“Dünyanın bugün içine Sürüklendiği krizi aşmak, Bizzat kapitalizmin mantığını Aşmayı gerektirmiyor mu? ” * “Kapitalizm toplumsal var oluşun tepeden tırnağa kriz üreten bir içsel dinamizme sahip olmasının yanında, bir de kendini özgü bir bellek oluşturma ve kendine özgü bir bilinç yaratma hali var. Kapitalizm belleğimiz üzerine öyle bir işlemiş ki, sanki var olan durum hep […]
“Dünyanın bugün içine
Sürüklendiği krizi aşmak,
Bizzat kapitalizmin mantığını
Aşmayı gerektirmiyor mu? ” *
“Kapitalizm toplumsal var oluşun tepeden tırnağa kriz üreten bir içsel dinamizme sahip olmasının yanında, bir de kendini özgü bir bellek oluşturma ve kendine özgü bir bilinç yaratma hali var. Kapitalizm belleğimiz üzerine öyle bir işlemiş ki, sanki var olan durum hep var olagelmiştir. Mevcut gerçeklik değişmez olarak algılanmaktadır.”(1) “Geleneksel denilen kapitalizm öncesi dönemde de fakirlikle tembellik arasında bir ilişki kurma eğilimi geçerli olsa da, dönemin egemen ideolojisinin bir gereği olarak, birilerinin zengin, diğerlerinin fakir oluşunun Tanrı’nın bir tercihi olduğu şeklindedir.”(2)
Bu değişmezlik ise günümüzün kriz ortamında şöyle var olmakta, yoksulluk ve zenginlik. Sürekli olarak yoksullukla mücadeleden bahsediliyor. Herkes yoksulluğun kökünü kazıma hedefine kilitlenmiş durumda. Peki, neden bazıları zengin, bazıları yoksul? Zengin olmadan yoksul olabilir mi acaba? “Kapitalizm çağında üretim araçlarının sermaye sınıfının eline geçmesi, toplumların ortak ürünü ve mirası olan tekniğin gelişmişliği ve kapitalist sınıf tarafından sahiplenmesi, modern yoksulluğun başlıca nedenidir. Zira kapitalizm bir sömürü metabolizması şeklinde işliyor ve bir kutupta zenginlik yaratması, karşı kutupta yoksulluk yaratıp, sefaleti direnleştirmesiyle mümkün oluyor. Bu kepazeliği aşmanın yolu zahmet edip sorulması gereken soruyu gerektiği gibi sormaktan ve gereğini yapmaktan geçiyor. Velhasıl zenginlikle mücadele etmeden yoksullukla mücadele etmek mümkün değildir. Kapitalizmle mücadele etmeden de zenginlikle mücadele etmek mümkün değildir. “(3)
Oysa “her söz her ağza yakışmaz” denmiştir. Kapitalizm kendi zenginliğini devam ettirmek için elbette yoksullukla mücadele edecektir ve bunu dillendirecektir. Oysa yoksulların, yoksullukla mücadeleyi dillendirmeleri abestir.
Böyle bir girişten sonra abes ve can sıkıcı olan duruma gelecek olursak, bu da dünyada yaşanan kriz ve bu kriz karşısında yoksulların, işçilerin, emekçilerin ve bunların bir temsilcisi olduğunu iddia eden sendikaların krize karşı takındıkları tavır ve dillendirdikleri söylemlerdir. Çünkü zenginlikle mücadele etmesi gereken sendikalar yoksullukla mücadele ederek, zenginliğe hizmet ettiklerinin ayırtına varabilmiş değiller. Zenginlikle yani bugünkü zenginliğin sahibi kapitalizme karşı mücadele ederken, dillendirdikleri yoksullukla mücadele söylemi, doğru soruyu soramamalarından ve doğru pratiği sergileyememelerinden kaynaklıdır. Oysa soru çok basittir: neden bu dünyada yoksulluk ve zenginlik diye bir şey var?
Bu yazıyla da amaçlanan tamda vurgulananlardan hareketle, U. Eco’nun da söylediği gibi, “var olan hali eleştirip, bu değişmezlik tarlasına kuşku tohumları ekmek” için de var olan hali ortaya koymaya, eleştirmeye ve değişmez olarak algılanan duruma kuşku ile bakılmasını sağlayarak, bu değişmezlik halinin nasıl değişebileceğine dair tartışmak ve bu değişmez gibi görünenin gidişini durdurmak…
Ve, “bu durumu tersine çevirmenin insanı aşan bir şey olmadığını bilinci çıkarmak ve en nihayetinde zenginlik ve yoksulluk diye bir ayrımın olmadığı bir insanlık toplumunun gayet mümkün olduğunu hatırlatmaktır.”(4)
Kriz dönemlerinde fatura işçi ve emekçilere çıkartıldığından elbette bu süreçte en çok sözü söylemesi gerekenin, bu kesimlerin temsilcileri olan sendikalar olması gerekir. Her kriz döneminde sendikalarda etkilenmekte, üye sayıları hızla azalmaktadır. Kriz dönemleri sendikalardan, sendikalı işçilerden kurtulmanın en uygun anlarıdır, böyle olduğu içinde bu fırsatı iyi değerlendirirler. 1929 krizi öncesinde, Almanya’da 8 milyona yaklaşan sendikalı sayısı kriz sonrasında 5 milyona düşmüştür.
Kriz noktasında bir bellek yitiminin olduğu, krizle ilgili birçok şeyin söylenir olduğu günümüzde sendikalar nasıl bir tutum takınmışlardır, buna bakarak başlayacak olursak;
Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ITUC), Dünya Çalışma Örgütünün krizle ilgili düzenlediği zirvede yayınladığı bildiride, küresel ekonomi yönetiminin işçilere hizmet edecek şekilde yeniden düzenlenmesi çağrısında bulundu. ITUC yöneticisi bürokratlara göre, bu talebin hayat bulması için finansal krizin çözümü, iş bulma olanaklarının yaratılması ve büyümenin teşvik edilmesi faaliyetleriyle birlikte yürütülmeliydi.
Fransız Genel İşçi Konfederasyonu (CGT) da benzer şekilde, işlerin düzelmesini sağlayacak yeni bir ulusal kalkınma stratejisi çağrısı yaptı.
Güney Afrika İşçi Sendikaları Kongresi’nin açıklamasında da, ekonomik büyümeyi ve fırsatların artmasına destekleyen mantıklı genişleme politikalarına ihtiyaç olduğu yönündeydi.
ABD işçi federasyonları AFL-CIO’nun yaklaşımı ise, finansal pazarların yeniden düzenlenmesi, altyapı yatırımlarının arttırılması, sağlık ve emeklilik hizmetlerinin yeniden düzenlenmesi şeklindeydi.
Avrupa İşçi Sendikaları Konfederasyonu tarafından yapılan Sivil Toplum Diyaloğu-Ortak çalışma kültürü aracılığıyla Avrupa birliği ve Türkiye’den işçileri bir araya getirmek adıyla yapılan ve AB fonlarıyla finanse edilen konferansa katılan Türk-İş, DİSK ve Hak-İş yöneticilerinin yaptığı konuşmalara bir göz atacak olursak,
DİSK adına konuşan Genel Sekreter Tayfun Görgün, krizi yaratanların kafa kafaya verip, krizi dünya emekçilerinin üzerine yıkmaya çalıştıklarını ve buldukları çözümünde kamu birikimleri ile bankaları satın almak veya desteklemek olduğunu vurgulamış, fakat buna karşı işçiler cephesinden ne yapılması gerektiğine dair bir şeyler söyleyememiştir.
Hak-İş Genel Başkanı Salim Uslu, hükümetin sadece patronlarla görüştüğünü, oysa tüm sosyal tarafları bir araya getirmesi gerektiğini ifade ederek, sanki şunu demeye çalışmıştır; ey patronlar, ey hükümet, biz olmadan bu işi yapamazsınız, gelin krizin faturasını işçilere birlikte kabul ettirelim.
Türk-İş Genel Başkanı Mustafa Kumlu, kriz bahanesiyle işçi atmanın, kazanılmış haklara göz dikmenin, toplumsal barış adına sakıncalı olduğunu, bu sorunu birlikte el ele vererek ( nasıl elele verdiklerini 1 Mayıs’ta gördük) aşabileceklerini söylerken, kaygısını emekçilerin işsiz kalması, haklarının gasp edilmesi değil de, işsiz ve aç bırakılan emekçilerin sokağa dökülerek, eyleme geçeceğimesi, bunun da toplumsal barışı bozması olarak ifade etmiş, “bu tehlikeli yaklaşıma hükümetin geçit vermeyeceğini ummak bizi rahatlatmaktadır” diyerek gerçek niyetini ve safını ortaya koymuş oluyordu.
Tam da bu noktada, çalışma ve sosyal güvenlik bakanı devreye girerek, yüreklere su serpiyor, “krize ilişkin çıkacak faturanın ne şekilde taksim edileceğini” konuşacakları Ekonomik ve Sosyal Konsey (ESK)’in toplanacağına söylüyor. ESK’nın bilinen misyonu düşünüldüğünde, krizin faturasını işçilere çıkarmak için sendikaların patronlarla bir araya geleceği kesindir.
Kasım ayı başında düzenlenen ve DİSK hariç diğer konfederasyonların katıldığı Ekonomik Koordinasyon Kurulu’nda yapılan açıklamada, işçilerin temsilcisi değil de sermaye ve hükümetinin çalışma bakanı gibi konuştular. Bedelli askerliğin tekrar uygulanması, 2B diye nitelenen orman arazilerini yapılaşmaya açacak yasanın meclisten geçirilmesi, TOKİ’nin yurt dışındaki yatırımlarının geliştirilmesi, işverene yönelik vergi indiriminin getirilmesi gibi önerilerle sermayenin akıl hocalığına soyundular.
Kamu-Sen, sebze ve meyvele
rin kap içinde yıkanmasından, yemeklerin düdüklü tencere ile pişirilmesine, otomobillere bakım yaptırılmasından, alışverişin nereden yapılacağına, yastık altındaki paranın nasıl değerlendirileceğinden, kredi kartı kullanımından uzak durulmasına kadar birçok konuda beyanatlarda bulundu.
Türk-Metal bürokratları, “işçiler kredi kartı borçlarını ödeyebilmek üzere kıdem tazminatı alabilmek için işten çıkarılmayı kabul ediyorlar” şeklinde açıklamalar yaptı.
Bunların konuşulduğu ve gerçekleştiği sırada TTB, TMMOB, DİSK, KESK, Çiftçi-Sen “Krizden çıkış için, sosyal dayanışma ve demokratikleşme programının” hayata geçirilmesini önerdiler. Açıklamada dile getirilen; “Kriz, emekçilerin değil, sermayenin doymak bilmeyen kar hırsının krizidir, bunun bedeli de emekçilere ödettirilemez” yaklaşımının doğruluğu kesin olmakla birlikte, emekçilerin çıkarları doğrultusunda hazırlandığı söylenen bir sosyal dayanışma ve demokratikleşme programının, varlık nedeni sermayeye hizmet olan hükümete önerileri içermesi ve çözümün hükümetten beklenmesi yanlış bir yaklaşımdır.
Burada sözü Fuat Ercan’a bırakmak gerekirse: “Ne yazık ki, muhaliflerde istisna halinin orta yere döküldüğü bu anlarda krizden kurtulmak için, neler yapılması gerektiği konusunda bir dizi açıklama yapıyorlar. Yok, efendim devlet biraz daha etkin olmalı, üretken yatırımlar desteklenmeli, istihdamlar söyle yaratılmalı, sosyal dayanışma, yoksullukla mücadele vs gibi. DİSK’e ait bir ilan yabancılaşma ve akıl almazlığı gözler önüne seriyor. İlanda, milyarlarca dolarlık yatırımların hurdaya dönüşmesinden ve sanayicilerin tefecilerin eline düşmesinden şikâyet ediliyor. Yani aslında sistem ve onun asli unsuru olan kapitalistler iyi olarak değerlendirilirken, sisteme kene gibi yapışan para-sermaye ya da bankalar sistemin işleyişini olumsuz yönde etkiliyor. İşverenin üzerindeki enerji ve prim yükleri de kalksın deniliyor.” Peki, Fuat Ercan neden bunu söylüyor? çünkü kapitalizmde yaşanan sorunların ve krizlerin nedeninin kapitalizm olduğunu söyleyen Marx’a kulak veriyor, Marx, “kapitalist sistemin kötülüklerinin üreticilerin bankerler tarafından sömürülmesinden kaynaklandığı fikrini temel alan ve özel mülkiyete dayalı üretim sistemini dönüştürmeden parasal sistemi değiştirmekle bunların üzerinden gelinebileceğini inanan parasal reformculara saldırıyordu”. Yani Marx yıllar öncesinden asıl çözümün ne olduğu görmüş ve asıl çözümü görmek istemeyenlerin neler yaptıklarını belirleyerek, sendikaların bugün düştüğü hatayı görmemiz için bize kaynaklık etmiştir. Elbette Marx bugün olsaydı sendikalara saldırırdı, ama Marx artık yok diye sevinmesin kimse çünkü, “hayalet” hala dolaşıyor ve Marx’ı anlayanlar eleştirilerin daha da yoğunlaştıracaklardır.
Sendikaların düştüğü hatayı Marx’a teyit ettirdikten sonra, sendikaların hal-i pür melallerini nasıl okumak gerektiğine gelindiğinde ise, kriz dönemlerinde sermayenin faturayı işçi ve emekçilere kabul ettirmenin ve buna karşı mücadeleyi engellemek için konfederasyonları denetim altına almanın yollarını ararken, tam da bu nokta da sendikaların buna hizmet eden açıklamalar yapmaları birçok soruyu beraberinde getirmektedir.
Yapılması gereken krizin faturasını ödemeyi reddederek mücadeleyi yükseltmekken, gerek uluslararası arası gerekse ulusal düzeyde konfederasyon ve sendikaların bol bol açıklamalar yapmaları, göstermelik eylemlerle işçilerin tabandan gelen öfkesini yatıştırmaya, bu öfkeyi kapitalistlere yöneltecek yerde onu engellemeye çalışmaları bu soruları daha da pekiştirmektedir.
İşçilerin emeğinin sömürüsüne ve özel mülkiyete dayanan bir üretim tarzının, kapitalizmin, işçilere hizmet edecek şekilde yeniden düzenlenmesi mümkün değilken, tüm bu yapılanlar neye hizmet etmektedir?
Burjuva iktisatçıları ve politikacılarıyla ağız birliği yapmışçasına finans piyasasın denetimi, mantıklı genişleme politikaları veya ulusal kalkınma stratejileri, sosyal dayanışma vb. önermeler yapılarak kapitalistlerin krizi atlatmasına yardımcı olunmaya mı çalışılıyor?
Bu tür sınıf uzlaşmacı politikaların tek işlevi, işçi sınıfının krizin etkilerinden korunması değil de, bizzat sendika bürokrasisinin de açıkça ve sıkça ifade ettiği gibi “sosyal barışın bozulmaması”, yani sermaye düzenini bozacak radikal eylemlerin ve süreçlerin önlenmesi midir?
Krizin ve işçi sınıfı üzerindeki olumsuz etkilerinin sebebini, hükümetlerin yanlış politikalarında veya finans sektörünün yeterince denetlenmemesi gibi tali konularda aramak hedef saptırmak değilse, nedir?
Asıl sorunun kapitalist sistemde olmadığı, dolayısıyla da güya doğru ve basiretli politikalar izlenerek krizsiz bir kapitalizmin olabileceği yalanı kafalara sokulmak mı istenmektedir?
Krizin olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak için bir takım iyileştirmeler veya reformlar yapmak olduğu fikri mi kabul ettirilmeye çalışılıyor?
Krizin sorumlusunun kapitalizm olduğu gerçeği unutturularak krizi atlatmak için hepimizden fedakarlık yapmamız mı istenmektedir?
Oysa kapitalist sistem burjuvazinin çıkarları doğrultusunda işleyen bir sistemdir ve bu sistemi iyileştirme çabası da son noktada ve hangi iyi niyeti taşırsa taşısın burjuvaların durumunu iyileştirmekten başka bir amaca hizmet edebilecek midir?
Yine burjuva politikaların ortaya koyduğu veya uyguladıkları tedbirlerin hepsi de burjuvaların zararlarını gidermek veya azalan karlarını telafi etmek üzeren kurulu iken, alınan tedbirlerin ve hayata geçirilen uygulamaların hiçbiri işçi sınıfının çıkarları düşünülerek yapılmadığının, tam tersine kriz dönemlerinde işsizlik artarken, kapitalistlerin verimini arttırdıklarının ve en nihayetinde krizin faturasının işçi ve emekçilere ödettirildiğinin ve her krizden kapitalizmin daha bir güçlenerek, kendisini yeniden üreterek çıktığının üstü örtülmek mi isteniyor?
Hal böyle iken, başta da belirttiğimiz gibi “değişmez gibi algılanan durumun değişmesi” için ne yapılmalıdır?
Kapitalizmin krizi üzerine düşünürken ve bu krizi aşmaya çalışırken öncelikle işçi sınıfının ve emekçi hareketinin içinde bulunduğu krize dair tespitler yapmak elzemdir. Doğru tespitleri yaptıktan sonrada neler yapılabileceğini tartışabiliriz.
Öncelikle sendikaların yıllardan bu yana biriken hatalarının işçi sınıfında ve emekçilerde yarattığı güvensizlik ve umutsuzluk faktörüne dikkat çekmek gerekir. 90’ların başlarında SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun çökmesi sonucu sosyalist hareketin krizi eklenince, sendikal hareket ve ona bağlı olarak da işçi hareketinin sosyalist hareketle bağları neredeyse tamamen kopmuştur. Bu da sendikal bürokrasinin sendikalar üzerinde hâkimiyet kurmasının önünü açmış, sendikalar mücadele örgütleri olmaktan uzaklaşmıştır. 80’li yıllardan beri tüm dünyada esen neo-liberal ekonomi politikalarıyla devreye konan saldırılar işçi sınıfı tarafından bertaraf edilememiş, sendikal hareket ve işçi sınıfı kan kaybetmiştir. Sendikalar etkili birer mücadele aracı olarak görülmediklerinden, sendikalı olmak ve mücadele etmek fikrine uzak durulmaktadır.
İşçilerin, emekçilerin ekonomik, siyasal, sosyal hal taleplerinin platformu sendikalar, ne yazık ki emek örgütünden çok, ezilen-sömürülen emekçilerin tepkileri ve taleplerini bastıran, emek mücadelesini basit maaş artışı talepleri ile sınırlayan, emekçiyi apolitikleştiren hakim sınıflar karşısında, uzlaştıran sistemin havuzunda biriktiren, bürokratik, memur zihniyeti bir mekanizmadan başka bir şeyi ifade
etmemekte, AB fonları ve kaynaklarıyla kendisini var eden, bu kriterler çerçevesinde sendikacılık yapan böylesi bir anlayış, adeta sivil toplum kuruluşunun misyonunu üstlenmektedir.
Gelinen noktada, sendikaların emekçilerin tepkisi-talebi karşısında yaptığı tek şey, bu tepkiyi dizginlemek; krizi atlatmaları için hâkim sınıflara tavsiye raporları hazırlamak, bir iki miting düzenlemek oluyor. İşçilere, emekçilere dair bir program-politika üretmekten aciz sendikaların bu kötürüm hali, adeta emekçi yığınları örgütsüzlük içinde örgütleyen bir işleve dönüşmüştür. Emperyalizmin ve uşaklarının krizlerine, saldırılarına karşı, güçlü, örgütlü, devrimci, siyasal talepleri olan bir mücadele oluşturma noktasında merkezi bir birlikteliğin, ortak taleplerin ve programın oluşturulduğu söylenemez. Bu nedenlerle işçilerin, emekçilerin tepkileri somutlanamamakta, direnişler kendiliğinden olmakta ve sönümlenmektedir. Haliyle sömürü ve yıkım politikalarının yaşam bulması yönünde hâkim sınıfların önünü de açıyor.
Görülen o ki işçi sınıfı ve emekçi harekette derin bir kriz yaşamaktadır. Can alıcı soru ise bu kriz nasıl aşılacaktır? Ve kapitalizmin yaşadığı kriz, sendikaların yaşadığı krizi aşma yönünde nasıl bir fırsata dönüştürülebilir?
Öncelikle, kapitalistlere krizden çıkmaları için yardım etmek yerine, kapitalizmle mücadele etmek hedeflenmelidir. Sosyal barışın bozulmaması, sosyal dayanışma, sosyal adalet için adımların atılması toplumsal hareketlerin frenlenmesidir.
Var olan durumun değişmesi için doğru bir eylem programı ve örgütle bir mücadele gerekir. Kapitalistlere akıl verme, düzen içi çözüm arama değil, tersine devrimci olanakları yaratıp, iktidar kavgası verme zamanıdır. Sosyalist hareketle sendikal hareket arasındaki bağların tekrar kurulması gerekiyor. Böylece yıllardır kopmuş olan halka tekrar kavranabilecek ve sendikalar sınıf hareketindeki gerçek işlevine kavuşabilecektir.
Sendikaların emekçi kesimlerin sorunlarının çözümünde sistemi hedeflemekten çok enerjilerini boşaltacak, birkaç hak talebiyle sınırlı uzlaşmacı ve reformist anlayışına rağmen, emekçilerin bundan daha fazlasını istediğini görmesi gerekir.
Her türlü siyasi eğilimi içinde barındıran, işçi konfederasyonları, meslek örgütleri, demokratik kitle örgütleri, köylü örgütleri bir araya gelerek krize karşı, halkı savunacak bir program ve mücadele stratejisi oluşturma çalışmalarına başlamalıdır. Hazırlanacak programın, ABD ve AB’den icazet alarak hükümet olan ve kapitalizmin bekası için politikalar üreten ve uygulayan hükümetlerden taleplerin olduğu bir program olmamalıdır.
Bu program, her an yoksulluk yaratan zenginliğe ve zenginliğin sahibi kapitalizmle mücadeleyi perspektif haline getiren, işçi sınıfı, emekçiler ve tüm halkla birlikte yoksulluk ve zenginliğin olmadığı, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyanın programı olmalıdır.
Bitirirken, son sözü Fikret BAŞKAYA’ya bırakıyoruz, “Durum böyleyken işçi sınıfının artık eski işçi sınıfı olmadığı, devrin değiştiği söyleniyor. Oysa gerçek durum tam da söylenenin tersine gönderme yapıyor. İşçi sınıfı tarihte hiçbir zaman olmadığı kadar kalabalık ve kapitalizm koşullarında başka türlü olması da mümkün değil, eksik olan işçi sınıfı değil, mücadelenin cılızlığı, yetersizliği, perspektif ve ütopya zaafı… Zira işçi sınıfı, mücadele ettiğinde işçi sınıfıdır.”
NOTLAR:
*Jacquez Gouvedraur, Kapitalist Ekonominin Temelleri, imge yay s:261
(1)Fuat ERCAN, Kriz: Tekrar ve Fark, http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=24257
(2),(3),(4) Fikret BAŞKAYA, Bugünkü Dersimizin Konusu; Zenginlikle Mücadele, Özgür Üniversite, http://www.ozguruniversite.org/baskaya_bugunki_dersimiz.php