Obama Türkiye’ye bir ‘hoş’ geldi. Herkesin derdine deva bir kurtarıcı gibi geldi, bir konuşma yaptı herkes kendinden bir şey buldu. Kimi, belli ki ‘nemalandırılmış’ taife, gerek köşe yazılarından gerek ekranlarından bize Obama’nın gelişinin ‘iyiliklerini’ anlata anlata bitiremedi. Cengiz Çandar, “Dürüst, Duyarlı, Dost” diyerek 3 D ile tanımladı Obama’yı. Herkes Obama’nın konuşmasından kendi siyasetlerini destekleyebilecek yönler […]
Obama Türkiye’ye bir ‘hoş’ geldi. Herkesin derdine deva bir kurtarıcı gibi geldi, bir konuşma yaptı herkes kendinden bir şey buldu. Kimi, belli ki ‘nemalandırılmış’ taife, gerek köşe yazılarından gerek ekranlarından bize Obama’nın gelişinin ‘iyiliklerini’ anlata anlata bitiremedi. Cengiz Çandar, “Dürüst, Duyarlı, Dost” diyerek 3 D ile tanımladı Obama’yı.
Herkes Obama’nın konuşmasından kendi siyasetlerini destekleyebilecek yönler çıkartabildi. AKP’liler “Müslüman” vurgusundan, ulusalcılar “laiklik” vurgusundan, milliyetçiler “Atatürk” vurgusundan hareket ederek ABD’nin önümüzdeki dönem siyasetini tahlil etmeye çalıştı.
Obama başka ne söyledi? “Anahtar Ülke” yerine “Köprü Ülke”, “Stratejik Ortaklık” yerine “Model Ortaklık”, “Ilımlı İslam” yerine “Laik ve Müslüman Ülke” dedi. Bu tanımların bir anlamı Bush döneminin yıpranmış kavramlarından kurtulmak olsa da, diğer yanı bir dönem BOP’a yönlendirilen Türkiye’yi Güney Asya’da ve Kafkasya’da yeni roller biçmektir. Irak’ın yerini Afganistan almaktadır. Obama’nın ziyaretinin ardından ABD’den yapılan açıklamalarda, halihazırda Afganistan’da 800 muharip askeri bulunan ve iki dönem Kabil’deki işgal güçlerinin komutasını ve NATO’nun Afganistan temsilciliğini yürüten Türkiye’den 1000 kadar muharip asker daha istendiği belirtilmiştir. NATO zirvesinde, Türkiye’ye Genel Sekreter Yardımcılığı, Silahsızlanmadan Sorumlu Sekreter Yardımcı Vekilliği ve Afganistan Özel Temsilciliğinin önerilmesi Türkiye’ye Afganistan işgalinde çok daha etkin görevler verilmesinin altyapısını oluşturmaya dönük adımlardır.
Ermenistan’a ilgi ise Kafkas politikalarının parçasıdır. Azerbaycan’ın tepkisi ve Ermenistan konusundaki AKP güvencelerini yeterli bulmaması, Aliyev’in Moskova’yı ziyaret edeceğini söyleyerek rest çekmesi ABD’nin, Türkiye’yi de içine alan yeni Kafkasya tasarımlarının çıkmazını göstermektedir. ABD Kafkasya’ya ve Orta Asya’ya dair projelerini yenilemek zorundadır, çünkü ABD önceki mevzilerini kaybederken Gürcistan savaşından sonra Rusya bölgede toparlanmaya başladı. ABD stratejisinin Gürcistan ayağı çökmek üzere, 2005 yılında Özbekistan, 2009 Şubat’ında Kırgızistan ABD üslerini kapattı, Tacikistan ve Türkmenistan ABD’ye üs izni vermedi. Bu koşullar altında Trabzon’da veya Karadeniz’de bir üs ihtiyacı ve İncirlik’in Afganistan işgaline yönelik kullanım potansiyeli hayati bir önem arz etmeye doğru gidiyor.
AKP bu tablo içinde Obama’dan rol almaya çalışırken seçim sonuçları nedeniyle ABD’ye daha muhtaç olarak pazarlık masasına oturuyor. Ergenekon operasyonu ile ABD stratejilerine uyum yeteneğini artıran TSK, beliren askeri talepleri de görerek bu süreçte daha fazla inisiyatif almaya çalışıyor. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un ”Yıllık Değerlendirme Konuşması”nda, Türkiye halkı’ tanımını ilk kez kullanması ve “Türkiye sözünün yerine ‘Türk’ koyun, etnik bir tanım olur” vurgusunu yapması, “Amerikancı çözüm” sürecinde “biz de varız” ifadesi olarak dikkat çekiciydi. Başbuğ’un geleneksel devlet politikalarını yansıtır biçimde “bireysel kültürel kimlikler Anayasa’ya giremez” şeklindeki sözleri de, Anayasa değişikliği tartışmalarında TSK’nın kısmen esnetilmiş kırmızı çizgilerle pazarlık masasına oturması anlamına geliyor. Başbuğ’un cemaatlere dair sert vurguları ise Fethulah Gülen’in ekranlara çıkıp “bize yönelik komplolar olabilir” alarmı vermesinin altının çok da boş olmadığını gösterdi.
AKP’nin seçim yenilgisinden sonra Ergenekon operasyonunun genişleyerek sürmesi ve Kürt illerinde baskının artırılması önümüzdeki dönemin çatışmalı süreçlere gebe olduğunu gösterdi. Ergenekon operasyonunun “akademik” dalgasında, AKP’nin kavgalı olduğu eski rektörlerin ve akademisyenlerin hedef alınması ve Cumhuriyet mitinglerinin soruşturmaya dahil edilmesi iktidarın batıdaki yenilgiden kimleri sorumlu gördüğünün ifadesidir. ÇYDD’ye yapılan operasyonla, eğitim alnında “STK’cı yardımseverlik” faaliyetlerinin cemaatler dışı, nadir laik ayaklarından biri çökertilmektedir.
Operasyonun düzen içi muhalefetin kitle temelinin bağlantı noktalarında bulunan kişi ve kurumlara yönelmesi toplum içerisinde AKP’ye her türden karşı çıkışın “terör suçu” olarak tanımlanacağı bir ortam yaratmaktadır. Gülen cemaatine yakın yayınlarda, DESA’da sendika hakkı için mücadele eden Emine Arslan’ın ve Halkevleri’nin Ergenekon bağlantıları gibi rezilce zırvalardan bahsedilmesi dikkat çekicidir. Daha önceden kimi devrimci örgütlerin ve Kürt hareketinin de Ergenekon bağlantısından bahsedildiği hatırlanmalıdır. Gücünü yitiren ve demokrasicilik barutu da giderek tükenen AKP için düzen içi ve düzen dışı tüm muhaliflerini sindirmenin yol ve yöntemleri Ergenekon sürecinde fazlasıyla açığa çıkmıştır.
Bu noktada seçimlerin hemen ardından hükümetin “ya sev ya terk et” molasının bitmesi de dikkat çekicidir. Ağrı olayları, Amara saldırısı, çocukların tutuklanması ve DTP’nin 3 genel başkan yardımcısıyla başlayan operasyon ile AKP Kürt halkından seçimin intikamını almayı planlamaktadır.
***
Yerel seçimlerin sonuçları ve olası siyasal gelişmeler üzerine çok şey yazıldı. Ancak kalıcı bir bilincin oluşması için kendimize dair (parça parça yapılan) değerlendirmelerin bütünlüklü olarak bir kenara yazılmasında yarar var.
İlk olarak, tüm seçim süreci boyunca, yıllardır sürdürdüğümüz “halkın hakları” söyleminin yaygın bir kabulüne tanık olduk. Kamusal haklardan yoksunluk ve bu hakların tekrar elde edilmesinin gerekliliğine ilişkin zorunluluk egemenlerin dışındaki tüm kesimler için elzem. Bu nesnel durum sağcı adayların bile seçim propagandalarına yansıdı. Eğitim, sağlık, barınma, su, enerji, ulaşım gibi başlıklarda sürdürülen hak mücadeleleri artık çok daha “meşru”.
Muhtarlıklara verdiğimiz önem ise basitçe birer mevzi kazanalım ya da “bir partimiz yok, seçimlerde işsiz kalmayalım” gibi nedenlerden kaynaklanmadı. Hak bilincinin oluşturulmasının ve mücadelesinin verilmesinin en aşağıdan yani mahallelerden başlaması tercihinden kaynaklandı. Muhtarların konumları gereği yani doğrudan seçim ve temsil yeteneğine sahip olmaları, mahallede verilen hak mücadelesini daha ileri götürmekte kullanılacak bir araç olmalarını sağlıyor. Mahalle çalışmasının temel başlıkları olarak; hak mücadelesi, demokratik/yönetsel kurumların oluşması, yaşanılabilir bir çevrenin kurulması, kadın mücadelesi ve sosyal/kültürel faaliyetlerin yaygınlaştırılması konularında muhtarlıkların katacakları çok şey var.
Ayrıca neredeyse tüm siyasi aktörlerin bir genel seçim havasına sokmaya çalıştığı yerel seçim sürecini, biz yerelden politika üreterek ve müdahale etmeye çalışarak geçirdik. Nasıl muhtarlık tercih ettiğimiz politik çizgiye uygun bir “araç” ise bu durumda aynı çizgiye uygun bir “tarz” idi. Kuşkusuz bu durum aynı zamanda genel düzlemde çok “görülmememize” neden oldu.
Sandık tavrı konusunda ise tek bir genel tutum (tek bir partinin desteklenmesi ya da boykot gibi) almadık. İlin, bölgenin özelliğine ve adayın niteliğine (hak mücadelesi karşısında aldığı tutum, sol değerlere ne ölçüde sahip olup/olmaması vb.) göre gösterdiğimiz esnek tutum ise sol grupların çoğu tarafından ya anlamadıkları ya da art niyetli bir tarzda eleştirdikleri bir durum yarattı. Çoğu yerde bağımsız sol adayları ya da DTP’li adayları desteklememize rağmen birkaç yerde CHP’li adaylara oy verilebileceği şeklindeki tutumumuz polemik konusu yapılmaya çalışıld