“Türkiye’de yaşanan en temel çelişki bir medeniyet çevresine siyasi merkez olmuş bir toplumun tarihi ve jeokültürel özelliklerinin oluşturduğu siyasi kültür birikimi ile siyasi elit tarafından başka bir medeniyet çevresine iltihak etme iradesi esas alınarak şekillenmiş siyasi sistem arasındaki uyum problemidir ve bu durum hemen hemen sadece Türkiye’ye has bir olgudur.” Stratejik Derinlik’in 83. Sayfasından yaptığımız […]
“Türkiye’de yaşanan en temel çelişki bir medeniyet çevresine siyasi merkez olmuş bir toplumun tarihi ve jeokültürel özelliklerinin oluşturduğu siyasi kültür birikimi ile siyasi elit tarafından başka bir medeniyet çevresine iltihak etme iradesi esas alınarak şekillenmiş siyasi sistem arasındaki uyum problemidir ve bu durum hemen hemen sadece Türkiye’ye has bir olgudur.”
Stratejik Derinlik’in 83. Sayfasından yaptığımız yukarıdaki alıntı, AKP dönemi dış politikasını ya da aynı anlama gelmek üzere yeni-Osmanlıcılığı anlamak açısından bize önemli ipuçları sunar. Yeni-Osmanlıcılığın saptadığı çelişki, adını tam olarak koymak gerekirse medeniyet-Cumhuriyet çelişkisidir. Yeni-Osmanlıcı tez, Türkiye’nin Osmanlı/İslam medeniyetinin tarihsel mirasçısı olduğu yönündedir ve Cumhuriyet söz konusu olduğunda bir reddi miras durumu bulunmaktadır; Cumhuriyet, Türkiye’yi ait olduğu medeniyet dairesinden alarak Batı medeniyet dairesine iltihak ettirmeyi amaçlayan bir projedir ve bu, Türkiye’yi uluslararası arenada etkin olmayan, güçsüz, sıradan bir ülke haline getirmiştir. “Güçlü Türkiye” için yapılacak olan ise bellidir: Türkiye, ait olduğu medeniyete geri dönecek ve buna uygun bir dış politika izleyecektir.
Davutoğlu, Soğuk Savaş dönemi sonrası ortaya çıkan boşluğu ve yeni bir uluslararası düzen tesis etme çabalarını Türk dış politikasının yeni bir jeopolitik eksene oturtulması açısından bir fırsat olarak görür. Türkiye’nin jeopolitik konumu, “artık sınırları müdafaa dürtüsünün yönlendirdiği bir statükoyu muhafaza stratejisinin aracı olarak görülmemelidir. Aksine bu jeopolitik konum kademeli bir şekilde dünyaya açılmanın ve bölgesel etkinliği küresel etkinliğe dönüştürmenin bir aracı olarak görülmelidir. Sınırlara dayalı yerel etkinlikten kıtasal ve küresel etkinliğe yönelmenin öncelikli şartı jeopolitiğin uluslararası ekonomik, siyasi ve güvenlik ilişkilerinde dinamik bir çerçeve içinde kullanılmasına bağlıdır.” (s. 117)
Osmanlı Coğrafyası’nda Aktif Dış Politika
Yeni-Osmanlıcı jeopolitik, Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkim olduğu coğrafyada yeniden etkin olmayı ve Osmanlı/İslam medeniyetinin mirasçısı ülkelerle yakın bir ilişkiyi öngörür. Davutoğlu bu bağlamda üç jeopolitik etki alanından söz eder. Bunlardan ilki Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslardan müteşekkil yakın kara havzası, ikincisi Karadeniz-Adriyatik, Doğu Akdeniz, Kızıldeniz, Körfez ve Hazar denizinden müteşekkil yakın deniz havzası, üçüncüsü ise Avrupa, Kuzey Afrika, Güney Asya, Orta Asya ve Doğu Asya’dan müteşekkil yakın kıta havzasıdır. Davutoğlu bu havzaları iç içe geçmiş daireler olarak tasvir eder ve Türkiye’nin etki alanının bu havzalar üzerine geliştirilen politikalarla tedrici bir şekilde artırılması gerektiğini söyler.
Buna göre “Türkiye’nin Balkanlardaki siyasi etki temeli Osmanlı bakiyesi Müslüman topluluklardır.” Türkiye Balkanlar’da “tabii müttefikleri” olan Müslüman iki devletle yani Bosna ve Arnavutluk’la müttefiklik ilişkilerini genişletmeli ve “Müslüman azınlıklar ile ilgili meselelerde müdahale etme hakkını kazanacak bir garanti elde etme hedefini sürekli gözetmelidir.” (s. 122-123) Davutoğlu’na göre “Kafkaslar, Doğu Anadolu ve Körfez-Doğu Akdeniz hattını kapsayan Kuzey Ortadoğu jeopolitik olarak; Azeri petrolü, Doğu Anadolu’nun su kaynakları ve Kuzey Irak petrolleri de jeoekonomik olarak bir bütünlük arzetmektedirler.” (s.128) Türkiye’nin bu hat üzerinde bir politika geliştirmesi bir zorunluluktur, aksi takdirde bir güç haline gelmek mümkün olmayacaktır.
Ortadoğu ise Davutoğlu açısından kaçınılmaz bir hinterland niteliğindedir. Türkiye’nin AB üyeliğinin gittikçe imkânsızlaştığını söyleyen Davutoğlu’na göre aynı anda Avrupa’dan ve Ortadoğu’dan kopan bir Türkiye’nin güçlü bir ülke olması söz konusu olmayacaktır:
“Bu asrın ilk çeyreğinde Ortadoğu bölgesinin en stratejik kuşaklarını kaybeden, ikinci ve üçüncü çeyrekte bölge ile genelde bir yabancılaşma süreci yaşayan, dördüncü çeyrekte ise tekrar yöneldiği bölgede inişli çıkışlı ilişkiler zinciri geliştiren Türkiye bölge ile olan ilişkileri yeniden ve köklü bir şekilde değerlendirmek zorundadır. Özellikle AB ile yaşanan ve üyelik sürecini gittikçe imkânsızlaştıran gerilimli ilişkiler ağı Ortadoğu’ya yönelik kapsamlı bir bölgesel stratejinin geliştirilmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Aynı anda hem Avrupa’dan hem Ortadoğu’dan kopan bir Türkiye’nin bölge ve kıta ölçekli politikalarda başarılı olması söz konusu değildir.”
Davutoğlu, bir medeniyet idrakinden ve reddedilen mirasa yeniden sahip çıkmaktan söz etse de, tipik bir sağcı olarak, nihai düzlemde Osmanlı/İslam medeniyeti ile Batı, yani Atlantik medeniyeti arasındaki müttefiklik ilişkilerinin devamından yanadır. Türkiye’nin jeopolitik konumunun NATO’nun yeni küresel stratejik misyon tanımlaması için vazgeçilmez bir öneme sahip olduğunu söyleyen Davutoğlu’na göre; Türkiye ile ABD’nin Balkanlardaki çıkarları ortaklaşmaktadır ve “Türkiye NATO üyeliğinden kaynaklanan ve Rusya’nın boşalttığı jeopolitik boşluk alanlarına yönelme imkanı taşıyan konjonktürü dengeli ve rasyonel bir tarzda değerlendirmek zorundadır.” (s. 240)
Türkiye ile AB arasındaki ilişkilere farklı iki medeniyetin ilişkisi olarak bakan Davutoğlu, Türkiye’nin kendi medeniyet mirasını ve jeokültürel birikimini reddederek AB üyesi olamayacağını ifade eder. Eğer bir üyelik söz konusu olacaksa bu ancak iki medeniyetin birbirleri ile geliştirecekleri diyalog ekseninde mümkün olabilecektir. Ancak Davutoğlu AB konusunda gayet gerçekçi bir tutum içerisindedir ve Türkiye’nin AB’ye Gümrük Birliği aracılığıyla mahkûm hale getirildiğini ve sonsuz bir bekleme sürecine sokulduğunu kabul eder. Davutoğlu’nun beklentisi, AB’nin bir Hıristiyan medeniyeti projesi olmaktan çıkarak, farklı medeniyetlerin oluşturduğu evrensel bir proje veçhesine kavuşması ve Türkiye’nin de oradaki yerini almasıdır.
Yeni-Osmanlıcı jeopolitik kısaca böyle özetlenebilir. Onu ortaya çıkaran konjonktür ise hem ulusal hem de uluslararası bir nitelik taşımaktadır. Ulusaldır; çünkü yeni-Osmanlıcılık, dönüştürülen Türkiye’nin, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ya da aynı anlama gelmek üzere ikinci cumhuriyetin dış politikasıdır, yani içsel bir dönüşüm (kuşkusuz dış bağlantılı) neticesinde ortaya çıkmıştır. Uluslararasıdır; çünkü Soğuk Savaş sonrasına aittir, emperyalizmin bölgeye yönelik politikaları ile uyum halindedir ve ancak reel sosyalizmin olmadığı bir dünyada hayata geçirilebilecek niteliktedir.
Elbette ki gelecek günlerde çok tartışılacaktır ama Türkiye’yi dönüştüren liberal-muhafazakâr ittifakla ve onun yeni jeopolitiği ile cepheden bir yüzleşme içerisine girecek olanlar, şimdiden yeni bir kuruculuk nosyonunu dile getirmek durumundadırlar. Bunun yeni bir cumhuriyet projesi olacağı, hatta orada da kalmayarak bölgesel bir birlik projesine evrilmeyi hedefleyeceği ve sosyalist bir karakter taşıyacağı açıktır.