Bugünlerde kimi sendikalarımız ve sendikacılarımız büyük bir telaş içerisinde. Dünya kapitalizminin 1929 buhranından beri yaşadığı en büyük krize çözüm üretmek için, sermaye örgütleriyle omuz omuza gecelerini gündüzlerine katıp çalışıyorlar. IMF, Dünya Bankası, ABD, AB, düşünce kuruluşları, üniversiteler… Hiçbirinin bulamadığı, bulduğunu iddia etse pek kimselere inandırmadığı, inandırsa da uygulayamadığı, uygulasa da çuvalladığı o sihirli formülü arıyorlar: […]
Bugünlerde kimi sendikalarımız ve sendikacılarımız büyük bir telaş içerisinde. Dünya kapitalizminin 1929 buhranından beri yaşadığı en büyük krize çözüm üretmek için, sermaye örgütleriyle omuz omuza gecelerini gündüzlerine katıp çalışıyorlar.
IMF, Dünya Bankası, ABD, AB, düşünce kuruluşları, üniversiteler… Hiçbirinin bulamadığı, bulduğunu iddia etse pek kimselere inandırmadığı, inandırsa da uygulayamadığı, uygulasa da çuvalladığı o sihirli formülü arıyorlar: “Kapitalizm nasıl kurtulur”.
İşçi sınıfının kurtuluşunun “kendi güçlü kollarından” değil kapitalizmin ve kapitalistlerin kurtuluşundan geçeceğini düşünen “işçi önderleri”nin imza attığı mucize reçeteler arka arkaya açıklanıyor.
Son olarak, başta Türk-İş, Hak-İş, MÜSİAD, TÜSİAD, TOBB olmak üzere dokuz işçi ve sermaye örgütünün oluşturduğu “Üreten Türkiye Platformu” mucize paketini geçtiğimiz günlerde ilan etti: “Eve kapanma pazara çık”.
“Kriz varsa çare de var” sloganıyla duyurulan önerilere bir göz atalım:
Firmalar çeşitli indirimler, kampanyalar düzenlesin;
Hükümet KDV indirimi gibi önlemleri sürdürsün ve çeşitlendirsin;
Emekçi de bu fırsatlar karşısında “eşeklik yapmasın” ve harcasın.
Emekçi harcasın ki, çarklar dönsün, üretim artsın, istihdam doğsun… Kredi kartı borcu arşı alayı aşmışmış, işsiz kalmışmış, kirayı-faturaları ödeyememişmiş, zorunlu ücretsiz izne çıkarılmışmış, işyerinde tenkisat olacağı korkusuyla zorunlu harcamalarını bile ertelemişmiş gibi gerekçelere sığınarak harcama yapmayan emekçiler de akıllı olsun, piyasanın dengeleriyle oynamasın, adamın asabını bozmasın! Pazara çıkmayan emekçiler batıda Ergenekon savcılarının huzuruna çıkarılsın, doğuda da bölücülükten yargılansın, tam olsun!
İlk bakışta komik görünen, kolayca ipliğini pazara çıkarılabileceğimiz kocakarı ilaçlarını andıran bu “çözüm” paketinin bir de trajik yönü var aslında. Ve bu yön kampanyanın sloganında gizli kapitalist sistemin yarattığı insani trajediyi işaret ediyor:
Pazara çık!
Kapitalizm, her şeyi pazara çıkararak kendini yeniden üreten bir sistem. Tüm metalar, üretim araçları, insanlığından “arındırılmış” emek gücü “pazara çıktı” önce; sonra emeğin yeniden üretimi için gerekli her şey ve tüm doğa! Sistem sıkıştıkça pazarın sınırları sürekli genişledi, pazarın sınırları genişledikçe de trajedi büyüdü.
Ama kapitalizm bu düzenin tabii yani, ezeli ve ebedi olduğuna inandırdı herkesi. Önce özel mülkiyet, ücret, mesai, piyasalar, borsalar, bankalar ‘doğal’dı. Ve bunların etrafında kopacak her fırtına, savaşlar, krizler, sosyal ve ekolojik yıkımlar birer doğal afetti sadece.
Tüm trajedilerimize doğal afet giysisini giydirince, “hepimizin” başına gelen ortak felaketin karşısında “ortak çözümler” aramak, “ortak akıl” geliştirmeye çalışmak da “doğal” oluyor. Türk-İş ve Hak-İş “tüketmeye” çağırırken DİSK Tekstil sendikası, patronlarına destek vermek için gazete ilanları veriyor. Ne var ki yaptıkları sadece komiklik değil pazarın, piyasanın yani emekçiler için cehennemin bekçiliği oluyor.
Ama işçi sınıfı er ya da geç bu bekçileri de ezip geçecektir. Malum çağrıya uygun olarak “pazara çıkmaya” dermanı olmayan emekçiler için seçenekler azalmakta, yol netleşmektedir: Kurtarabildiği her şeyi o pazardan, güncel ifadesiyle serbest piyasa düzeninden kurtarmak! Barınma hakkı için barikatların ardına geçen emekçi aslında başını sokacağı evi o pazardan korumaya çalışmıyor mu? Sağlık hizmetlerinin, eğitimin, suyun piyasalaşmasına karşı mücadele pazarda değil pazara karşı mücadele değil mi? İşyerinden makineyi kaçıran patronun karşısına “o makineleri bizim alın terimizle aldın” diyerek bedeniyle çıkan işçi aslında üretim araçlarının özel mülkiyetinin ve böylece emek gücünün pazara düşmesinin tarihsel egemenliğini sorgulatacak bir sürecin işaret fişeğini çakmıyor mu? Açlığına çözüm olarak Fiskobirlik’in marketini yağmalayan fındık üreticilerinin yolu daha gerçek, daha umut verici değil mi?
Biz, Rousseau’nun 250 yıl önce, kapitalizm kurulurken dile getirdiği cüretkar ifadelere kulak verelim: “Toprağı ilk olarak çevirip, ‘burası benimdir’ demeye cesaret eden ve çevresinde buna inanacak kadar budalalar bulan adam, uygar toplumun babasıdır. Kazıkları çekip atarak ya da hendeği doldurarak öteki insanlara ‘bu adamı dinlemeyiniz, meyvelerin herkesin olduğu ve toprağın hiç kimsenin olmadığını unutursanız mahvolursunuz’ diyebilecek bir adam, insanlığı suçlardan, savaşlardan, yoksulluktan ve acılardan ne kadar da korumuş olurdu”.
Ne dersiniz, tam zamanı değil mi?