Son günlerin manşetlerden düşmeyen iki gündemi var. Birincisi ülke içinden, Taraf gazetesinin “açığa” çıkardığı Deniz Kurmay Albay Çiçek imzalı, “gizli” ibareli “irticayla Mücadele Eylem Planı”. İkincisi ise İran’da Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında yaşananlar. Birincisiyle başlayalım; Albay Dursun Çiçek tarafından hazırlanan ve Genelkurmay Harekat Başkanlığı 3. Bilgi Destek Şube Müdürlüğü’ne (eski adı Psikolojik Harp Dairesi) yazılan ancak […]
Son günlerin manşetlerden düşmeyen iki gündemi var. Birincisi ülke içinden, Taraf gazetesinin “açığa” çıkardığı Deniz Kurmay Albay Çiçek imzalı, “gizli” ibareli “irticayla Mücadele Eylem Planı”. İkincisi ise İran’da Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında yaşananlar.
Birincisiyle başlayalım; Albay Dursun Çiçek tarafından hazırlanan ve Genelkurmay Harekat Başkanlığı 3. Bilgi Destek Şube Müdürlüğü’ne (eski adı Psikolojik Harp Dairesi) yazılan ancak Ergenekon soruşturmasında tutuklanan eski asker şimdiki avukat Serdar Öztürk’ün bürosunda ele geçirilen bu plan, Taraf’ın manşetinde “AKP ve Fethullah Gülen’i Bitirme Planı” olarak yer aldı. İlk tepki Erdoğan’dan geldi; “sorumlular cezalandırılacak”. Hemen arkasından Genelkurmay soruşturma başlattığını açıkladı. Ve iki aydır dava dosyaları arasında “unutulmuş” olan bu belgenin, altında bulunan imzanın gerçek mi sahte mi olduğu tartışması zaten var olan “taraflaşmada” yeni yeteneklerin kazanılmasını sağladı; herkes grafoloji (yazı-imza bilimi) uzmanı oldu. Gazeteler kendi uzmanlıklarını yetersiz görmüş olmalı ki karşılaştırmaları için imza örneklerini okuyucularına sundu. Sanki imza sahte olsa Genelkurmay bu işten temizlenecek mi? Bu ülkede kim (birkaç meczubu saymazsak) asker böyle şeyler yapmadı, yapmaz da, diyebilir.
Bu kadar toz duman arasında birkaç konunun altını çizmekte yarar var. Öncelikle sözü edilen belge (konu) “İrticayla Mücadele Eylem Planı”. Buna sistem içinden karşı çıkanları anlamak imkansız çünkü “irticayla mücadele” zaten devletin resmi doktrini. MGK’nın neredeyse bütün kararlarında “irtica ve bölücü terörle mücadele” ilk sırada yer alıyor. Burada söz konusu olan farklılık, bu belge içinde AKP ve Fethullah’ın yer alması. AKP ve özellikle Erdoğan, yasal bir parti olan AKP’ye karşı mücadelenin “gayri meşruluğundan” hareketle “irticaya” karşı mücadeleyi de gayri meşru hale getirmeye çalışıyor. Ve bu kaosta başarılı da oluyor; AKP’ye karşı mücadele anti-demokratik, sırasıyla Fethullah’a karşı mücadele anti-demokratik, ve irticaya karşı mücadele anti-demokratik. Ve ekliyor; “bu ülkede artık hiç kimse arkasına çeteleri alarak, mafyayı alarak siyaset üretemez, siyaseti yönetemez”. Erdoğan bu cümlenin devamında “bizden başka” demeyi ihmal ediyor. Çünkü bugün siyaseti yönetmeyi amaç edinmiş en büyük çetelerden biri Fettullah. Türkiye günlerce Fettullah’ın okullarında yetişmiş yabancı uyruklu çocukların Türkçe şiir okumalarına, türkü çığırmalarına ağlayarak eşlik etmedi mi? Fettullah’ın “hizmetlerini” övmedi mi? (Kongolu çocuğun İstiklal Marşı’nı okuması sırasında ağlamaklı olan Erdoğan, acaba kendi torununun Sudan Devlet Başkanı Ömer El Beşir’in yanında Sudan milli marşını okumasına ne derdi.) Ve Fettullah değil miydi, Nisan ayında “birileri evlerimize silah bırakıp üzerimize suç atacak” diyen. Bu ülkede provokasyonu da komployu da en iyi yapanlar faşistler ve gericiler değil mi? Yedisinden yetmişine, acemisinden profesyoneline bu işi amaç edinmiş durumdalar. En son örnek Trabzon’dan. Abilerinden, hocalarından öğrendiklerini uygulamaya kalkan faşist öğrenciler, yine kendilerinden olan dekanın arabasını molotoflayıp suçu solculara atmak isterken suçüstü yakalandılar.
Sonuç olarak; belge ister gerçek ister sahte olsun, Fettullah’ın varlığı ve faaliyetleri her geçen gün daha da meşrulaşıyor. Ve AKP ve “İrtica”, diğerlerini, demokrasinin kurallarına uymaya zorlayarak kendi yolunu genişletiyor. Ve bunu da Erdoğan “ülke ittifak halinde demokrasiyi savunmuştur” diyerek ifade etti.
Sözü edilen belgenin günlerce gündemi meşgul etmesi, Genelkurmay için de “hiç iyi olmadı”. Gerek Ergenekon davası gerek kendi içindeki yolsuzlukları saklama endişesi gerek ABD’nin isteklerine boyun eğme telaşı gerekse de kendi yandaşlarının “salaklıkları” yüzünden AKP’ye iyice paçayı kaptıran “asker”in, son belge kriziyle birlikte bu ilişkide pazarlık gücü iyice zayıfladı. * Artık tekrar eski konumuna yaklaşabilmenin tek yolu Kürt sorunundaki inisiyatif alma çabası ve tabii ki ABD’nin gösterdiği hedef olan Afganistan’daki “başarısı” olacak. Ancak her iki konuda da başrol ABD’nin. Yani içeride AKP’ye dışarıda ABD’ye teslim.
Bu arada Kürt sorununun çözümü adına sunulan plan da belirginleşmeye başladı. Elbette plan Amerikan menşeli. Başta Abdullah Gül olmak üzere birçoklarının “işte fırsat”, “tam konjonktürü” dediği durum, olaya ABD’nin müdahil olması. Planın ilk aşamasında dört başlık var: Anayasada yer alan vatandaşlık tanımının değişmesi (ki yeni anayasa tartışmaları içinde başlandı, AKP’nin önerisi ile Anayasa’nın 66. maddesinde yer alan “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” ibaresi yerine “Devlete vatandaşlık bağı olan herkese dinî ve etnik kökeni gibi ayrımlar gözetilmeksizin Türk denir” geliyor), değiştirilmiş yer adları eskileriyle -Kürtçeleriyle- yeniden değiştirilmesi (ki Abdullah Gül zaten sözünü etti), kültür ve dil konularında açılımların yapılması (Kürt enstitüsü ya da üniversitelerde Kürtçe dil eğitimi) ve pişmanlık yasasının uygulanmasının etkinleştirilmesi (örgüt üyeleri için cazip koşulların sunulması).
İkinci aşamada silahların teslimi (Amerikan arabulucularına) ve yönetici kadroların (200 civarında olacağı tahmin ediliyor) bir başka ülkede (İskandinav ülkelerinden biri mesela) ikamet ettirilmesi ve son aşamada da Abdullah Öcalan’ın, cezasının ya sürgüne ya da ev hapsine dönüştürülerek, yarı resmi de olsa siyasal temsiliyetinin tanınması. Bu planın içinde en azından başlangıcında dikkat edilirse DTP yok. Zaten son dönemlerde yapılan DTP operasyonu, KESK operasyonu ve elbette Erdoğan’ın çok kıymetli zamanını ayırıp DTP’ye randevu vermemesi bu tercihin göstergeleri.
Bu plan uygulanabilir mi “bilinmez”. Ancak Erdoğan ile Başbuğ’u birbirine yakınlaştıran itki, ABD’nin soruna el atmış olası ve sorunu çözeceğine olan inanç. “ABD sorunu zaten çözecekse gerdirmekte sakınca yok”.
İran’dan sonra…
ABD’nin yeni Obama yönetimiyle birlikte Ortadoğu’da daha rutin bir sürece dönüş eğilimi ve asıl ilgisini Asya’ya ve Kafkasya’ya yoğunlaştırma isteği biliniyor. İran’da son yaşananlar ise ABD’nin ekmeğine yağ sürmüş durumda. İran konusunda sonda söylenecek olan başta söylenecek olursa; İran artık eskisi kadar dış politikada rahat ve güçlü olamayacak.
İran’da 12 Haziran’da yapılan seçimin sonuçlarının açıklanmasının ardından yaşananların tozu dumanı hala yatışmadı ve kısa süre içinde de yatışacak gibi görülmüyor. Tam da bu yüzden, gelişmelerin kendi istediği türde olacağını varsayanların değerlendirme ve analizleri ortalığı kaplamış durumda. Bunların en gözde olanı da İran’da yeni bir karanfil ya da turuncu devrim beklentisinde olanlar. Şimdi yaşananların böyle bir şeye dönüşebilmesi için hem bileşiminin hem de içeriğinin değişmesi gerek. Çünkü şimdi yaşananlar bir rejim kavgası değil, aynı rejim içinde bir iktidar kavgasıdır. Dış görüntüsü Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı seçilmesiyle başlayan ancak içeride ekonomik ve siyasal güç ilişkilerinin kısmen değişmesiyle karakterize olan son dört yıl İran’da şu an yaşananların asıl nedeni. Amerika’nın ya da İngiltere’nin etkisinden ancak dolaylı olarak söz edilebilir. Ama bilgilerinin ve kaşıma isteklerin dolaylı olmadığı kesin. İran seçimlerinden bir hafta önce Obama, Mısır’daki Müslüman dünyasına “şirin gözükme konuşmasında”, 1953 yılında İran Başbakanı Musaddık’ın dev
rilmesinde ve Şah’ın yeniden iktidarı ele geçirmesinde ABD’nin rol oynadığını kabul etmişti. Acaba bu samimi itiraf, bir hafta sonra olacaklardan biz sorumlu değiliz, anlamına gelebilir mi? Ya da İran yönetiminin internet erişimlerini engelleme çabalarına karşılık olarak, BBC’nin Tahran’daki habercileriyle iletişim kurma gerekçesiyle üç haberleşme uydusu kiralayıp İran’a odaklaması, sadece haber alma özgürlüğü müdür?
Zaten İran’da yaşayan İranlıların en büyük düşmanı ABD ve İsrail’dir. Onların bu olaylara karıştığı iddiası İran’daki kavgayı bitirecek en kısa yoldur. Zaten İran yönetimi de bunu yapmaya çalışıyor. Ancak tüm yaşananların sıcaklığı azaldığında bile İran eski İran olmayacak. Ahmedinejad’ın yüzde 63 oy aldığı kabul edilse bile, iktidar paylaşımında yeni tavizler verilse bile İran uzunca bir süre asıl ilgisini kendi içine yöneltmek zorunda. Bu da Irak’ta, Kafkasya’da, Lübnan’da, Filistin’de ABD’nin işine yarayacak. Dolaylı olarak da bu bölgelerde ABD adına iş bitiriciliğe soyunan AKP’nin. Böyle bir durumda İran’la da arayı bozmak istemeyen AKP’nin Dışişleri Bakanı Davutoğlu da “İran’da istikrar bizim için çok önemli” diyor.
Çözümü patronların kurtuluşunda aramak
Tüm bunların yanında ezilenleri, emekçileri asıl ilgilendiren gündemde yani neoliberal politikaların uygulanmasında ve ekonomik kriz karşısında, egemenler (koyunun olmadığı yerde) inisiyatif alma çabasındalar. TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu’nun önderliğinde, kuyruğuna Türk-İş, Hak-İş ve KAMU-SEN gibi sözde emekten yana konfederasyonları da katarak başlatılan beş haftalık “kriz varsa çare de var” kampanyası dördüncü haftada dördüncü sloganını da patlattı (birinci hafta ”Eve kapanma pazara çık”, ikinci hafta “Kimse işini kaybetmesin”, üçüncü hafta “Güven ve istikrar” ve dördüncü hafta da “Gücüne güven”). Emekçiler cephesinde çok bir etkisi olmayan bu kampanyanın zaten amacı da bu değildi. Gerçek amacı konusunda ise mutlak başarıdan söz edilebilir. Çünkü bu kampanya sayesinde bütün örgütlü patronlar (TOBB, TESK, TİSK, TİM, TÜSİAD, MÜSİAD, TÜRKONFED, Ankara Giyim Sanayicileri Derneği, AMPD, DEİK, TİKAD, BMD, TÜMSİAD, BAKTAD, MOBİSAD) bir araya gelip hükümet üzerinde bir baskı gücü oluşturmuş ve çıkarları için olan kararları daha hızlı aldırabilmiştir. “Bu krizden çıkmanın tek yolu ilk önce patronların kendini kurtarmasıdır” yalanını toplumun çoğunluğuna kabul ettirdiler (daha ne yapsın Hisarcıklıoğlu, kapitalizmin üstün başarı ödülünü almak için).
İlerici emek örgütleri bu sürece müdahale için ne yaptılar? Bu soruya doyurucu bir yanıt verebilen var mı? Bu süreçte (kısmen zorunlu da kalsa) en hareketli olan KESK bile mitingini “TİS ve baskılar”la sınırlıyor.
Basitten karmaşığa gidelim: İstanbul’da ulaşıma yapılan zamlar KESK üyelerini, DİSK üyelerini, ÖDP ve TKP ve DTP üyelerini etkilemiyor mu? Bunların hepsinin özel arabası mı var, yoksa uçuyorlar mı? Biraz daha zorlaştıralım: bu üyelerin çocukları eğitim görmüyor mu yoksa kankaları yurtdışında mı okutuyor? Bu üyelerin kendileri ve aileleri genetik olarak hiç hasta olmayan bir ırktan mı geliyor? Üyelerinin içinde kentsel dönüşüm projelerinden etkilenip evi yıkılacak olan yok mu, hepsi havuzlu villalarda mı oturuyor? KESK ve DİSK yöneticileri bu zor sorulara yanıt vermeyip, biz üyelerimiz için iyi toplu sözleşmeler (çok paralı) imzalarsak, üyelerimiz bu “hizmetlerin” hepsini alabilir diyebilirler. Siyasi parti yöneticilerinin de “bunlar sistem sorunu, sistemi değiştirdiğimizde bunları da hallederiz zaten, biz reformcu değil, devrimciyiz” deme hakları vardır?
Şimdi ise “uzman” bölümü yani “en zoru”: kapitalizmi yıkmak için onu işlemez hale getirmek zorunlu ise bunu nasıl yapacağız, nereden başlayacağız?
Bunun yanıtını ise yaklaşık kırk ilden onar kişiyle (kriz var, otobüs parası bulamadılar ve uçmayı da henüz keşfedemediler) Ankara’ya gelen Halkevciler verdi, veriyor ve vermeye devam edecek:
“Bugün Halkevciler her geçen gün hayatı zorlaştıran ve halkı mağdur bırakan AKP’ye karşı halkın hakları ve şartlarıyla Türkiye’nin dört bir yanından temsilcilerle bir araya geldiler. Bu gün burada bir toplumsal yıkıma doğru giden krizi fırsat olarak değerlendiren sermaye güçlerine, onun bir dediğini iki etmeyen hükümete karşı halkın şartlarını sunuyoruz.
Biz doğduğumuzda sağlıklı beslenemiyorsak, iyi bir okula gidemiyorsak, iyi bir evde yaşayamıyorsak, hastane kapısında ölümle pençeleşiyorsak, sokağa çıkamıyorsak, bir işimiz olamıyorsa, bir işimiz var da yarın o işte kalıp kalmayacağımız meçhul ise, toprağımız var ekemiyorsak, yoksulluk çekiyorsak ve her geçen gün biraz daha yoksullaşıyorsak, artık yeter diyoruz. Eğitim, sağlık, güvenceli iş, barınma, beslenme, ulaşım, enerji ve su hakları herkese parasız ve nitelikli olarak verilmeli diyoruz. Krizin yarattığı toplumsal yıkıma karşı gazetelerin üçüncü sayfalarında şiddetin haberleri değil, özgürlüğün mutluluğun refahın huzurun ülkesinin üçüncü sayfa haberlerini görmek istiyoruz. İşte bu nedenle masaya şartımızı koyuyoruz. Biz müşteri değiliz, biz bu ülkenin gerçek sahipleriyiz, biz bu ülkenin namusuyuz, biz bu ülkenin alınterini akıtanlarız. Bizler bu krizin faturasını ödememekte kararlıyız. Bu ülkenin binlerce yıldır beraber yaşamış ezilenleri yoksulları emekçileri bütün haklarını kullandıkları gibi halkların eşit özgür yaşadıkları barış haklarını da kullanacaklardır. Biz bütün haklarımızı korumaya, kaybettiklerimizi kazanmaya ve olmayanı demokratik bir biçimde yeniden inşa etmeye, yani yeni bir ülke, aydınlık ve güzel bir ülke kurmaya kararlıyız. Şimdi dönüyoruz Ekim’de bir daha geleceğiz. Ekimde, bu şartların, bu hakların savunucusu bütün halkımızla birlikte geleceğiz. Tüm ilerici muhalefet güçleriyle bu mücadeleyi birlikte öreceğiz. Haklar mücadelesiyle yolumuzda yürümeye devam edeceğiz.”
*Bu yazı kaleme alındığında söz konusu belge tartışmasına dair askeri savcılığın takipsizlik kararı açıklanmamış, İlker Başbuğ “TSK’ya karşı asimetrik savaş sürdürülüyor” iddiasını dile getirmemişti. Başbuğ’un basın toplantısı süresince “ulusalcı” diye bilinen kesimlerin asist şeklindeki soruları karşısında ‘topa girmemesi’ dikkat çekti. Başbuğ açıklama boyunca hükümeti ve Gülen cemaatini açıkça hedef almaktan kaçınırken, kendilerinin değişime/eleştiriye açık olduğunu çeşitli biçimlerde ima etti. Bağbuğ’un Ergenekon soruşturmasının askeri mahkemelerde de sürdüğüne dair örnek vererek sürecin parçası olduklarını gözler önüne sermesi dikkat çekti. Başbuğ’un sertliği, rejimin dönüşüm sürecine karşı değil, bu süreçte kendilerini tamamen dışarıda tutmaya çalışanlara yönelikti.