Tayyip Erdoğan yenildi. AKP kurulduğundan beri ilk kez bir seçim başarısızlığına uğradı. Daha 1,5 yıl önce %47 oy alan AKP, üstelik iktidarda olmasına rağmen, Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçtirmesine rağmen, ulusalcıların ipliğini pazara çıkarmasına rağmen, hiçbir yeni rakip sahneye çıkmamasına rağmen ve Tarhan Erdem’in %52’lik oy tahminine rağmen kendisine verilen oyun yaklaşık %20’sini kaybederek yerel seçimlerin […]
Tayyip Erdoğan yenildi. AKP kurulduğundan beri ilk kez bir seçim başarısızlığına uğradı. Daha 1,5 yıl önce %47 oy alan AKP, üstelik iktidarda olmasına rağmen, Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçtirmesine rağmen, ulusalcıların ipliğini pazara çıkarmasına rağmen, hiçbir yeni rakip sahneye çıkmamasına rağmen ve Tarhan Erdem’in %52’lik oy tahminine rağmen kendisine verilen oyun yaklaşık %20’sini kaybederek yerel seçimlerin “kaybedeni” oldu.
Bu durumun nedenlerini değerlendirmeden önce “kaybedenin” kazandıklarını belirtmek gerek; geçerli oyların %39’u, 16 büyükşehirin 10’u, 65 ilin 35’i, 889 ilçenin 448’i. Yani her kategoride belediye başkanlarının yarısından çoğu.
AKP’nin bu seçimlerde “kaybetmesinin” en büyük sorumlusu kuşkusuz, seçim kampanyasının neredeyse tüm yükünü hırçın tek adam şovuyla sırtlanan Tayyip Erdoğan olarak değerlendirilecektir. Her ne kadar “diğerlerinden farklı olarak biz, 81 ilin hepsinde varız” dese de “hala 1. partiyiz, 2. ve 3.’nün toplamından daha fazlayız” böbürlenmesinde bulunsa da…
Yerel seçimler, yerel politikaların öne çıkarıldığı bir biçimde değerlendirilmemiş tam tersine genel siyasal söylemlerin ağır bastığı bir biçim tercih edilmiştir. Bu tercihe uygun bir biçimde de “tek kişilik gösteriye” dönüştürülmüştür. 2007 genel seçimlerinde başarıya götüren taktiğin bu kez de işe yarayacağı hesaplanmıştır.
Oysa, gerek AKP teşkilatları gerek AKP belediyeleri ve gerekse de devlet bürokratları bu seçimlere çok da iyi hazırlanmıştı. Yolsuzluk iddiaları çok sınırlı kalmış, 12 yaşındaki çocuklar bile AKP partizanı haline getirilmiş, belediyeler her türlü maddi ve manevi olanağı kullanmış, valiler bulaşık makinelerinin hamallığını yapmıştı.
Küresel mali krizin ülkede yarattığı sonuçlar seçim sonuçlarını şimdilik kısmen etkiledi. Krizin yarattığı en önemli sonuç kuşkusuz işten çıkarmalardı. İşsizlik oranları her geçen gün artarak resmi rakamlara göre %14’lere ulaştı. Ve AKP hükümeti, işsizliğe çözüm üretmek yerine stokları eritecek düzenlemeler yapmak başta olmak üzere sermayenin yardımına koştu. Bununla da yetinmeyen Erdoğan, durumun ciddiyetini kavramadığını ya da fazlasıyla kavradığını Kasımpaşalı üslubuyla sergiledi: “Kriz bizi teğet geçecek”, “Kredi kartı borçluları dürüst değil”, “İş batıranlar beceriksiz.” Büyük sermayenin eleştirisi hükümetin krizin ciddiyetini anlamadığı yönündeydi. Ama belki de AKP krizin ciddiyetini çok iyi kavramıştı; bir yandan yalnızca kendi yandaş sermaye gruplarını sağlama almaya çalışırken, bir yandan da halkın maruz kaldığı yıkım karşısındaki sorumluluğu kabul etmemeyi tercih etmişti.
Erdoğan’ın, dolayısıyla AKP’nin yerel sorunlardan değil de genel siyasal sorunlardan hareket etme tercihinin yarattığı en önemli zorluklarından biri de üç farklı siyasal sorunla karşı karşıya kalmasıydı. Kürt sorununda DTP ile, muhafazakarlık ve milliyetçilikte MHP ile ve demokratlık ve yaşam tarzında CHP ile karşı karşıya geldi. Ve bu sorunların hepsine birden yanıt verirken hem birbiriyle çelişmemesine hem de ana kitlesinin İslami hassasiyetlerine uyumlu olmasına dikkat etmesi gerekti. Ancak üstünde hareket etmeye çalıştığı bu ince çizgi onun önemli sıkıntılarından birini de oluşturdu. Üstelik ekonomik krizin yıkımı ve Kürt sorunundaki ikiyüzlü siyasetin başarısızlığı nedeniyle, AKP’nin büyük şehirlerde ve Kürt illerindeki geriye düşüşü toparlayabilme olanağı da artık güç görünüyor. AKP’nin gerilemesi özellikle büyük kentlerden başlayarak daha da artacaktır.
Bundan sonrası için söylenebilecek şey, yenilginin psikolojik etkisinin kolay atlatılamayacağı ve AKP’nin elinin oldukça zayıfladığıdır. AKP, gerçekte sahip olduğu güçten (cumhurbaşkanlığını elinde tutması, milletvekili sayısı, belediyelerin çoğunu almış olması, bürokrasideki gücü) daha zayıf görünecektir. Bu görüntünün en önemli kanıtı olarak da CHP ve MHP’nin toplam oylarının AKP’den fazla oluşu gösterilecektir. Bu durum doğal olarak erken seçim tartışmalarını er ya da geç başlatacaktır.
Bununla birlikte AKP’nin hemen girişeceği yönelim “uzlaşma siyaseti” olacaktır. IMF ile uzlaşma ilk sıradadır. Bu durum büyük sermaye ve ordu ile ilişkilerinde AKP’nin eskisine nazaran daha az baskın olacağı bir süreçle devam edecektir. Bakanlıkların bir kısmının değişimi zaten kaçınılmazdı. Ancak bu değişim yeni döneme özgü isimleri içermek zorunda olacak.
Sonuç olarak, AKP’nin az da olsa toparlama şansı olmasına rağmen eski oy oranlarını yakalayabilme umudu oldukça azalmıştır. Saadet Partisi’nin alternatif olma konumu devam edecek olsa da merkez sağda yeni oluşumlar için kıpırdanmalar olacaktır. Örneğin Abdüllatif Şener ve Mesut Yılmaz gibi isimler fırsat kollamaktadır. Bunlara yenileri de eklenebilir.
AKP’nin başarısızlığı asıl olarak muhalefet partilerinden kaynaklanmamıştır. CHP’nin oy artışının nedeni sihirli muhalefet konuları bulması ve bunları örgütlemesi değildir. MHP için de benzer durumdan söz edilebilir.
AKP’nin oy kayıpları Kürt illerinin yanı sıra, kent merkezlerinde, özellikle de işçi havzalarında yoğunlaşmaktadır. AKP krizden en çok etkilenen Kocaeli, Antep, Denizli, Bursa ve Manisa gibi illerde, MHP’ye kaptırılan Manisa dışında belediye başkanlıklarını korumakla birlikte %15’lere varan oy kayıpları yaşamıştır. AKP’nin silindiği Trakya, yaşam tarzı kaygısı ile ön plana çıkarılsa da önemli bir işçi havzasıdır. AKP, İstanbul’da Kartal ve Maltepe gibi iki işçi havzasını CHP’ye kaptırmış Tuzla ve Pendik’i ise kıl payı kazanmıştır. Ayrıca CHP’ye kaptırılan Sarıyer, Kartal ve Maltepe son yıllarda kentsel dönüşüm projeleri nedeniyle barınma sorunun öne çıktığı ilçelerdir. AKP, Ankara’nın önemli bir barınma hakkı mücadelesine sahne olan Mamak ilçesinde de yeniden kazanmasına karşın bir önceki seçime göre büyük oy kaybı yaşamıştır. AKP’nin kayıplarının ekonomik krizin yıkımının ve emekçi halka yönelik somut hak gasplarının en çok hissedildiği bölgelerde yaşanması tesadüf değildir. CHP ve MHP, bu sorunlar karşısında politikalar ürettikleri için değil, AKP karşısında kazanması olası seçenekler olarak algılandıkları için sınırlı da olsa bu oy akışından nasiplenebilmişlerdir.
CHP’nin belediye başkanlıklarındaki oy oranı %28’in üzerinde iken, il genel meclisindeki oy oranı %23’tür. Sadece İstanbul’da CHP’ye verilen il meclisi ile belediye başkanlığı oyları arasındaki fark 250.000 civarındadır. Yani Kılıçdaroğlu, Gürsel Tekin’e (ve Baykal’a) 250 bin oy fark atmıştır. Kılıçdaroğlu’nun adaylığı CHP’ye İstanbul’da %10 oranında bir yükseliş sağlamıştır ki bu oran da CHP’nin tüm Türkiye’de sağladığı %3’lük artışın yaklaşık %2’lik kısmını açıklamaya yeter.
Benzer bir durum MHP için de geçerlidir. AKP’nin başarısızlıklarından kaynaklı olarak bu partiye oy vermeyecek olan sağ seçmenlerin gidebileceği başka bir seçenek (BBP ve SP dışında) bulunmamaktadır. MHP’nin Türkiye genelinde artırdığı oy oranı yaklaşık %5’tir. Bu artışın üçte biri Mansur Yavaş’a aittir.
Ufak bir ayrıntı olsa da eklemek gerek ki Yazıcıoğlu’yla beraber BBP’nin siyasal yaşamı da sona erecektir. Ve bu taban AKP ve MHP arasında paylaşılacaktır.
Belki istisna sayılabilecek tek durum DTP gibi gözükebilir. Ancak bu noktada da oligarşinin Kürtlere karşı birliğinin sağlanmasının ve bu birliğin hırçın sözcüsü Tayyip Erdoğan’ın hakkını teslim e
tmek gerekir. TRT Şeş, BOTAŞ kuyularının açılması gibi açılımlara rağmen “Ya sev ya terk et”çi söylemin ve bütün bölge belediyelerinin “pislik” diye tanımlanmasının etkisini hesap etmek lazım. Ancak her şeye rağmen DTP’nin (genelde değil) bölgede kazandığı başarının, önemli sonuçları olacaktır. Kuşkusuz ilk önemli sonucu da kısa bir süre sonra Erbil’de toplanacak olan Kürt Konferası’nda görülecektir. Tüm Kürt bölgesindeki en ilerici ve en örgütlü güç olma deneyiminin ve konumunun karşılığı mutlaka olacaktır.
Bölgede Türkiye Kürtlerinin politik temsilciliği üzerine bir referanduma çevrilen yerel seçimlerde AKP’nin yaşadığı hezimet, emperyalizmin üçlü ittifak (ABD-Türkiye-Kürdistan Bölgesel Yönetimi) üzerine kurulu bölgesel planını da önemli ölçüde zora sokmuştur. ABD’nin Irak’tan çekilme sürecinde, özel olarak da işbirlikçi Kürt yönetiminin güvenlik sorunun çözümünde Türkiye’ye rol biçildiği sır değildi. Böylesi bir rolün oynanabilmesi için, egemenler Kürt sorununu sistem içi kanallarda çözmeyi, bunun için de AKP’yi Kürtlerin siyasal temsilcisi yapmayı hedeflemişti. Ancak plan ters tepti. Artık bir çözüm isteniyorsa adresi Erbil değil Diyarbakır’dır, muhatabı da AKP değil DTP’dir. Bu durum, bölgedeki emperyalist tasarımın ve işbirlikçilerin önümüzdeki dönemde yaşayacağı krize işaret etmektedir.
Egemenlerin bu krizi, muhalefet açısından ise, yeniden kardeşleşme politikasının ve “Türk Kürt kardeşçe, tam bağımsız Türkiye” sloganında ifade edilen çizginin hayata geçirilebilmesinin nesnel olanağının açığa çıkması olarak okunmalıdır.
***
Bu seçimlerde solun ise (sonuç alma noktasında) neredeyse hiçbir varlık gösterememiş olduğu ortadadır. Kimse rakamlarla oynamaya kalkmasın. Ancak şu da bir gerçektir ki Sol üzerindeki psikolojik baskı kısmen zayıflamıştır. Toplumun %47’si artık AKP’li değildir ve AKP’ye karşı çıkanları “halk iradesine karşı çıkan darbeciler” olarak niteleyen liberal zırvaların miadı dolmuştur! AKP’nin gücü ve daha da önemlisi izlediği politik çizgi çatlamaya başlamıştır. Üstelik bu çatlakta emekçi yoksul halkın ekonomik krizin yıkımına ve hak gasplarına karşı tepkileri önemli rol oynamaktadır. Açılan bu çatlaklar sol söylem ve sol politikalarla çok daha güçlü bir biçimde büyütebilir.
Devrimcilerin halkın hakları temelinde yürüttüğü çalışmaların pek çok mahalle, ilçe ve büyük kent merkezlerinde solcusundan sağcısına adayların söyleminin, vaatlerinin, programlarının içeriğine doğrudan yansıması hak mücadeleleri çizgisinin isabetliliğine dair bir göstergedir. Hak mücadelesinin başarıya ulaştırılması şimdi çok daha mümkündür. Sözde İslami değerlerin iktidar olduktan sonra ne kadar büyük yozlaşmaya uğradığı şimdi çok daha rahat görülebilir. Seçim öncesi aylarda tüm zamanların en yüksek harcamaları eşliğinde sürdürülen sadakacılığın, teo-liberal sosyal politikanın kriz koşullarında bir sınıra dayandığı ortaya çıkmıştır. İktidarın tökezlediği bir noktada, bu kadar dinamik ve değişken bir toplumsal yapı, her ‘an’ başka biçimlere dönüşebilir. Üstelik henüz AKP’nin ve uyguladığı politikaların sistem içinde bile güçlü bir muhalefeti yoktur. Bu durum, devrimcilerin öne çıkması için önemli bir fırsattır. 1 Mayıs’a giden süreç bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Nesnel durum zor ama gerçekleştirilebilir olanaklar sunmaktadır. Biriktirdiklerimizle yürümek, yürüdüklerimizle büyümek gereklidir. Bakın 1 Mayıs geldi bile…