Despotik rüyaların kendimizi anlattığı, tanıdık seslerin kayıtsızlığımızla buluştuğu, dürtülerimizin sınırsız sonluk ile avutulduğu, bekleyişlerimizin bağımlılığa dönüştüğü bir tedirgin hayatın içerisinde “sözde” tutkularımızla yol alıyoruz. Tüketme telaşımız, külfet yarışımız, savurgan tapınışlarımız, anlamsız yoksunluklarla yarattığımız yapay mutsuzluklarımız sadece nesnelerle ilişkimizi değil aynı ölçüde insanın insanla ilişkisinin tasfiye edilemeyen amaçsal dünyasının ifadesi. Gönül çelen kalabalıkların evcilik oynadığı, sınırlarının […]
Despotik rüyaların kendimizi anlattığı, tanıdık seslerin kayıtsızlığımızla buluştuğu, dürtülerimizin sınırsız sonluk ile avutulduğu, bekleyişlerimizin bağımlılığa dönüştüğü bir tedirgin hayatın içerisinde “sözde” tutkularımızla yol alıyoruz. Tüketme telaşımız, külfet yarışımız, savurgan tapınışlarımız, anlamsız yoksunluklarla yarattığımız yapay mutsuzluklarımız sadece nesnelerle ilişkimizi değil aynı ölçüde insanın insanla ilişkisinin tasfiye edilemeyen amaçsal dünyasının ifadesi. Gönül çelen kalabalıkların evcilik oynadığı, sınırlarının gerçekle buluşturulamama koşuluyla çizildiği, “olup bitenin” atıl hale getirildiği, “kasıtlı” güzelliklerin sergilendiği yerlerdir kentler. Nasihat almaya burun kıvırır kentlerin siluetleri. Zaten tarihsel olanın küstah habercisi, yok olmaya yüz tutmuş ya da çalınmış gururlarının temsilidir bir zamanlar “varoluşunu” kanıtlayan tüm eserleri. Uygarlığın sentetik zaferlerinin aksine kentler ironik beyhude zaferleriyle uygarlığın yazgısına hâkim olurlar. Kentlerin jestleri ile insanın bir yerlere tutunma gereksinimi birbirini dengelemiş, mekanik bağımsızlık ise bu ilişkinin meyvesi olmuştur. Mülteci hayatın kaçış yeri olduğunu düşündüğümüz kentlerin aslında bir tercihsiz tutsaklık hilesiyle bizlere kendini ifşa ettiğini fark etmeyiz ya da farkındalıklarımız yaşam sahnemize dâhil değildir.
Kalabalıkların uğultusu ve gölgelerin sürüsü. Kimliksiz iz sürmeler sonucunda ise işe yaramaz, keyifsiz yorgunluklar. Kent hikâyelerinden doğan sorgusuz temaların (sorgulamaların sadece kelimeleri yan yana getirdiği ama bir alternatif yaratacak kadar güçlü olmadığı) bu derecede gösterişliliğine kim karşı koyabilmiştir ki? İnsana dair yaşam öykülerinin bir o kadar sıradan bir o kadarda sıra dışı olduğu mekânların toplamıdır kentler. Hayal kurmanın tutumsuzca özgür olduğu -ki hayal aleminde çarçur edilen şeylerin israfı geri dönüşümsüz kent hastalıklarına sebebiyet verir- kentlerin “olabilirlikler” üzerine kurulu aralık kapısı aslında umudun simülasyonudur sadece. 21. yy. insanı iç sıkıntılarını psikiyatr ofislerinde gidermeye çalışırken, sektör haline gelmiş tıp; kolları sıvayıp her sıkıntıya deva ilaçlarını sunar. Rakı masasındaki dost sohbetlerinin merhemi çoktan unutulmuş, yerlerine Prozac, Laroxyl tıp mucizeleri (!) gelmiştir artık. Tüm bunlar kent insanının parodilerinden seçmeler değildir. Aitlikler buruşturulmuş, kimin deli kimin akıllı olduğu liberal tezlere göre belirlenmiş ve iffetli yasaların kurucuları, düşünsel fuhuşun muhafızları oluvermişlerdir. Tahakküm müptelası modern insanın “smokinli tercihlerini” hiçbir zaman “serseri tercihlere” değiştirmeyeceğini, “mayalanmış göl” hikâyesine öykünen hayatlarımızdan anlayabiliriz. Ya tutarsa… tutmayacak ama beklemek hep tek uğraşımız olacak.
Dayatılan yaşam dedikleri, kentlerde mi sadece? Bu arınma isteği de nedir herkeste? Ya bu kulağımızın pası şefkatsiz cümleler. Hülasa, dediği gibi Ionesco’nun “Başımız dimdik duruyoruz, çünkü boğazımıza kadar bok içerisindeyiz.” Ve yazıyı bitirip taksime çıkıyorum. Döndüğümde şunu yazıma not düşüyorum. Herkesin başı dimdik sahiden.
*Marmara Üniversitesi, İletişim Fak.