Tarihin hızlı ve yoğun yaşandığı zamanlardan geçiyoruz. 2009 Nisan’ı, ABD yeni yönetiminin kartlarını açmaya başladığı, krizli dönemin biriktirdiği birçok sorunun bir dizi toplantıda ele alındığı bir ay oldu: G20 toplantısı, NATO 60. yıl doruğu, Obama’nın Türkiye ziyareti, “Uygarlıklar İttifakı” toplantısı vb. Ne var ki, gündemdeki gerçek sorun ve ayrılıklar bu toplantılarda ele alınmadı. Taraflar, konumlarını […]
Tarihin hızlı ve yoğun yaşandığı zamanlardan geçiyoruz. 2009 Nisan’ı, ABD yeni yönetiminin kartlarını açmaya başladığı, krizli dönemin biriktirdiği birçok sorunun bir dizi toplantıda ele alındığı bir ay oldu: G20 toplantısı, NATO 60. yıl doruğu, Obama’nın Türkiye ziyareti, “Uygarlıklar İttifakı” toplantısı vb.
Ne var ki, gündemdeki gerçek sorun ve ayrılıklar bu toplantılarda ele alınmadı. Taraflar, konumlarını güçlendirmek üzere zamana oynamakta, sorunları şimdilik halı altına süpürmekte birleştiler.
Bir kez daha, görüntüyle derindeki özün birbirinden farklı olduğu bir durumla yüz yüzeyiz. Büyük medya gücüyle zihinlerimize kakılan görüntü şöyle: G20 toplantısıyla dünya kapitalistleri kriz yönetimi konusunda birlik ve dayanışma sağladılar. ABD bankalarının “stres testi” “iyi” sonuçlar verdi. Borsalar canlandı. Krizin dibi göründü. Obama’lı ABD’nin toparlayıcı liderliğini ötekilerin kabulü temelinde dünyaya yeni bir biçim verilmeye başlandı vb…
Oysa ne kriz göründüğü/gösterildiği gibi seyrediyor, ne de dünya siyaseti barışçıl bir evreden geçiyor.
Büyük buhranın doğrultusunu, derinliğini, bundan sonra alacağı olası biçimleri, yol açacağı sonuçları izleme ve çözümleme çabalarımız sürüyor ve sürecek. Dönem, dünyayı değiştirmek için mücadele edenlerden, devrimci siyaset ve eylem yolunda somut durumun somut çözümlemesini yeniden ve yeniden yapmalarını, önceden görme yeteneklerini geliştirmelerini istiyor.
Bu yazıda, içinden geçtiğimiz evrenin dünyadaki, özellikle de Ortadoğu’dan Afganistan ve Pakistan’a uzanan coğrafyadaki gelişmeler üzerinden kısa bir değerlendirmesini yapmaya, bu gelişmelerin Türkiye’deki etkileri üzerine notlar düşmeye çalışacağım.
Genel dünya durumunu şöyle özetleyebiliriz: Büyük buhran derinleşerek sürüyor, tek ve organik dünya pazarının bileşenleri olarak aynı gemide olan, ancak tarihsel/ekonomik (eşitsiz) gelişmişlik düzeyleri, varoluş biçimleri, buhrandan etkilenme dereceleri, “çözüm” ve “çıkış” perspektifleri farklılaşan büyük güçler arasındaki ilişkiler entegrasyon-çatışma gelgitinde seyrediyor.
ABD için, ekonomik temelleri çökmekte olan hegemonyasını çeşitli manevralarla geri çekilebileceği bir son noktada tutunarak sürdürmek, bu olmazsa elindeki silah üstünlüğünü kullanarak korumak varlık yokluk öneminde bir sorundur. Obama ile etkili bir imaj yenileme ve “halkla ilişkiler” kampanyası yürütüyor, bu aşamada “kriz yönetimine öteki güçlerin rıza ve onayını alarak önderlik etmek” taktiğini yaşama geçirmeye çalışıyorlar. Bu noktada dikkatli olmak, “bu aşamada”ki yönelişi, dönemin başat ve belirgin eğilimi olarak algılama yanlışına düşmemek gerekiyor.
Irak, İran, Afganistan ve Pakistan… Petrol ve hegemonya kavgasının “sıcak” biçimler alarak odaklaştığı bu dört ülkedeki gelişmeler dönemin daha önce “kaotik” olarak adlandırdığım özelliğini tüm açıklığıyla ortaya koyuyor. Bu dört ülkede de toplumsal/siyasal ortam ve ilişkiler ABD’nin istediği doğrultuda, ABD denetimi ve hatta inisiyatifi altında biçimlenmiyor. Obama yönetimi, geleneksel ABD siyasetlerindeki tıkanıklık ve başarısızlıkları aşmak üzere basit bir imaj değişikliğinin ötesine geçen yeni siyasal yönelişler geliştirmeye çalışıyor.
Irak’ın işgalinden sonraki gelişmeler bir gerçeği ortaya sermiştir: ABD’nin, karşıtları ve bağlaşıkları üzerindeki ideolojik-siyasal nüfuz ve etkileme gücü ciddi biçimde aşınmış; aynı anda birden fazla coğrafyada askeri işgal sürdürme kapasitesine sahip olmadığı ortaya çıkmıştır.
Ayrıntılarına girmeden bugünkü durumu özetlemeye çalışırsak, Irak’tan geri çekilme planı “iç” ve “dış” etmenler nedeniyle, birçok noktada ABD amaç ve hesaplarına uygun biçimde ilerlemiyor. Daha açıkçası ABD Irak’ta düzen tutturamıyor. Irak içinde, Filistin’de ve Lübnan’da güçlü İran Ortadoğu’nun en önemli düğümünü oluşturmaya devam ediyor. İran konusunda ABD söylem ve eyleminde önemli değişiklikler var. Bush döneminde İran’ın nükleer enerji ve silah üretme çabaları gerekçe gösterilerek savaş seçeneği hep “masada” ve güncel tutuluyordu. Şimdi ve en azından şimdilik “görüşmeler yoluyla çözüm” öne çıkarılıyor. ABD, Obama’nın etkili danışmanları arasında yer alan Zbigniew Brzezinski’nin başkanlığında İran’a yönelik Bağımsız Çalışma Kolu’nun 2004’te hazırladığı raporda önerilen İran’la “seçici bir diyalog”a girilmesi, “bölgesel istikrarın teşvik” edilmesi, İran’ı nükleer silah üretmekten vazgeçirme çabalarının “cezai önlemler kadar teşvik edici unsurları da içermesi”, “Tahran’ın esas olarak ekonomik önlemlerle teşvik edilmesi”, “ABD ile İran arasındaki ekonomik ilişkilerin… diplomatik ilişkiler üzerine kurulması” seçeneklerine ağırlık veriyor. (Z. Brzezinski/Robert M. Gates, İran’ın Zamanı Geldi, Çeviren: Sermin Karakale, Profil Yayıncılık, İstanbul, Aralık 2006)
Öte yandan, İran’ın Irak, Filistin ve Lübnan’daki etkisini sınırlamak ve zayıflatmak, ama aynı zamanda İran-Taliban/El Kaide çelişkilerinden yararlanmak üzere bir Sunni-Şii saflaşması inşa ediliyor.
İsrail yayılmasını, Filistin halkının sistematik baskı ve zulüm altında tutulmasını sürekli kılan, Filistin sorununu ise sürüncemede bırakan geleneksel ABD siyaseti tıkanmış, ABD-İsrail ilişkileri yeni bir döneme girmiştir. ABD ile İsrail’in siyasetlerinde bugüne dek görülmemiş farklılıklar oluşuyor.
Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı James Jones, “Filistin sorununda ilerleme kaydedilmezse, İran sorununda da kaydedilemez” diyerek ABD’nin soruna “önce İran sonra Filistin” formülünde ısrar eden İsrail’den farklı yaklaştığını açıkça ortaya koydu. Yeni ABD yönetiminin Filistin-İsrail sorunlarına yeni yaklaşımının içerikteki değişimi de yansıtan iki diplomatik göstergesi daha var: Birincisi, ABD Filistin sorununda “iki devletli çözüm”ü İsrail’i rahatsız edecek bir ton ve içerikte öne çıkarıyor. İkincisi, ABD ilk kez İsrail’i Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore’yle birlikte Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’nı imzalamaya çağırdı. Bu, İsrail’in nükleer silahlara sahip ülkeler arasında olduğunun kabulü, dolayısıyla denetlenmesine olur verileceği anlamına geliyor.
Afganistan’da ABD ve Karzai yönetimi duruma egemen olamadığı gibi, aşiretlerle işbirliği yaparak, İslam köktenciliğine daha fazla ödün vererek Taliban’ı etkisizleştirme taktikleri de sonuç üretmiyor. Ve Pakistan… Pakistan, aşırıcı derecede patlayıcı madde yüklü, buhran döneminin kaotik özelliklerini tüm çıplaklığıyla gösteren, parçalanmanın eşiğinde bir ülke. Taliban’ın Pakistan içindeki ilerleyişi, ülke yönetimindeki boşluk, ABD’nin “önleyici vuruş”una gerekçe hazırlıyor. Kaotik ortam Pakistan kentlilerini, orta katmanlarını Taliban tehdidi karşısında ABD müdahalesini meşru görme noktasına itiyor. ABD’nin Pakistan’a askeri müdahalesinin hangi gelişmelere yol açacağı, geçici bir egemenlik mi sağlayacağı, yoksa yangına benzin dökmek anlamına mı geleceği bilinmiyor.
Türkiye’deki son gelişmeleri bu tablo içine yerleştirmek gerekiyor.
29 Mart seçimlerinden sonra yapılan hükümet revizyonunda dış işleri bakanlığına getirilen Ahmet Davutoğlu, bu sıfatı kazanmadan önce de “Türkiye tarihinde ilk kez dış ve iç dinamikler örtüşüyor” sözleriyle tanınan etkili biriydi. Bugün ABD’nin Ortadoğu açılımlarının Türkiye’nin çok yönlü/çok odaklı bir dış siyaset izlemesine, bölge lideri olmasına elver
işli koşullar yarattığını savunuyor. Siyasal İslamcılardan sol söylemli liberallere kadar geniş bir kesim, kimi zaman “yeni Osmanlıcılık” olarak da dillendirilen bu yayılmacı yaklaşımı destekliyor. Bu desteğin, “Osmanlı Barışı”, “Kemalist ceberrut devletin tasfiyesi”, “demokratikleşme” türünden ideolojik gerekçeleri de var. Daha önemlisi, son birkaç yılın gelişmeleri sonunda yalnız AKP ve yandaşları değil, Türkiye’nin tüm egemenleri ABD stratejsine bağlandılar. Örneğin, bugün TSK en az AKP hükümeti kadar ABD taşeronluğuna, Ortadoğu’da aktif roller üstlenmeye hazır ve isteklidir. Özetle Türkiye “kıvam” a getirilmiş, emperyal yönelimli “büyük uzlaşma” sağlanmıştır. Egemenler arasındaki çelişki ve gerilimler bu temel yönelimde değil, iç siyasal dengelerin, uzlaşmanın nasıl, kimin üstünlüğünde kurulacağı noktasındadır.
Önümüzdeki dönemde krizle birlikte, Türkiye’de sınıf mücadelesinin, siyasetin çevresinde devineceği ana eksenlerden biri budur.
Bu eksende somut olarak olayların hangi yönde ilerleyeceğini ise, en başta, genel dünya durumunun, hegemonya ve paylaşım mücadelelerin kaotik karakteri nedeniyle kesin olarak öngörmek olanaklı değil.
Kaotik durum, en güçlüsü de içinde olmak üzere, var olan aktörlerin hiçbirinin gidişatı tek başına belirleyemediği, mücadele eden güçlerin etki ve inisiyatiflerine bağlı olarak olasılıkların birden fazla olduğu bir durumu anlatıyor. Örneğin büyük buhranın ve sınıf mücadelesinin emperyalist metropollerdeki seyri, hegemonya mücadelelerinin alacağı yeni biçim ve taraflaşmalar vb. bu süreci doğrudan etkileyebilecektir. ABD kuyruğunda ikbal arayanların, ABD projelerinin başarısızlığı ve terslenmesi karşısında hüsrana uğramaları, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmaları da olasılıklardan biridir.
Kaotik dönemler, bir de ne yapacağını bilen, gücünü doğru noktalarda yoğunlaştırabilen siyasal öznelere olağan dönemlerdekinden daha büyük alan ve olanaklar açmaktadır.
İşimiz, olasılıklardan hangisinin gerçekleşeceğiyle ilgili papatya falı açmak değil, kaotik ortamın olanaklarını sosyalizmi yeniden gerçek bir seçenek olarak var etmek ve güçlendirmek için değerlendirmektir.
Buradan bakıldığında, Hasan Cemal’ın Karayılan’la yaptığı söyleşiyle yeniden güncelleşen, Gül’ün açıklamalarıyla yeni ve resmi bir boyut kazanan “Kürt sorunu” merkezli gelişmeler kritik önem taşıyor.
Bu konuyu ayrıca ele alıp, büyük buhran, hegemonya ve sınıf mücadeleleriyle ilişkisi ve Türkiye somutluğunda çözümlemek gerekiyor.
Bunu daha sonra yapmak üzere, bu yazıyı bitirirken Kürt sorunundaki düzen içi “çözüm” ün Kürt hareketinin yalnız silahlı varlığının değil, emekçi sınıfsal temeli ve siyasallaşmış kitle hareketiyle tüm varlığının tasfiyesine yöneldiğini, bu yönelişin doğurduğu dirençle, soruna düzen iç çözüm almaşıkları arasındaki gerilimin tehlikelerle olanakları iç içe barındırdığını kaydetmekle yetiniyorum.
29 Mayıs 2009
haluk.yurtsever@gmail.com