine takmanın sivilleşmeyle, demokratikleşmeyle bir ilgisi yoktur. Esasen ne denli parlatılırsa parlatılsın, demokrasiye inancı yoktur, kendi içinde demokrat değildir; şeyhinin rahle-î tedrisinde, Taliban liderinin dizinin dibinde ne öğrendiyse onu amel etmektedir. Ettiği ameli sivilleşme ve demokratikleşme diye pazarlama görevini de bol maaşlı ya da gönüllü fotokopi liberaller yerine getirmektedirler.
Fotokopi liberallerin güncel misyonu TSK’nin kuşatılmasının sivilleşme ve demokratikleşme olduğunu propaganda etmektir. Hedeflerine büyük ölçüde ulaşmışlardır. Rejimin teminatı artık polistir. Soğuk Savaş döneminde sola karşı ürettiği taktiklere takılı kalan TSK, dünkü müttefiki bugünkü rakibi karşısında aynı başarıyı gösterememektedir. Zordaki Genelkurmay Başkanı, psikolojik muhasaraya karşı kendisinin ve kurumunun imajını kurtaracak bir huruç taktiği geliştirebilir mi, bilinmez. Ancak, bilinen odur ki, muhasara altındaki TSK’nin Genelkurmay Başkanı, ordu bünyesinde darbeci barındırmayacağını öne sürmesine karşın, geçmiş darbeler için reddi miras etmeyecek, darbecilerin günahlarını, işkencelerini kınamayacak, ordunun artık böyle vahşetlere alet olmayacağını samimiyetle ilan etmeyecektir. Reddi miras etmedikçe de, etrafındaki muhasarayı yaracak, psikolojik savaşta yeniden inisiyatif kazandıracak toplumsal desteği ve meşruiyeti bulamayacaktır.
* * *
Çare yeni bir toplumsal sözleşme
Emeğe demokrasiyi çok görse de, özgürlükleri ülkenin burnundan getirse de, özeleştiriye kapalı dursa da TSK’nin psikolojik muhasara altında olması sevinilecek bir durum değildir. Zira arşivindeki onca darbe günahına karşın, hâlâ kamu bilincinde beyaz sermayenin muhafızı değil “Atatürk’ün ordusu”dur ve muhasarayı başaran taraf, hiç de masum değildir.
Dahası, beyaz sermaye-ak sermaye, laiklik-şeriat, cumhuriyet-demokrasi, asker-polis kıskacı derken, 12 Eylül’deki tahkimata karşın otoriter rejimin çürüyen binası da enkaza dönüşmek üzeredir. Enkazın üstünde totaliter bir binanın yükselmesi hayli ciddi bir olasılıktır. Totaliter binalar en çok toplumsal kriz anlarında yükselir. Bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 13,8 oranında küçülen Türkiye ekonomisi, Baltık ülkeleri Letonya ve Estonya’nın ardından daralma rekoru kırdı. Yani, 2001 krizinden çok daha derin bir krize yuvarlanmaktadır Türkiye. Siyasal tarihte sıkça rastlandığı üzere, derinleşen kriz ortamında halk kitleleri zorlanmadan popülist demagogların peşinde totaliter diktatörlüklere meyledebilmektedirler. “Ak” sermayenin ve temsilcisi politik-dinsel örgütlerin, resmî sadaka ekonomisinin yanı sıra, bir tür iç yardımlaşmayı da başarılı şekilde gerçekleştirmeleri, eritilmesi hayli zor toplumsal meşruiyet ve siyasal destek edinmelerini sağlamıştır. Bu da derinleşen kriz ortamında totaliter eşiğin aşılması olasılığını güçlendirmektedir.
Ülkenin totaliter hapishaneye tıkılması kader değildir, tehlikeyi bertaraf etmenin yolu elbette vardır. Mevcut rejim binasının son kurumsal tahkimi 12 Eylül darbesiyle gerçekleştirildi. Apartman yöneticiliğini şimdi, darbelerin yeşertip budayıp büyüttüğü “ak” kadrolar yürütmektedir. Darbelerin mirasına ortak çıkan iktidar partisi, darbe anayasasında iktidarını pekiştirecek değişiklikler yapmayı hedeflemektedir. Yapılması gereken ilk şey, darbe anayasasının değiştirilmesine sırf “ak” sermaye partisi istiyor diye karşı çıkmak değil, daha ileri bir toplumsal sözleşme metni ve iradesiyle ortaya çıkmaktır. Ama, sermaye odaklı değil, emek odaklı bir toplumsal sözleşme ve iradeyle.