Hak-İş Başkanı Salim Uslu, yerel seçimlerde CHP’nin aldığı belediyelerde işçilere baskı yapıldığını ve Hak-İş’e bağlı bir sendikadan DİSK’e bağlı bir sendikaya geçmeye zorlandıklarını söylüyor. Oysa Hak-İş’in hükümet desteği ile nasıl kamu işyerlerinde örgütlü Türk-İş’in altını boşaltmaya çalıştığı haberlerini çok okumuştuk. Türk-İş’in bu konuda yapılmış sayısız açıklaması var. Televizyon programlarında izlediğimde “hükümetin gayri resmi bakanı” gibi […]
Hak-İş Başkanı Salim Uslu, yerel seçimlerde CHP’nin aldığı belediyelerde işçilere baskı yapıldığını ve Hak-İş’e bağlı bir sendikadan DİSK’e bağlı bir sendikaya geçmeye zorlandıklarını söylüyor.
Oysa Hak-İş’in hükümet desteği ile nasıl kamu işyerlerinde örgütlü Türk-İş’in altını boşaltmaya çalıştığı haberlerini çok okumuştuk. Türk-İş’in bu konuda yapılmış sayısız açıklaması var. Televizyon programlarında izlediğimde “hükümetin gayri resmi bakanı” gibi konuşmakta bir sakınca görmeyen Salim Uslu’nun bu durumdan şikayetçi olması samimiyeti konusunda şüphe uyandırıyor.
Kuşkusuz burada önemli olan sınıf mücadelesinin “sendikal rekabet”ten öte bir şey olduğu gerçeğini ortaya çıkarabilmektir. Sınıf mücadelesinin sadece sendikal alanla sınırlandığı, örgütlü işçinin sadece sendikal örgütlülükle sınırlandığı koşullarda işçiler de ne yazık ki bu tür yönlendirmelere karşı tavırsız kalıyor. Kendisini ayrı bir sınıf olarak görmediğinde “işvereni” ile “iyi geçinecek” bir ilişki tarzını tercih edebiliyor. Sonuçta üyesi çok olsa da “işçisiz sendika” tipi ortaya çıkıyor. Bu ise sermaye sınıfının ve devletinin kendisini güvencede hissettiği koşulları oluşturuyor. 1 Mayıs’ta Taksim’de kutlama konusunda devletin “sendikalara duyduğu güven” buradan kaynaklanıyor.
İşçi sınıfı mücadelesi “anayasasının değişmezi” olan “sermayeden ve devletten bağımsızlık” ilkesi ihlal edildiğinde uzun vadede kaybeden her zaman sınıf mücadelesi oluyor. Bunu gerçekleştirmenin tek yolu ise sınıf mücadelesinin siyasallaşmasıdır. Yani sosyalizm mücadelesinin işçi mücadelesiyle buluşmasıdır.
1 Mayıs tartışmaları da bu anlamıyla hep en önemli ayağı eksik yapılıyor. İşçilerin bir sınıf olarak kendi “mücadele günü”ne sahip çıkmadığı-çıkamadığı bir süreçte esas görev 1 Mayıs’ı işçi sınıfının (gerçek anlamıyla kendisinin) sermayeye ve devletine karşı gövde gösterisi yaptığı bir eylem süreci olarak tasarlamak olsa gerek. Yoksa Marks’ın dediği gibi sınıf mücadelesine gönül verenlerin “işçi sınıfının çıkarlarından ayrı bir çıkarı olamaz”.
Önümüzdeki süreç işçi sınıfının ve yoksul kitlelerin yeniden sosyalizmle düşünsel ve fiziksel ilişki kurmasının yollarının arandığı bir dönem olacak. Hepimiz biliyoruz ki bu yönde harcanan en küçük çabanın mutlaka bir karşılığı oluyor.
Bu çabalar bir yandan örgütsüz kitlelerin örgütlenmesi diğer yandan “sendikalı ama örgütsüz” işçi kitlelerinin sınıf kimliğini kazanmasının olmazsa olmazıdır. AKP ve İslami kesimin yoksul kitleleri yönlendirmesinin en önemli aracı halen cemaat ve tarikat ilişkileri. Onların işçi ve emekçi kimliğine yönelik halen ciddi bir hamle yapabilmiş değiller. Kuşkusuz alışkanlıklarının olmaması önemli bir etken…
Hak-İş’in böyle bir boşluğu doldurmak için ciddi bir çaba içerisinde olduğu bir gerçek. Ancak bunun da bir sınırı olduğu başka bir gerçek. Metalde, tekstilde, plastikte, hizmet sektöründe potansiyel bir güç olarak bekleyen milyonlarca emekçinin bu tarz bir müdahaleyle etkisizleştirilmesi çok güçlü bir ihtimal değil.
1 Mayıs 2010’un devrimcilerin, sosyalistlerin, yoksul halk kitlelerinin, örgütsüz işçilerin, sendikalı/örgütlü işçilerin birlikte kutladığı bir mücadele günü olması umuduyla…