Siyasal atmosferdeki hareketlilik, temposunu düşürmeden devam ediyor. Türkiye siyasetindeki hareketliliğin sürekliliği bir dizi (neredeyse doğallaşan) dinamikten kaynaklanmaktadır. Öncelikleri sürekli değişiyor olsa da, bunları başta Kürt sorunu olmak üzere ekonomik kriz, laiklik-gericilik, emperyalizm, egemenlerin yönetme krizi ve emek hareketi olarak sıralayabiliriz. Siyasetteki bu dinamiklerin hangisi iktidar açısından yönetilmesi zor bir hal alırsa diğerlerinin veya başka tali […]
Siyasal atmosferdeki hareketlilik, temposunu düşürmeden devam ediyor. Türkiye siyasetindeki hareketliliğin sürekliliği bir dizi (neredeyse doğallaşan) dinamikten kaynaklanmaktadır. Öncelikleri sürekli değişiyor olsa da, bunları başta Kürt sorunu olmak üzere ekonomik kriz, laiklik-gericilik, emperyalizm, egemenlerin yönetme krizi ve emek hareketi olarak sıralayabiliriz. Siyasetteki bu dinamiklerin hangisi iktidar açısından yönetilmesi zor bir hal alırsa diğerlerinin veya başka tali unsurların öne çıkartılarak gündemin değiştirilmeye çalışması da Özal’ın başlattığı bir gelenek oldu. Böylece her sorunun gerçek boyutları gözden kaçırılabiliyor ve çözüm üretilmeden geçiştirilebiliyor ya da sonuçları halka fatura edilerek atlatılabiliyor/ertelenebiliyor.
AKP, bu taktiğin en önemli aracını Ergenekon Davası’yla elde etmiş durumda. Ancak fazla kullanılan aracın yıpranması ve operasyonun gerçekten kontrgerillayı tasfiye operasyonu değil de AKP iktidarını tehdit eden unsurlarını temizleyerek kontrgerillayı reorganize etme operasyonu olduğunun iyice açığa çıkması, bu aracın işlevini sınırlıyor. Her olur olmaz muhalifi bu kapsama sokma taktiği, operasyonun gerçek hedeflerini de riske ediyor. Bu nedenle zaman zaman başka dinamiklere ve araçlara ihtiyaç duyuluyor. Her ne kadar sermayeden beslemeli solcu eskisi kimi kesimler için AKP’nin hiçbir girişimi meşruiyet sorunu taşımasa da halk her zaman zokayı yutmuyor.
Operasyonun en büyük gaflarından birisi Türkan Saylan’ın hedef alınmasıydı. Saylan’ın, operasyonun hemen ardından gelen ölümü, cenazesini AKP’ye karşı laik tepkilerin buluşma noktası haline getirdi. Bu cenaze bir taraftan da laik kitle içindeki darbeci eğilimlerin hızla eriyip zayıfladığını gösterdi. Gerici basının cenaze karşısındaki akıldışı hezeyanları ve maçta bir anma pankartının açılmasının bile polis tarafından engellemesi, cüzzamlılara ve yoksul öğrencilere karşılıksız insani yardımı hayata geçiren Saylan’ın, diyeti ödetilen yardım zihniyetindeki gerici-tarikatçı çevreler tarafından ciddi bir rakip ve tehdit olarak algılandığının göstergesidir. Gericilerin ve liberallerin ‘demokrasi’ anlayışından epeyce etkilenen orta sınıf solcularının da bu koroya katılması ve Türkan Saylan’ı “cüzzamlı” gibi görmesi işin bir başka trajik yönünü oluşturuyor. Devrimci olmadığını ancak hayatını mağdur ve yoksul halka adadığını bildiğimiz, darbecilikle de arasına net bir çizgi çeken ilerici bir aydını AKP’ye düşmanlığı nedeniyle faşist ilan etmek sosyalist akılla bağdaşmasa gerektir.
Ekonomik krizin en etkili olduğu dönemde seçim yenilgisinin de hesabını sormak üzere DTP’ye saldırı başlatan AKP, diğer yandan da “Kürt Sorununda” yeni açılımlar havası yaratarak dikkatleri başka yöne çekiyor. İktidardan ve DTP’den “çözüm için fırsatların kaçırılmaması” vurguları öne çıkmakta. Ama 2009 yılının fırsatlarının ne olduğunu henüz kimse açıklamış değil. Bu süreç aynı zamanda Kürt çocuklarına 20 yılın üzerinde hapis cezaları verilerek ve DTP’li milletvekillerin dokunulmazlıklarını hiçe sayan girişimler eşliğinde işletiliyor. Burada yapılan, DTP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasının politik yükünün altına girmekten kaçan ‘demokrat’ AKP’nin anayasayı zorlayarak ‘pis’ işi yargının üzerine yıkmasıdır. Meclis Başkanı tam DTP’lileri kriz çıkartmakla suçlarken kötü haber Sincan’dan geldi: Cumhurbaşkanı Gül’ün kayıp trilyon davasından zimmet suçundan yargılanabileceği kararı mahkemeden çıkıyordu. Şimdi Cumhurbaşkanı seçilmeden önce işlediği, daha önce Erbakan’ın ceza aldığı suçtan Gül’ün ifadeye çağrılması, başka bir ‘anayasa yorumundan’ dolayı gündemdeydi. Tüm etkili ve yetkili adamları hakkında çok sayıda zimmet, dolandırıcılık gibi akçalı suçlardan dokunulmazlıkla yargılanmaktan kurtulan Abdullah Gül, bakanlığı döneminde de kişisel harcamalarını devlet kasasına ödeterek devleti zarara uğrattığından söz konusu para haciz yoluyla kendisinden tahsil edilmişti. DTP’ye aslan kesilen AKP’liler ise sıra kendilerine gelince mağdur rolüne soyundular: Aradaki fark; DTP’lilerin suçu düşünceden, diğerlerininki zimmete para geçirmekten.
***
Ortadoğu’da ise yeni bir şey yok. İsrail’in tüm bastırmalarına rağmen, İran’la krizin yılsonuna kadar ertelenmesi ABD’nin Ortadoğu’da istikrarsızlığı tırmandırmak istemediğini, gözünün Güney Asya’da olduğunu gösteriyor. Bu politikada bir değişiklik olmadıkça güneyde bu yıl radikal değişiklikler beklenmemeli demektir. Dolayısıyla Kürt Sorunu’nda da malum kısır döngünün tekrarlanmasının ötesinde bir gelişme görünmüyor. Karşılıklı taktikler, bu duruma göre vaziyeti idare etmeye yönelik dengeler üzerinden belirleneceğe benziyor.
Sınırdaki tek önemli gelişme Suriye sınırındaki mayınlı arazilerin nasıl temizleneceğine dair gelişmeler oldu. AKP, bu toprakları İsrail şirketlerine peşkeş çekmek çabasını zorlansa da sürdürüyor. Suriye ile İsrail arasındaki ‘savaş durumu’ gözönüne alındığında, Türkiye aracılığıyla İsrail’in Suriye’ye 500 km’lik bir sınır komşusu haline getirilmesi ciddi gerilimler yaratma potansiyeline sahiptir. Bu ısrarın Suriye’nin topraklarında Rusya’ya askeri üs kurduracağını bir süre önce açıklamış olmasıyla ilgili olup olmadığı da başka bir merak konusu. Bu ısrarlı çabanın İsrail’e verilmiş birtakım taahütlerle bağlantılı olduğu açık ki, R.Tayyip Erdoğan’ı “hidayete erdiriyor”. Hatta işi daha ileriye götürüp “Farklı etnik kimlikten olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında bir faşizan yaklaşımdı” diyerek, tavrının antisemitizmin güçlü olduğu AKP tabanında Yahudilere sıcaklık olarak algılanmaması telaşına düştü. Oysa daha altı ay önce “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün milli devlet olamazdı” (11 Kasım 2008) diyen, yeni kabinede de tuttuğu Savunma Bakanı Vecdi Gönül idi.
Geçtiğimiz günlerde “hidayete eren” bir diğer isim ise Bülent Arınç idi. RTÜK’ten de sorumlu Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Deniz Feneri yolsuzluğu sanığı RTÜK Başkanı Zahid Akman’ı istifaya davet ettiğini, onun da Temmuz’da görevden ayrılacağını duyurdu. AKP’nin ‘en dürüstü’ rolüyle, başta sermayeden beslemeli solcu eskilerininki olmak üzere kalpleri fethetti. Meğer Z. Akman’ın Başkanlık görevi Temmuz’da bitiyormuş zaten ve başkanlıktan ayrılacak olsa da RTÜK üyeliğine devam edecekmiş. Bunlar öyle bir “yol” bulmuşlar ki meğer “beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısının alamet-i farikası buymuş da biz yanlış anlamışız.
***
Geçtiğimiz günlerde, nihayet krize karşı da çözüm bulundu. TOBB’un başını çektiği ve Hak-İş, Türk-İş, TESK, TİSK, Kamu-Sen, TİM, TÜSİAD, MÜSİAD’ın ortak yürüteceği bir kampanya başlatıldı. “Dini belirsiz” ve “Müslüman” sermayenin yedeğine işbirlikçi sendikaları da alıp “Kriz varsa çare de var” diyerek önerdikleri reçete tam bir ikiyüzlülük göstergesi: Milli gelirin yüzde 70’ini hane halkı harcamaları oluşturuyor o zaman haydi harcayalım! Hazırladıkları afişin sloganı da “eve kapanma pazara çık”. Açıklamanın ajitasyon bölümünde “Zaman kendine güven ve cesaretle harekete geçme zamanıdır. Zaman aklımızı, umutlarımızı, coşkularımızı ortaklaştırma zamanıdır. Zaman önce kendimize sonra birbirimize güvenme zamanıdır” çağrısı yapılıyor.1 Bunca laf bir ayaklanma çağrısı için değil, para harcama çağrısı için yapılıyor. Harcayacak parası olanlara sözümüz yok da bu Türk-İş, Hak-İş ad
lı “işçi sendikaları”na, Kamu-Sen adlı “kamu çalışanları sendikası”na ne oluyor? İşçiler hangi paraları harcayacak? Alamadıkları maaşlarını mı, kriz bahanesiyle düşürülen maaşlarını mı harcayacaklar. Yoksa işsizler yastık altlarında sakladıkları paraları mı harcayacaklar? Yoksa bunlar herkesin düğünden gelen altınları mı var zannediyor?
İşçilerin bu saçma kampanyaya istese de katılamayacağını sarı sendikacılar bilmiyor olabilirler diyelim ama sermayedarların bilmediklerine inanamayız. O zaman neyin hesabındalar, gerçekte ne planlıyorlar? Birincisi halkı aldatmak olduğu kesin: “Kriz hepimizin krizi, bir sorumlusu yok, işvereni işçi sendikası hep beraber çare arıyoruz, sakın sosyal hareketlere kalkışmayın”. İkincisi bu kampanyaya rağmen para harcamak istemeyen “bozgunculara” karşı önlem almayı planlıyor olabilirler. Eğitim ve sağlık gibi alanlarda ek harcamalar yaratmanın yanı sıra çalışanlara ücretlerinin bir kısmının kısa vadeli harcama çeki olarak verilmesi kazığını planlıyor olabilirler. Bu kampanyadan anlamamız gereken üçüncü şey ise sermayeye vergi affı, ucuz işçi sağlama, kamuya olan borçları yapılandırma ve yeni teşvikler gibi kıyakların geleceğidir. Ve halka karşı planlanan bu saldırılara emek örgütlerince hemen itiraz edilmelidir. Yani sosyal hareketlere kalkışmalıyız, eğitim, sağlık gibi temel yaşamsal ihtiyaçların parasızlaşmasını istemeliyiz, sermayenin kar hırsıyla daha fazla göz koyacağı barınma hakkımıza sahip çıkmalı, ücretsiz izin, kısa çalışma, düşük ücret tezgahlarına itiraz etmeliyiz.
Sermaye “köpeksiz köyde değneksiz gezme” misali akıl almaz talepleri bundan sonra da art arda sıralamaya devam edeceğe benziyor. Kıdem tazminatlarının kaldırılmasına Hak-İş çoktan razı, Türk-İş ise böylesi zihni sinir projeleriyle “ikna” edilecek gibi.
Peki bu köy neden köpeksiz?!
Sermayeyle işbirliği yapmayan, onların dümen suyuna girip işçi sınıfını, halkı satmayan ilerici emek örgütleri yok mu? DİSK, KESK, TTB, TMMOB ve halktan yana örgütler neredeler? 1 Mayıs’ta gösterdikleri kararlı tutumu bugün niye göstermezler? Biliyoruz KESK, 20 Haziran’da Ankara’da bir bölge eylemi yapacak; Eğitim-Sen, Haziran başında dört koldan Ankara’ya yürüyecek ama bunlar çok yetersiz ve krize karşı halkın geniş kesimlerinin tepkilerini arkasına alma kaygısı gütmeyen bir programa sahip. Arkalarındaki koca devlet aygıtıyla yetinmeyen sermayedarların örgütleri TOBB, TİM, TİSK, TÜSİAD, MÜSİAD biraraya geliyor; yetmiyor meşruiyet için TESK, Hak-İş, Türk-İş, Kamu-Sen’i de yanlarına almayı akıl ediyorlar da ‘bizimkiler’ neden akıl edemiyorlar? Neden hemen bir araya gelmiyorlar, ne alıp veremedikleri var? Şu bilinmelidir ki bu atalet ve dağınıklık sürdükçe 1 Mayıs’tan bugüne bir şey kaldığını söyleyemeyiz, o emek heba edilmiş olur. O güçbirliğinin, kitleselliğin, kararlılığın sermayenin ve işbirlikçilerinin karşısına dikilmesi ilerici emek örgütlerinin niteliklerinin zorunlu bir gereğidir.
Kriz, sendikacılar farkında olmamış gibi davransa da emekçilere bir gerçeği daha çıplak olarak gösterdi: “Bu düzende iş yok!” Yani emeğiniz beş para etmez diyorlar. İş isteyene iş vermeyenlerin, iş verse de üç kuruşa talim ettirenlerin düzeni, halkın cebindeki parayı da eğitime katkı, sağlığa katılım, ilaca katılım, yeşil karta katılım, ulaşıma, elektriğe, ısınmaya, KDV’ye para diyerek son kuruşu da geri alıyor. Bu yüzden işsizliğe karşı tepkilerin örgütlenmesinin önemli bir ayağı iş talebi iken, bir o kadar önemli ayağı da halkın yaşam güvencelerinin sağlanmasıdır. Herkese güvenceli bir iş talebi, insan onuruna yaraşır bir hayat için temel yaşamsal ihtiyaçların parasız olması talebiyle birleştirilmelidir. Bu, insanca yaşamın paranın tahakkümünden kurtarılması mücadelesidir.
Kriz yıkıyor. Sermaye için ‘finansal kriz’ olan halk için işsizlik, geçim, yokluk, ekmek, açlık, cinnet, kalp krizine dönüşüyor. Ancak halkın bu sorunları yaşayan çeşitli kesimleri arasında bir kader ortaklığı kurulamıyor.2 Ücretsiz izne çıkartılan, ücreti düşürülen, ücreti ödenmeyen, işten atılan işçilerin; evine yeterli gıda girmeyen insanların, eğitimini sürdürmekte zorlanan öğrencilerin, sağlık hizmeti alamayan insanların, evi başına yıkılan insanların, kredi kartı borçlularının, köylülerin, esnafın kendi içinde veya topluca harekete geçme bilinçlerinin-duygularının henüz gelişkin olmadığı bir dönemden geçiyoruz; yani tepkilere henüz sınıf hareketi özelliği kazandırılamadığı bir dönemdeyiz. Bu dönemde yapmamız gereken her bir kesimi, hatta her bir sorunu parça parça örgütleyip diğerleriyle birleştirme çabalarını yaygınlaştırmak olmalıdır. Ancak bu yolla yeni bir halk hareketinin fitili ateşlenebilir. Bu da devrimcilerin görevidir!
Dipnotlar:
1 – Dini imanı ve tek kültürel birikimi para olan bu zevat, Aşık Daimi’nin 12 Eylül’de cunta tarafından dağda öldürülen devrimci oğlu Kazım için bestelediği türkünün “bu da gelir bu da geçer” dizesinin sözlerini, kime ait olduğunu bilmeden bu kampanyada kullanmış.
2 – Kader ortaklığı hareketini andıran tepkileri 2001 krizi sonrasında Ankara’da başlayıp tüm ülkeye yayılan ‘esnaf eylemleri’nde görmüştük.