İmtiyazlılar coğrafyasında seçmenin pek ilgisini çekmeyen bir seçim yapılıyor: Avrupa Parlamentosu Seçimleri. 27 ülkenin üye olduğu ve yaklaşık 500 milyonluk bir nüfusa sahip olan AB’de, büyük bir iktisat ve malî kriz dönemi içindeyken, Doğu Avrupa’yı içeren 2005 genişlemesinden ve Lizbon Stratejisi’ni anayasal zorunluluk haline getirecek ‘Avrupa Anayasası’nın reddedilmesinden sonra, 375 milyon seçmen toplam 785 üyesi […]
İmtiyazlılar coğrafyasında seçmenin pek ilgisini çekmeyen bir seçim yapılıyor: Avrupa Parlamentosu Seçimleri. 27 ülkenin üye olduğu ve yaklaşık 500 milyonluk bir nüfusa sahip olan AB’de, büyük bir iktisat ve malî kriz dönemi içindeyken, Doğu Avrupa’yı içeren 2005 genişlemesinden ve Lizbon Stratejisi’ni anayasal zorunluluk haline getirecek ‘Avrupa Anayasası’nın reddedilmesinden sonra, 375 milyon seçmen toplam 785 üyesi olan Avrupa Parlamentosu’nu seçiyor.
Gerçi Avrupa sokaklarını dolaşanların seçim olacağını tahmin etmeleri hayli güç. Partilerin, alışılagelmiş ürün reklamlarının arasında kaybolan seçim afişleri, haberlerden sonra yayınlanan iki dakikalık seçim reklamı ve alışveriş merkezlerinin bulunduğu yerlerdeki parti standları olmasa, seçimden bihaber olacağız anlayacağınız. Oskar Lafontaine bile seçim mitinglerine birkaç yüz kişiden fazlasını toplayamadıktan sonra, gerisini siz düşünün.
Uzmanlar Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerine yüzde 40’tan az bir katılım olacağını tahmin ediyorlar. Tanıdık bir gazeteciden duyduğuma göre, büyük gazetelerin politika redaksiyonlarında girilen bahislerde, oranın yüzde 30’lara kadar ineceğine dair iddiaya girenler varmış. Son seçimlere katılım yüzde 43 civarındaydı.
AP’nin seçmenin ilgisini çekmemesinin birkaç nedeni var. Bir kere parlamentonun dişsiz bir kaplan olduğunu vurgulamak lazım. AB Komisyonu’nun aldığı bazı önemli kararlara katılma hakkı var, o kadar. Kararların alındığı asıl merciiler, devlet ve hükümet başkanlarının oluşturduğu AB Zirveleri, AB Konseyi ve AB Komisyonu’dur.
AB’ye üye olan ülkelerdeki sosyal, iktisadî, politik ve kültürel tüm kararların neredeyse yüzde 80’inin, demokratik meşruiyeti meçhul kurumlarca alınması, parlamentonun ‘cazibesine’ mal oluyor. Kısa birkaç bilgi vermek gerekirse, AB politikaları şöyle belirleniyor diyebiliriz:
En güçlü kurum AB Komisyonu. Önemli konularda bağımsız karar alma hakkı var. Üyeleri, AB üyesi ülkelerin hükümetlerince belirlenir. AP, hükümetlerin Komisyon’a gönderdiği üyeleri kabul etmek zorunda. Ancak üçte ikilik bir çoğunlukla Komisyon’un istifasını isteyebilir, ki bu AP’ndaki politik çoğunluklara bakıldığında olanaksız sayılmalı. Komisyon, AB idaresinden ve yasa tasarıları hazırlamaktan sorumlu ve ‘ortak politikalar’ geliştirmekle yükümlü. Ulusal hükümetlerin AB kararlarına ve sözleşmelerine uymalarını kontrol eder, uluslararası sözleşmeler imzalar.
Ardından AB Konseyi’ni saymak gerekiyor. Konsey, AB üyesi ülkelerin ulusal bakanlarından oluşur ve AB’nin temel politikalarını belirler. Vergi politikaları, göç ve mültecilik ile dış ve güvenlik politikalarında oy birliği gereklidir. Konsey’de her ülke, büyüklüğüne göre oy hakkına sahiptir, ancak bu uygulama küçük ülkelerin lehine biçimlendirilmiştir.
Asıl söz sahibi olan kurum ise Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’dir. Yılda dört kez toplanır, AB stratejilerini belirler ve Komisyon’un önerilerini kabul eder. Komisyon doğrudan Zirve’ye karşı sorumludur. Kısacası Zirve karar alır, Komisyon uygular ve hükümetler de bu kararları ülkelerinde ‘AB istiyor, uygulamak zorundayız’ gerekçesiyle ulusal politika haline getirir.
AP ise, belirli yasa karakteri olan kararlara AB Konsey’i ile katılma hakkına sahiptir, Komisyon’un hazırladığı bütçeyi onaylar ve Komisyon’un çalışmalarını denetler. Komisyon’u seçme ve temel politikalar ile stratejileri belirleme hakkından mahrum bir parlamentonun, Avrupa’lı seçmenin pek ilgisini çekmemesi bu nedenle eşyanın tabiatına uygundur.
Diğer tarafta küresel krizin etkilerini de göz önünde tutmak gerekir. Yeni üyeler iflasın eşiğinde. Macaristan 2008’de verilen 20 milyar euro ile iflastan kurtarılmıştı, ancak yeniden iflasın eşiğine gelmiş durumda. Romanya, Letland, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Bulgaristan gibi ülkelerde ekonomik krizin yanısıra, politik krizler de yaşanmakta. İşsizlik kimi ülkede yüzde 20’ye (Estonya yüzde 20, İspanya yüzde 19) dayanmış durumda. AB yurttaşlarının yüzde 58’i kişisel ekonomik durumlarının kötüleşeceğini tahmin ederken, yüzde 83’ü AB’nin krizle yeterince mücadele edemediğini düşünüyor (Eurobarometre).
Peki, böylesine bir ortam içerisinde ve AB’nin giderek neoliberal ve militarist bir imparatorluğa dönüştürüldüğü dönemde seçimlerde oy kullanmak için tek bir neden var mı? Bence var: Parlamento’yu neoliberalizme, emperyalist yayılmacılığa ve militarizme karşı bir kürsü olarak kullanan birleşik sol güçleri desteklemek, AB’nin demokratikleştirilmesini savunmak, ırkçı ve neofaşist güçlerin parlamentoya girmelerini engellemek ve daha sosyal, barışçıl, eşitlikçi, demokratik bir Avrupa için verilen mücadelenin parlamenter ayağını güçlendirmek bence bunlar yeterli nedenler. Evet, kaplanın dişleri yok, ama bu koşullar karşısında en azından gürleyebilir. O bile önemli. Ben de oyumu gürleyebilsin diye kullandım.