Türkan Saylan İstanbul Tıp Fakültesinden hocam olur. Dersine girip girmediğimi hatırlamıyorum. Üç yıl öncesine kadar herhangi bir yerde de karşılaşmadık. Üç yıl önceki TTB Kongre dönemlerindeki karşılaşmamız dışında beni görmüşlüğü olmadığı gibi, şimdi görse hatırlayacağından da kuşkuluyum. Ama bunların hiçbir önemi yok. Son yaşanan gelişmeler üzerine Türkan Saylan ile ilgili çok şey yazılıp söylendi. Benimki […]
Türkan Saylan İstanbul Tıp Fakültesinden hocam olur. Dersine girip girmediğimi hatırlamıyorum. Üç yıl öncesine kadar herhangi bir yerde de karşılaşmadık. Üç yıl önceki TTB Kongre dönemlerindeki karşılaşmamız dışında beni görmüşlüğü olmadığı gibi, şimdi görse hatırlayacağından da kuşkuluyum. Ama bunların hiçbir önemi yok.
Son yaşanan gelişmeler üzerine Türkan Saylan ile ilgili çok şey yazılıp söylendi. Benimki onunla yapılan yarım saatlik bir yolculukta geçen “kısa birkaç cümlenin” aktarılmasından ibaret.
Dünya görüşüne dair değerlendirmelerim uzaktan yansıyan algılar üzerinden olacak. Aydınlanmacı Kemalist tutumu, ordu-millet birlikteliğine olan inancı konusunda herhangi bir ortaklığımız söz konusu olamaz. Başta Lepra (Cüzzam) olmak üzere sağlık alanındaki girişimci ve hepsinden önemlisi sonuç alıcı yöntemini ise her zaman kendime çok yakın hissetmişimdir. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği çalışmaları, eğitim bursları, kız çocuklarının okullu olması yönündeki çabaları, toplumsal algıda onu daha da değerli kılan girişimler oldular. Bu girişimlerin, basit bir bakışla bile görülebilen geleneksel, devletçi anlayışı yansıtmaları; Kürt sorununun “çözümünde” inkarcı siyasetin, tek parti anlayışının izini taşımaları, okurlarsa bir de Türkçe öğrenirlerse “meselenin” çözüleceğine dair beklentisi, Türkan Hoca’nın naif iyi niyetini ortadan kaldırmaz. Ya da şeriatı getirecek olan “dincilere karşı” laiklik mücadelesinin bu yöntemle yapılabileceğine, sadece burs vererek, yurt açarak tarikat gerçekliğine karşı başarılı bir mücadele verilebileceğine dair inancına ne demeli?
Böyle değerlendirince doğal olarak, kendisinin başlangıçta yurt açarak, okullaştırma kampanyaları başlatarak yürüttüğü çalışmalarını yetersiz görüp bu işin böyle çözülemeyeceğini düşünmüş olabilir gibi geliyor insana. AKP’nin art arda gelen seçim başarıları, kadrolaşması, cumhurbaşkanlığını da ele geçirmesi(!) gözlerinin önünde gerçekleşince, acaba o naif duygu bir anda, “darbe olsa da bunları temizlese” düşüncesine dönüşmüş olmasın diyor insan. “Bugün bir ikilem içinde yaşıyoruz ve söz konusu vatansa gerisi ( darbe, işkence, hukuksuzluk, ölüm ve vahşet…) teferruattır” diye düşünmeye başlamış, hatta sadece düşünmeyerek bunu hayata geçirmek üzere bazı girişimlere katılmış olamaz mı?
Evet, niye yalan söyleyeyim, şimdiye kadarki tutuklamalarda, birçok insanda olduğu gibi bende de böylesi bir duygu uyandı. Türkan Hoca için belki bilince çıkarılması zor, yüzeysel bir şüphe halinde olsa da.
Ancak son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim. Türkan Saylan için bu tür kuşkuların benim açımdan yeri yok. Söylediğim gibi yakından tanımıyorum. Bir fani olarak birçok eksiği ya da kusuru olduğundan da şüphe etmiyorum. Ancak Türk Tabipleri Birliği’nin 2006 yılı kongresindeki tutumu ve kongreye giderken bir arabada geçen kısa bir konuşma, bahsi geçen yılların Ergenekon soruşturmasındaki önemini de hesaba kattığınızda benim açımdan belirleyici olduğu kadar, öğretici de oldu.
Önce biraz Ergenekon
Buraya geri döneceğim ama öncelikle Ergenekon’dan ne anladığımı yazayım da okuyanlar için bir bütünlük oluştursun.
“Ergenekon” operasyonunu, Neoliberal yeni sömürgecilik sisteminin kendine uygun bir derin devlet inşa süreci olduğunu, safraları atma ve yeni konsepte uyumsuzluk yaratacak sicillileri bertaraf etme niyeti taşıdığını ve bu sürecin taşeronu AKP’nin bundan kendi siyasal projesi için faydalanmaya çalıştığını düşünüyorum. Taşeron tetikçiler aracılığıyla korku ve yılgınlık yaratma ve gerektiğinde darbe ya da muhtıralarla ortamı dümdüz etme yerine, üstü örtülü demokratik işleyiş; hukuk ve mevzuat soslu otoriter bir devlet üzerinden aynı yılgınlık ve tedirginliği sürekli kılabilecek bir sistem çabası olduğu seziliyor. Yine de ilk kez “askere” dokunuluyor olması, darbeciliğin kavram olarak suçlu sandalyesine oturtulması çok önemli. Bunların yanı sıra askeri yetkileri elinde bulunduranlar başta olmak üzere birçok sanığın on yıllara yayılan vahşetin müsebbiplerinden olduklarına dair kişisel herhangi bir şüphem olmadığını da söylemem gerekiyor. Darbe yapmaya niyetlendikleri, olmazsa darbeye yakın “güvenlik tedbirleri” tanıyacak hükümetler “dizayn etmeye” çalıştıkları ve başarılı olmaları durumunda yine en büyük kötülüğü devrimcilere ve Kürtlere yapacakları da herkesin malumu. Bu nedenle hangi niyetle yapılırsa yapılsın cezalandırılmaları benim için teselli mahiyeti taşıyabilir. Bu davanın ancak demokratik muhalefetin doğrudan müdahil olacağı bir sürecin aydınlatıcılığı ile bir yere varabileceğini, darbecilik başta olmak üzere faili meçhullerin, katliamların, işkencelerin ve hırsızlıkların bu mahkeme salonlarına sığmayacak kadar büyük ve derin olduğunu unutmadan ve mevcut savcı ve hakimlerden oluşan heyetleri aşan bir toplumsal talep yaratmak gerektiğine dair inancımı koruyarak yaşıyorum.
Türkan hoca’dan net tutum
Peki, şimdilik 12. dalgaya ulaşan bu girdapta, at izinin it izine karışmaya-karıştırılmaya çalışıldığı bu tabloda kriterimiz ne olacak? Türkan Hoca’nın Çağlayan’daki Cumhuriyet mitinginin çağrısını yapmış olması mı, İzmir’de konuşturulmaması mı? Muhtemelen polisin tespit ettiği “telefon-toplantı konuşmaları” mı? AKP’ye karşı serzenişleri mi? Sürekli Atatürk’e atıf yapan bazı açıklamaları mı?
Kuşkusuz tüm yaptıkları, tüm yazdıkları kendisi hakkındaki değerlendirmelerde hesaba katılacaktır. Ancak benim için Türkan Hoca’nın bu süreçler devam ederken günlük sosyal – siyasal olgulara karşı takındığı net, berrak tutum belirleyicidir. Siyasetin nirengi noktası da burasıdır. Taraflar belirginken, hem de taraflar arasında seçim yapmanız gerekirken bu seçimi hele de “seçim sandığında” yani net, açık ve sonucu etkileyecek biçimde kullandığınızda bu tutumunuz yaptıklarınızın turnusolu olur. Tersi akla, mantığa uymaz. Kuşkusuz bu değerlendirme sadece şimdiye kadar adını sıkça andığım Türkan Hoca’ya özgü değil. Onun şahsında herkes için asıl olanın ikilemler karşısında tutumun berraklığında ve içerdiği cesarette olduğunu hatırlatmam gerekiyor.
Söz çok uzadı. Tarih 2006 yılının ilkbaharı, ülkemizin önemli ve etkili demokratik kurumlarından, sağlık ortamı başta olmak üzere, emek eksenli muhalefetin etkili bir bileşeni olan Türk Tabipleri Birliğinin kongre süreci. AKP iktidarını yeni yeni pekiştiriyor. Sağlıkta onlara büyük bir dönüşüm, bizlere göre büyük bir yıkım yaratacak olan piyasalaştırma yönünde yapısal değişimler yaşanıyor. AKP hükümeti her zamanki tavrıyla müthiş bir özgüvenle kendine muhalefet eden ya da edebilecek olan demokratik kurumlara karşı atakta. Her yol mübah: Tehdit, sindirme, eski solcuları devşirme, takiye, hekim seçimlerinde bile belediye müteahhitleri aracılığıyla “Uzan’vari” bedava yemek dağıtma. Her şey öncelikle en büyük Odalar olan İstanbul ve Ankara Tabip Odalarını ele geçirme, ardından TTB’yi bütünüyle dönüştürme amacına odaklı.
Aynı dönem Ergenekon iddianamesini esas alırsak “darbe hazırlıkları” ya da “darbeye zemin” hazırlama dönemi. Ülkede bir “ulusal histeri” ve sonuçlarından yola çıkarsak objektif olarak AKP’ye yarayan bir sürü abuk subuk tutum… Ne sınıfsal bir bakış açısı ne demokratik açılım içeren “yeniden kurtuluş savaşı” harekatı…. Tuncay Özkanlı, Kemal Alemdaroğlu’lu seferberlik ruh hali… Ve bunun yukarıda başladığım TTB Kongre sürecine dair y
ansımaları. İstanbul’da üniversite eski rektörü olmanın avantajını da kullanan Kemal Alemdaroğlu himayesinde, Ankara’da klinik bir vaka haline gelmiş olan bir ekip öncülüğünde, özellikle Ege illerinde Kürt sorunundan kaynaklanan tepkileri kışkırtan “İşçi Partisi” müdahalesi ile bir grup ortaya çıkıyor: “Ulusal Hekim Birliği” grubu. AKP yandaşları umutlanıyor; öyle ya kaba bir bakışla “solcular” bölünüyor, iki liste giriyor seçime: Bir yanda halen yönetimde olan devrimci-demokratların, laiklik ve bağımsızlık şiarıyla kamucu, eşit, ücretsiz, nitelikli, ulaşılabilir bir sağlık sistemi savunusunu emek ekseninde buluşturan Etkin Demokratik TTB Grubu, diğer yanda “söz konusu vatansa gerisi teferruattır” diyen ve cumhuriyet, laiklik eksenine sıkışan söylemleri ile neredeyse gerçeklikten kopan “Ulusal Hekim Birliği” grubu.
Böylesi bir tabloda her şeyiyle; sağlık müdürleri, başhekimleri, özel hastane patronları ile seçime saldıran, ilaç firmaları aracılığıyla asistan aidatlarını ödemekten imtina etmeyen, sağcılığın, gericiliğin tüm renklerini içinde barındıran bir de “sağcı liste” var.
İstanbul ve Ankara başta olmak üzere tüm illerdeki “demokrat-laik” çoğunluğu oluşturan hekimlerin tutumlarını çok önemli hale getiren bir tablo. Kimin nereden aday olacağı, kimin kime oy vereceği her şeyi belirleyecek.
Bu nedenle TTB’nin bu seçiminde esas tartışma ve sürecin belirleyeni, kendini “solda” tanımlayan bu iki listenin oluşum sürecinde gizli.
Bu yazının yazılma vesilesini de zaten bu oluşturuyor. Lafı çok uzatmadan söylemeliyim ki Türkan Saylan ayrışmanın bu kadar berrak olduğu bu seçimde tarafını net olarak açıklıyor. Etkin Demokratik TTB grubunun İstanbul ayağını oluşturan Demokratik Katılım Grubundan delege adayı oluyor. Seçimi de İstanbul’da Devrimci-Demokratlardan oluşan Demokratik Katılım Grubu açık farkla kazanıyor.
Ama öykümüz burada bitmiyor. Bu seçimin bir de Ankara’da yapılacak ve TTB Merkez Konseyini belirleyecek olan TTB Genel Kurulu var. Türkan Hoca’nın da içinde olduğu delegelerin oylarıyla belirlenecek olan bu seçim de en az İstanbul seçimi kadar gerilimli. Çünkü TTB Merkez Konseyi de uzun yıllardır İstanbul yönetiminin çizgisindeki Etkin Demokratik TTB grubunun elinde. Muhalefet çarpanı da bir meslek odası sınırlarını oldukça zorlayacak türden. Bu nedenle Sağlık Bakanlığınca değiştirilmesi gereken ilk “odaklar”dan biri kabul ediliyor.
Geleneksel olarak bütün “sağcı” odalar yıllardır “saygı duysalar” da seçim dönemlerinde mevcut yönetimi değiştirmek için bir araya gelirler. Ancak 2006 yılı Haziran ayında buna özel bir durum daha eklendi. Adına “ulusalcı histeri” denilen dalga burada da mantık süzgecini yitirdi. TTB yönetimini değiştirmek üzere kıvranan, ancak delege sayısı yetmeyen “sağcı liste” ile pazarlığa girişildi. Doğal olarak “kale” düşsün gerisini sonra düşünürüz diyen “sağ” odalar delege sayısı azda olsa bu “ulusalcı” ekibe başkanlık adayını belirleme olanağı sundular. Ve 2006 kongresinde garabet bir liste ile başkanlığını eski DSP milletvekili bir “ulusalcı”nın yapacağı, içinde 12 Eylül öncesi devrimci kurşunlamaktan sabıkalı ülkücülerin yer aldığı, AKP’lilerin aday olmadan oy verme sözü verdikleri bir bileşim oluştu. Ama bu listenin en önemli özelliği mevcut TTB yönetimini yeterince ulusalcı olmamakla, Atatürk’e sahip çıkmamakla, Avrupa Birlikçilikle, Kürtçülükle suçluyor olmasıydı.
Evet, yine bir ikilem vardı. Cumhuriyet gazetesinin cengaver “Deniz’leri ve “Som’ları” başta olmak üzere bir çok yerden açıktan destek alan bu liste, gazete ilanları ile de tüm “ulusalcıları” TTB kongresinde kendi etraflarında birleşmeye çağırdı. Cumhuriyete sahip çıkmanın kriteri bu seçimde kime oy verileceğine endekslendi!
2006 Haziran’ında Kongre günü geldi. Matematiksel hesaplar, delege sayıları, ülkedeki siyasal atmosfer gerilimi arttırdı. Neredeyse TTB’nin bunca yıllık mücadeleci geleneği değişebilecekmiş gibi bir hava oluştu. Bir delegenin oyu bile TTB’nin tarihsel kaderini değiştirebilir denmeye başlandı. Karşıdaki sağ ittifakın hazır oylarının üstüne, ulusalcılık dalgasının hekimler üzerindeki etkisini de kattığınızda işin ciddiyeti daha anlaşılır oluyordu.
Böyle bir atmosferde delege tartışması sırasında Türkan Hoca’nın tedavisinde önemli bir döneme girdiği ve kemoterapi yüklemesi yapıldığından İstanbul’dan Ankara’ya gelme şansı olmadığı bilgisi geldi. Grup içindeki matematiksel telaşa rağmen Türkan Hoca’ya gelmesi gerekmediği, önemli olanın sağlığı olduğu bilgisi ulaştırıldı. Bir oyla kaybedilecekse kaybedilsin dendi. Zaten kendiside yukarda aktarmaya çalıştığım TTB içi ayrıntıların, gerilimlerin ayrımında değildi. Ya da en azından biz böyle sanıyorduk. “Gençay Gürsoy’un arkadaşıdır. Onun hatırına bizim listeden aday oldu”. “İşin aslını” bilse gelip “ulusalcı” listeye oy verebilir diye düşünüyorduk(m).
Ancak seçim günü bir haber geldi. Türkan Hoca Ankara’ya gelmeye, oyunu kullanmaya karar vermiş, havaalanından karşılanıp getirilmesi gerekiyor. İş bana düştü. Arabamla havaalanına gittim. Türkan Hocayı karşılamanın protokoler bir karşılama değil, sağlık açısından zorunlu bir gereklilik olduğunu orada fark ettim. Elindeki o küçücük çantasını kimseye taşıtmadan zorlukla yürüyebiliyor, zorlukla konuşuyordu.
Bütün bu uzun ve belki de sıkıcı yazıya sebep olan, havaalanından Ankara’ya gidişteki bir cümledir: “Evet Gençay’ın listesine oy vermeğe geldim. Ona güvenirim. Ama o olmasaydı da ben yine TTB’nin şimdiki yönetimine oy verirdim. Çünkü ben diğerlerinin ulusalcılıklarına inanmıyorum, arkalarında kimlerin olduğunu ve ne kadar tehlikeli olduklarını biliyorum, TTB’deki mücadeleyi bunca yıldır sürdürenleri destekliyorum”.
Konuşma bu kadar kısa. Seçim oldu, oylar kullanıldı. Etkin Demokratik TTB grubu tabii ki seçimi bir oydan daha fazla farkla kazandı. Ama o tek bir oyun, seçimin kaderini belirlemese bile benim Türkan Hoca hakkındaki duygularımı belirlediğini söyleyebilirim.
Kuşkusuz ne Türkan Hoca’nın kimliğini, kişiliğini yargılama ne de ona “geçer ya da geçmez” not verme hakkını kendimde bulmuyorum. Kişisel tarihi onu zaten verecek. Şimdiye kadar yaptıkları ya da yapacakları konusunda kefil olmam da söz konusu değil.
Ama benim açımdan Türkan Hoca konusunda onunla otomobilde geçen bir cümlelik diyalog, binlerce sayfalık “Ergenekon iddianamesinden” çok daha değerli, onu biliyorum…
Dr. Ali Çerkezoğlu