Adam Haniyeh’in Ekim 2002 tarihinde yayınlanan bu makalesini, İsrail-Filistin sorununu sınıfsal bir perspektiften oldukça nesnel bir biçimde ele alan nadir çalışmalardan biri olduğu için okurun ilgisine sunuyoruz. 5deniz Güncel Filistin İntifada’sı ve İsrail’in vahşi tepkisi son iki yıl süresince sayısız makalenin konusu oldu. Bu makalelerin çoğu, İsrail politikasının yapısını, Ariel Sharon’un muhafazakar bakış açısına dayanarak […]
Adam Haniyeh’in Ekim 2002 tarihinde yayınlanan bu makalesini, İsrail-Filistin sorununu sınıfsal bir perspektiften oldukça nesnel bir biçimde ele alan nadir çalışmalardan biri olduğu için okurun ilgisine sunuyoruz. 5deniz
Güncel Filistin İntifada’sı ve İsrail’in vahşi tepkisi son iki yıl süresince sayısız makalenin konusu oldu. Bu makalelerin çoğu, İsrail politikasının yapısını, Ariel Sharon’un muhafazakar bakış açısına dayanarak açıklamaya çalıştığından dolayı, sol çözümlemelerde hayal kırıklığı yaratan bir boşluk var. Bu çözümlemelerde, İsrail stratejisi; Filistinlilerin bazen Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden (BŞ/GŞ) kovulmasını da kapsayan, işgal edilmiş topraklarda emperyalist planların ırkçı bir yayılması olarak gösteriliyor.
Neredeyse hiçbir sol analizde, ne İsrail ne de İşgal Edilmiş Topraklara dair yapılmış sınıf temelli bir politik ekonomi tartışması yok. Bu, sol yazına ilginç bir suçlama gibi gözükse de, sınıf temelli analiz yoksunluğunun, solun çoğunun İsrail devletini algılamasındaki karışıklığın belirleyeni olduğuna inanıyorum. Solun büyük kısmı için, İsrail politikası basitçe sağcı Likud ve daha barış eğilimli İşçi Partisi’nin ikili karşıtlığı olarak anlaşılıyor. Aşağıda, böyle bir görüşün İsrail’deki sınıf yapılanmasını anlamaya dair hatalı bir bakış açısından kaynaklandığını ve analizimin merkezine sınıfı koymadan gerçekte ne olduğuna dair yeterli bir anlayış geliştirmenin imkânsız olduğunu anlatmayı amaçlıyorum.
İsrail kapitalizminin aslında Siyonist işçi hareketi (bugün İşçi Partisi tarafından temsil edilmektedir) tarafından yaratıldığına ve Oslo sürecinin İsrail kapitalizminin oluşumunda kilit bir adım olduğuna inanıyorum.[1] Filistin halkına karşı yürütülen İsrail savaşı, Filistin kanton-devleti yaratmayı amaçlayan bu sürecin mantıki bir uzantısıdır. İsrail kapitalizminin yaratılmasında Siyonist işçi hareketinin merkezi rolünden dolayı, “sol” ve “sağ” terimleri İsrail örneğinde birbiriyle karıştırılıyor.
Ayrıca İsrail, son 10 yıldan uzun süredir, İşgal Edilmiş Toprakların İsrail ekonomisine bağımlılığını arttırırken, kendisinin ucuz Filistin emeğine bağımlılığını devamlı olarak azalttı. Sonuç son derece çarpık bir sınıf yapısına sahip olan Filistin toplumu oldu: İsrail sermayesi ile ayrıcalıklı ilişkisine bağımlı bir kapitalist sınıf ve ulusal mücadelede çok az stratejik ağırlığı olan bir işçi sınıfı.
İsrail toplumunda sınıf ve devlet
İsrail ile ilgili pek çok akademik ve popüler yorumcu İsrail devletinin, ülkenin 1948’deki kuruluşunu takip eden ilk 40 yıldaki baskın etkisini, İsrail’in sosyalist bir ekonomi olduğunun kanıtı olarak görür. Bu kanaat, kolektif yerleşimin, özellikle kibbutz hareketinin etkisiyle ve İsrail tarihinin büyük kısmında en büyük işveren olan Histadrut sendika hareketinin gücünden dolayı Siyonist işçi hareketinin politik yazılarında da destek buldu.[2]
1980’lerin ortalarından itibaren ve 1990’larda artarak, İsrail politik ekonomisi dramatik bir değişim süreci yaşadı. Son on beş yıl içinde, ülkenin ekonomik yapısı önemli ölçüde değişti ve İsrail küresel kapitalizmin yayılan vizyonunu benimsedi. İsrail hükümeti büyük ölçüde IMF ve Dünya Bankası talimatlarına dayanarak, kamu iktisadi teşekküllerini özelleştirdi, sermaye piyasası üzerindeki hükümet kontrolünü gevşetti ve reel ücretleri azalttı.
İsrail politik ekonomisine dair geleneksel yaklaşımlar bu değişimleri İsrail elit tabakasında ideolojik bir yön değişimi olarak açıklamaya çalıştılar. Bu yaklaşıma göre, İsrail liderleri sosyalist ideolojinin bir çeşit uyarlamasına bağlıydılar ve sonra, 1980’lerin ortalarında, kendi ekonomik sıkıntıları nedeni ile hızla neoliberal kapitalist reçeteye sarıldılar.
Oysaki son 10 yıldır yazan yeni kuşak İsrailli aydınlar, İsrail’in kuruluşunu anlamak için yeni bir yaklaşımın gerektiğini savunuyorlar.[3] Siyonist hareketin gelişiminin en iyi, arazi ve emek piyasası üzerinde kontrolü kazanmaya kalkışan yerleşimci bir hareket bağlamında anlaşılacağını ileri sürüyorlar. Orijinal yerleşimci hareketin özel kapitalist sınıfı zayıf ve bölünmüştü ve Siyonist işçi hareketi liderliğindeki yerleşime yönelik kolektivist yaklaşım, topraklara yerleşmek ve yerli nüfusu tahliye etmek için en etkili yöntemdi. Histadrut’un gücü ve Siyonist işçi hareketinin lider rolü en iyi, 1948’den önce var olan Yahudi kapitalist sınıfın zayıflığı ve Yahudi göçmenler için iş sağlama ihtiyacı kadar sınır dışı etmelerin başlangıç nedeni yerli Filistin işçi sınıfının emek pazarından dışlanması ihtiyacı ile açıklanır.
Yerleşim dönemi süresince hem kapitalist sınıfın hem de işçi sınıfının gelişmemiş doğasından dolayı, 1948’den sonra gelişen İsrail devleti sadece topraklara yerleşmekle değil aynı zamanda sınıfları oluşturmakla da ilgiliydi. Bu sınıf oluşturma süreci 1948 ve 1985 arası iki ana evreden geçti.
1. 1948-1973: Bu dönem, Alman savaş tazminatlarından ve yurtdışındaki Yahudilerden gelen tek taraflı sermaye transferleriyle finanse edilen yüksek oranda büyüme ile nitelendi. Sınıf ve devlet oluşumlarının başlangıç dönemiydi. Bu nedenle, devlet tüm sermaye transferlerini fiilen “ulusal projeler”de müttefik olarak düşünülen iltimaslı sermaye gruplarına yönlendirdi. Sonraki yıllarda bu gruplar İsrail ekonomisine egemen olan ana holdinglere dönüştü. İsrail işçi sınıfı etnik olarak ‘Mizrahim’ olarak tanımlanan yüksek sayıda Arap, Afrikalı ve Asyalı Yahudi göçmenlerden oluştu.
1967 BŞ/GŞ İsrail işgalini takiben, İsrail ekonomisi sözde ‘Filistinli-patlamasına’ maruz kaldı. İşgal, İsrail iç pazarının hacmini önemli oranda arttırdı ve ucuz emek için başka bir kaynak yarattı. Bu emek gücü ucuzdu ve büyük oranda sömürüye açıktı ve 1980’lerin ortalarından itibaren BŞ/GŞ’den Filistinliler, İsrail emek gücünün yaklaşık %7’sini oluşturdu.[4] 1985’te BŞ/GŞ emek gücünün yaklaşık üçte biri İsrail’de çalışıyordu. Bu işçilerin %47’si inşaat sektöründe çalışıyordu. Bu ucuz emek gücü, emek pazarının en alt kademelerini doldurarak ve uzatılmış İsrail askeri hizmetlerinin neden olduğu bazı açıkları kapatarak, İsrail ekonomisine büyük bir canlılık sağladı. Filistinli işçiler, aynı zamanda bazı Mizrahim işçilerin ustabaşı ve üst denetçi pozisyonlarına yükselmelerine olanak vererek 1970’lerde Mizrahim ve Avrupalı Yahudiler arasında yükselmiş olan etnik tansiyonu bir miktar azalttı.
2. 1974-1985: 1960’ların sonlarında büyük merkez holdingler beş ana şirketler grubunda birleşti: Koor, Hapoalim, Leumi, Clal ve Israel Discount Bank Holdings (IDB). İlk dört holding devlet, Histadrut ve Siyonist işçi hareketi tarafında kontrol edilirken; IDB özel sermayeye aitti. İsrail’in 1967 BŞ/GŞ işgaliyle başlayarak ve 1973 savaşını takiben artarak, askeri üretim, İsrail politik ekonomisinin merkezine yerleşti. Bu askeri harcama devlet tarafından ana holdinglere yönlendirildi ve ekonomi genelinde stagflasyondan mustaripken, merkezi şirket grupları için muazzam birikim oranları sağladı.[5]
1980’lerin ortalarında, bir dizi etkenden dolayı bu sistem bozulmaya başladı. Küresel düzeyde, dünya çapında durgunluk ve yeni küresel politik gruplaşmalardan dolayı, uluslararası pazarda askeri donanımlara yönelik talep düşüşü, holdinglerin karlarını sınırlandırmaya başladı. Yerelde, hiper enflasyonun başlaması ekonomiyi bütünüyle boğmaya başladı ve finans
al planlama yapmayı zorlaştırdı.
Bu değişimlere karşılık olarak, devlet -Siyonist hareketin İşçi kanadı rehberliğinde- 1985 Ekonomik Stabilizasyon Planı (ESP) ile başlayan önemli bir yön değişimine girişti. Bu değişim dört süreçten oluştu:
1. Devlet ve ana holdingler arasındaki ilişkide değişim. ESP devlet ve kapitalist sınıf arasındaki ilişkide yeni bir evre başlattı. Ana holdingler devlet aygıtlarından ayrıldı ve yeni kapitalist sınıfın ellerine verildi. Devlet artık bu holdingleri daha fazla himaye etmeyecekti. Onun yerine bu holdingler, gerçek özel bir kapitalist sınıf için sermaye birikiminin ana kaynakları oldular. Bu, Histadrut imparatorluğunun, kalıntılarının özel ellere devredilmesi ve hükümet ve devlet benzeri organlarının özelleştirilmesi yoluyla, dağıtılmasıyla başarıldı.
2. Yeni bir kapitalist sınıfın birleşimi. Bu kapitalist sınıf üç farklı kaynağın kaynaşması ile oluştu: Amerikan işadamı Ted Arison ve Kanadalı milyarder Charles Bronfman gibi genellikle Siyonist hareketle bağlantılı küresel sermaye; Recanati ve Ofer aileleri gibi daha önce devlet tarafından desteklenen yerli özel sermaye ve üçüncü olarak ESP ve özelleştirme sürecine yol açan devlet bürokrasisi.
3. İsrail’in küresel ekonomiye eklemlenmesi. 1980’lerin ortalarından başlayarak, İsrail ekonomisi, yabancı mülkiyet ve yatırım yasalarının gevşetilmesi ve yerel firmaların dünya borsalarında ortak listelenmesi yoluyla dünya ekonomisine açıldı. İki’de detaylandırılan kapitalist sınıf homojen değildi. Yukarıda tanımlanan kapitalist sınıfın üçüncü unsuru olan eski devlet bürokratları yeni özel firmaların yöneticileri olma eğilimindeydi. 1990’ların başlarında Filistinlilerle müzakerelerin başlangıcını takiben, yerli büyük İsrail özel sermayesi, yabancı sermaye ile, özellikle ABD ve Asya sermayesi ile olan önemli yatırım ve mülkiyet bağları aracılığıyla yeni küresel dünya düzenine katıldılar. Üçüncü olarak, uluslararası sermaye, özellikle Amerikan sermayesi, İsrail ekonomisi küresel kapitalist düzene dahil oldukça İsrail’de büyük yatırımlar yapmaya başladı.
4. İşçi-sermaye ilişkisini yeniden yapılandırmak. Holdinglerin ve Histadrut imparatorluğunun dağıtılması, işçiler ve kapitalistler arasındaki ilişkide önemli bir etki yarattı. Yüksek oranda sömürülen bir kesimle birlikte var olan ayrıcalıklı işçi tabakasını barındıran eski sistem, Histadrut ve ekonomi arasındaki bağlantı koparılarak yıkıldı. İşçi sınıfının yaşadığı sömürü oranında, gerçek ücret artışını aşan üretkenlik oranı artışında yansımasını bulan büyük bir artış vardı. Bu durumdan bazı devlet politikaları sorumluydu, özellikle, Şekel’in devalüe edilmesi, enflasyonu telafi etmek için ödenen geçim yardımlarının zayıflaması. Ayrıca, belirli mallar için sübvansiyonları sona erdirmek ya da düşürmek gibi hükümet mali politikaları, zenginliğin yoksullardan yeni kapitalist sınıfa aktarılmasına katkıda bulundu.
Bu değişimler “yeni” İsrail politik ekonomisini gösteriyor, politik ve kültürel düzeylere de yansıyor. Bu değişimlerin bazı belirtileri: (1) Devlet kamu alanından çekildikçe sivil kuruluşlarda ve parlamento dışı hareketlerde artış, (2) Amerikan sermayesi ülkede yatırımı arttırdıkça, İsrail kültürünün artan “McDonaldslaşması” ve (3) İsrail sermayesinin küresel ve bölgesel sahneye taşınmasına olanak sağlamada anahtar bir evre olan Oslo süreci gibi politik gelişmelerdir.
Neoliberal kapitalizme geçişte İşçi Partisi’nin esas güç olduğu vurgulanmalıdır. İşçi Partisi’nin sosyal temeli geleneksel olarak Avrupalı ve Amerikalı daha zengin Yahudilerken, rakip Likud 1970’lerde Yahudilerin daha yoksul kesimi olan Afrika ve Ortadoğu Yahudilerinden (Mizrahim) destek kazanmaya başlamıştı. Likud Partisi ilk seçimlerini yoksul ve dezavantajlı Mizrahimlerin desteği ve İşçi Partisi’nin Avrupalı Yahudi elitlerini temsil ettiği kanısının yoğun etkisiyle 1977 yılında kazandı. Bugün İşçi Partisi ve Likud’un ekonomi politikaları arasında çok az fark var: Her ikisi de Amerikan stili neoliberalizmi candan benimsediler. Politik düzeyde, hakim İşçi Partisi ve Likud arasında İsrail-Filistin çatışması konusunda da uyum var. Bugün İşçi Partisi’nin başkanı Benyamin Ben Eliezer Savunma Bakanı olarak, İşgal Edilmiş Topraklarda Filistin nüfusunun acımasızca baskı altında tutulmasını gözetiyor. İsrail’de işçi sınıfının politik bir güç olarak çöküşü, İşçi Partisi ve Likud’un bu yakınlaşmasına bağlıdır.[6]
Oslo ve İsrail kapitalizmi
Oslo sürecinin başında, yeni gelişen kapitalist sınıf, müzakerelerin sesli bir destekçisiydi. Bu desteğin tipik örneği Benny Gaon’dur. Gaon, Histadrut’un en önemli firması Koor’un 1987’de CEO’su oldu ve Koor’un özel bir şirkete dönüşmesini sağladı. Gaon ve yeni İsrail kapitalist sınıfı için, Oslo, İsrail’in küresel pazara açılmasında kritik bir adımdı. Bu bakış açısına göre, çatışma devam ettiği sürece, İsrail’e önemli yabancı yatırımları çekmek imkansız olacaktı. İsrail-Filistin çatışmasına politik bir çözüm olmadan, İsrail şirketlerinin Amerika, Avrupa ve yükselen piyasalar olarak adlandırılan ülkelerde yatırım yapması çok zor olacaktı. Koor, 1993’te İsrail, Filistin, Arap ve Avrupalı şirketleri bölgedeki ortak yatırım projelerinde birleştiren İlkeler Deklarasyonu’nun imzalanmasından sonra, Barış Projesini başlattı. Koor ayrıca, altyapı projelerinde ve BŞ/GŞ’ye malların ihracında Filistin Otoritesi’nin ana ortağı oldu.
Bu desteğin nedenleri, esas olarak, İsrail ekonomisine uygulanan Arap boykotunu sona erdirmek ve İsrail’deki iş ortamının istikrarını sağlama ihtiyacından kaynaklandı. İsrail, emek maliyetinin İsrail’den çok daha ucuz olduğu Mısır ve Ürdün’e tekstil firmalarının taşınması gibi adımlarla düşük-teknolojili endüstrileri taşeronlaştırmayı amaçladı. Büyük oranda da başarılı oldu; İsrail şirketleri şimdi mallarını Ürdün, Mısır ve İşgal Edilmiş Topraklardaki endüstri bölgelerinde üretiyorlar.
İsrail, 1967’den itibaren İsrail’de çalışan günlük Filistin emek gücünün yerini alması için 1993’ten itibaren bilinçli olarak Asya ve Doğu Avrupa’dan yabancı işçiler getirmeye başladı. Yabancı işçiler, ülkeye getirilmeleri ve barınmalarının sağlanması gerektiğinden, biraz daha maliyetli olmakla beraber, yüksek oranda sömürüye açıktılar ve ülkeye çoğunlukla (İsrail hükümetinin bilgisiyle) yasadışı yollardan getirildiler. Tayland, Filipinler ve Romanya’da kurulu olan işçi-kiralama şirketleri tarafından getirilen bu işçiler ülkeye geldiklerinde, işverenler tarafından pasaportları alındı, çok kötü koşullarda çalıştırıldı ve çoğunlukla ödemeleri geciktirildi. İsrail’de yasadışı bulunmak suçlamasıyla kendi ülkelerine kolaylıkla sınır dışı edilebilecekleri için ideal yedek emek ordusunu oluşturdular.
Oslo’yu takiben gelen yüz binlerce yabancı işçi, İsrail ekonomisinin artık Filistinli işçilere bağımlı olmaması anlamına geliyordu ki bu İsrail için çok önemliydi. Filistin emeği ekonomik ve politik duruma göre açılıp kapanabilen bir musluğa dönüşmüştü. 1992-1996 arasında, İsrail’deki Filistinli çalışanların sayısı 116.000 işçiden (Filistin emek gücünün %33’ü), 28.100’e (Filistin emek gücünün %6’sı) düştü. İsrail’de çalışarak elde edilen kazanç 1992’de Filistin GSMH’sinin %25’i iken, 1996’da %6’ya düştü.[7] 1997 ve 1998 arası, İsrail ekonomisinde iyileşme sonucu, Filistinli işçilerin sayısı yaklaşık olarak 1993 öncesi düzeylere
çıktı. Fakat şimdiki İntifada’nın* başlangıcını takiben, sınırların kapanması ve izinlerin onaylanmasının reddedilmesinden dolayı işçilerin sayısı hızla düştü. Eylül 2000’den itibaren, 75-80 bin Filistinli İsrail ya da yerleşimlerindeki işlerini kaybettiler. Bu rakamlar Filistin emek gücünün İsrail’de yabancı işçilerin yanında ikinci rezerve emek ordusu olduğunu gösteriyor.
Filistin Otoritesi ile İsrail arasındaki ilişki
BŞ/GŞ’ye yönelik İsrail stratejisinin en önemli noktası, Filistin köy ve kasabalarının doğrudan askeri hakimiyet altına alınmadan, Filistin halkının kontrol altına alınmasıdır. Oslo, Filistin hareketini, mallarını, ekonomisini ve sınırlarını İsrail kontrolü altında tutarken, Filistin nüfusunun, gücü İsrail ve Amerikan hükümetlerinin lütfuna bağlı bir Filistin Otoritesi (FO) tarafından yönetilmesini hedefledi. FO’nun asıl sorumluğu İsrail’in “güvenliği”ni sağlamaktı; yani işgalci güç için polis gücü olarak hizmet etmek. Klasik sömürgeci anlamda, yerlilere, İsrail’in devam eden kontrol ve egemenliği bağlamında, dikkatli olarak sınırlandırılmış özerklik verilecekti.
Filistin ekonomisi İsrail ekonomisiyle tamamen bütünleşmiş ve ona bağımlı durumda. BŞ/GŞ’ye yapılan tüm ithalatın yaklaşık %75’i İsrail’den gelirken, BŞ/GŞ ihracatının %95’i İsrail’e yapılıyor. İsrail’in tüm dış sınırlardaki tam kontrolü, Filistin ekonomisinin başka bir ülke ile anlamlı bir ticaret geliştirmesini imkansızlaştırıyor. BŞ/GŞ büyük oranda ithal edilen mallara bağımlı ki toplam ithalat GSMH’nın yaklaşık %80’ini oluşturuyor. Çok zayıf yerli imalatın ve ithalata yüksek bağımlılığın olduğu böyle bir durumda, Filistin kapitalist sınıfının ekonomik gücü, yerli endüstri ya da üretimden değil komprador doğasından geliyor. Kapitalist sınıfın karları, İsrail malları üzerindeki ayrıcalıklı ithalat haklarından ve Arafat’a sadık olanlara verilen büyük tekeller üzerindeki kontrollerinden geliyor. İsrail sermayesi ile ayrıcalıklı ilişki Filistin burjuvazisinin tanımlayıcı özelliğidir. 1993’ten itibaren, bu burjuvazi FO bürokrasisinin bölümleri ile kaynaşmış ve Arafat yönetiminin başlıca ayaklarından birini oluşturmuştur.
FO, Oslo sürecinin en başından itibaren, varlığının devamı için tamamen İsrail, ABD ve Avrupa’ya bağımlı olmuştur. 1995 ve 2000 yılları arasında, FO’nun toplam gelirinin %60’ı, dışarıdan ithal edilen ve İşgal Edilmiş Topraklara giden mallar için İsrail hükümetinin aldığı dolaylı vergilerden geliyor. Bu para İsrail hükümeti tarafından alınıyor ve daha sonra İsrail ve FO arasında imzalanan 1995 Paris Protokolü’nde belirtilen bir sürece göre her ay FO’ya aktarılıyor.[8] Bu, İsrail hükümeti bu paranın ödemesini durdurmayı seçerse, Aralık 2000’den itibaren yaptığı gibi, FO’nun büyük bir mali krizle karşı karşıya kalacağı anlamına geliyor.
FO’nun diğer büyük kaynağı, ABD, Avrupa ve Arap hükümetlerinden gelen ödemelerdir. 2001’de bu fonlar FO’nun maaş bütçesinin %75’ini ödemeye yetiyordu. Bu para olmadan, 122 bin FO kamu çalışanına maaşları ödenemeyecekti. Ayrıca, yurtdışı bağışlar besin yardımı, istihdam yaratma projeleri ve tahrip edilmiş altyapının yeniden inşası gibi acil programlara destek sağlıyor. BŞ/GŞ toplam ticaret açığı GSMH’nin %45-50’sidir ve bu esas olarak yabancı yardımla finanse ediliyor.
Filistin bölgeleri ve İsrail ekonomisi arasındaki ilişki ve Filistin kapitalist sınıfının komprador yapısı, Filistin işçi sınıfında farklı bir niteliğin oluşmasını sağlamıştır. Emek gücü üç büyük istihdam alanına bölünüyor: Güncel politik durumdan ciddi olarak etkilenen, İsrail ve yerleşimlerinde çalışan işçiler; FO kamu sektöründe çalışan çok sayıda Filistinli ve küçük işletmelerin egemenliğindeki bir özel sektör. BŞ/GŞ’de bahsedilecek bir endüstriyel işçi sınıfı aslında yoktur.
İsrail’de çalışan Filistin işçisinin İsrail ekonomisi için önemi azalsa da, burada çalışanlar hala Filistin emek gücünün önemli bir oranını oluşturuyor. 2000 yılında İntifada’nın başlangıcından önceki aylarda, BŞ/GŞ’deki (Kudüs hariç) Filistin emek gücünün %20’den fazlası İsrail ya da yerleşimlerinde çalışıyordu.
1988’de, işgal edilmiş topraklardaki ilk isyan sırasında, İsrail’de çalışan Filistin emek gücünün oranı %50’yi geçmişti. Sonrasında 12 yıl boyunca İsrailli işverenler için çalışan Filistin emek gücünün oranı %60 düştü. Bu işçiler nereye gitti?
Oslo sürecinden itibaren istihdamda en fazla gelişen alan, yerel ekonomideki istihdamın yaklaşık olarak %25’ini kapsayan, FO içindeki kamu sektörü istihdamı oldu. 1996 yılının ortasından itibaren kamu sektöründe istihdam edilen emek gücü oranı neredeyse ikiye katladı. FO’nun giderlerinin yarısından fazlası kamu sektörü için ödenen maaşlara gidiyor.
İstihdamın üçüncü büyük sektörü özellikle hizmetler alanında özel sektördür. Bu sektörü farklı kılan şey, sektörün ağırlıklı olarak küçük aile işletmelerinin egemenliğinde olmasıdır. İsrail’in otuz yıllık gelişmekten mahrum edici politikalarından dolayı Filistin topraklarında hiçbir büyük endüstri yoktur. Filistin özel sektör işletmelerinin %90’ından fazlası 10 insandan azını istihdam ediyor.
Politik çıkarımlar
Ekonomik düzeyde, Oslo, kârları İsrail sermayesi ile ilişkisine bağlı olan asalak bir Filistin kapitalist sınıfının gelişmesini sağladı. Bu sırada, İsrail yüksek sömürüye açık yabancı işçilerin kitlesel olarak gelişiyle ucuz Filistin emeğine olan bağımlılığını bitirdi. Yerine, Filistin emekçileri isteğe göre kullanılıp yol verilebilen emek ordusu rezervi oldu. Gelişmekten mahrum halde geçen on yıllar ve İsrail’in Filistin iç bölgelerindeki tam kontrolü, yerli Filistin emeğinin ya yabancı yardımlarla finansmanı sağlanan kamu sektörüne bağımlı olması ya da küçük özel aile işletmelerinde kümelenmesi anlamına geliyor.
Politik strateji bakımından Filistin işçi sınıfının bu yapısı oldukça önemlidir. Filistin işçi sınıfı büyük olmasına rağmen, Filistin ulusal kurtuluş mücadelesi hareketinin merkezine sınıf temelli bir strateji yerleştirecek ekonomik ağırlığı olan örgütlü hiçbir sektör yoktur. Bu, Güney Afrika’daki ırkçılık karşıtı hareket örneğinden belki farklılık sağlar çünkü orada örgütlü işçi sınıfı, özellikle maden işçileri harekette merkezi bir rol oynayabildiler.
Bu sınıf yapısı gerçeği bugün oldukça nettir. Bu yıl Nisan ayından itibaren, Batı Şeria’da yaklaşık 700 bin insan çoğu zaman sokağa çıkma yasağıyla yaşıyorlar. Sokağa çıkma yasağı, aslında ev hapsi, başlıca Filistin kasabalarından birinde yaşayan hiç kimsenin İsrail ordusu tarafından ölümüne vurulma tehdidi olmadan evinden ayrılamayacağı anlamına geliyor. Sokağa çıkma yasağının birkaç saatliğine kaldırıldığı günler, bu kasabaların yaşayanlarına yiyecek almak ve arkadaşlarını görmek için yeterince zaman veriyor; ama herhangi bir üretken faaliyet yürütmeleri için değil. Böyle bir durumda, basit yaşam planlaması imkansız oluyor. Ertesi gün işe, okula ya da üniversiteye gidip gidemeyeceğinizi ya da evde hapis olup olmayacağınızı bilmek imkansız. Sonuç, hayatı beklemeye alınmış bir toplumdur.
Sokağa çıkma yasağı gerçeği, Oslo’dan itibaren Filistin ve İsrail sınıf yapılarında olan değişimleri mükemmel bir şekilde gösteriyor. Düzenli olarak işleyen bir kapitalist toplumda, bu şekilde bir sokağa çıkma yasağı işleri ve endüstriyi sonunda aylarca tamamen durduracağ