29 Mart seçimlerinden çıkarılabilecek en genel sonuç, 12 Eylül’ün cuntacı generallerinin Türkiye’nin sağcılaştırılması projelerinin başarıya ulaştığıdır. AKP, MHP, SP, DP ve BBP toplam oyların yaklaşık olarak yüzde 70’ini almış durumdadır. Dolayısıyla yüzde 70’i milliyetçi-muhafazakâr olan bir toplumda yaşadığımızı söylemekte bir sakınca bulunmamaktadır. Peki, hal böyleyken ve sosyalist solun aldığı oy da ortadayken “Türkiye hala mümkün” […]
29 Mart seçimlerinden çıkarılabilecek en genel sonuç, 12 Eylül’ün cuntacı generallerinin Türkiye’nin sağcılaştırılması projelerinin başarıya ulaştığıdır. AKP, MHP, SP, DP ve BBP toplam oyların yaklaşık olarak yüzde 70’ini almış durumdadır. Dolayısıyla yüzde 70’i milliyetçi-muhafazakâr olan bir toplumda yaşadığımızı söylemekte bir sakınca bulunmamaktadır.
Peki, hal böyleyken ve sosyalist solun aldığı oy da ortadayken “Türkiye hala mümkün” demek mümkün müdür?
Bu sorunun yanıtı kesinlikle evettir; çünkü AKP ağır bir yenilgi almış durumdadır. Sadece oy kaybı anlamında değil, bir projenin hayata geçirilmesi anlamında da AKP yenilmiştir. 3 Kasım 2002 seçimlerinde siyasal ve ekonomik krizin tam ortasında yüzde 34,4 oy alan bir parti, aradan geçen yedi yılın ardından, kendi sermayesini ve kendi medyasını yaratmasına, devletin bütün imkânlarını kullanmasına, bürokrasi içerisindeki devasa kadrolaşmasına, yerel yönetimleri ele geçirmesine, dağıtılan onca sadakaya, yapılan yardımlara ve yoğun tarikat desteğine rağmen, bugün yüzde 39 seviyesindedir. Yani mevcut oylarına yedi yılda ancak beş puan ekleyebilmiştir. Açıkça söyleyebiliriz: Türkiye’nin dönüştürülmesi projesi umulan hızda başarıya ulaşmamış ve üstelik 29 Mart günü tökezlemiştir.
Sadece bu da değil. Trakya bölgesini ve Ege sahil şeridini, tasfiye etmek istediği cumhuriyete sahip çıkan kitlelerin CHP’ye verdiği oylarla ve Kürt illerini de tasfiye etmek istediği Kürt hareketine sahip çıkan kitlelerin DTP’ye verdiği oylarla yitirmiş durumdadır. Sahil kentleri, Türkiye’nin muhafazakârlaştırılmasına cumhuriyetçi saiklerle bir set çekerken; Kürt halkı, ABD menşeli Barzani-Gülen çözümüne cevaz vermeyeceğini açık bir şekilde deklare etmiştir. Her iki kesim de AKP’nin hegemonya projesine güçlü bir direnç oluşturmayı başarmış durumdadır. İzmir, cumhuriyetçilerin kalesi ve Diyarbakır, Kürt hareketinin kalesi, düşürülememiştir. Antalya ve Van ise AKP’den alınmıştır.
Üstelik bu yenilgiye, iç Ege’de MHP’ye kaptırılan kentler, Karadeniz sahil şeridinde kaybedilen belediyeler ve elbette ki İstanbul ve Ankara’daki oy kayıpları da eklenmelidir. Dolayısıyla AKP, milliyetçi-muhafazakârlığın oy deposu olagelmiş Anadolu’nun iç bölgelerine hapsolmuş durumdadır.
Ege’deki ve Kürt illerindeki direncin sadece ve sadece kültürel ya da kimliğe ilişkin kaygılar üzerinden şekillendiğini düşünmek yanlış olacaktır. Her iki bölgede de belirleyici olanın, emeğiyle geçimini sağlayan ve hızla yoksullaşan kitlelerin oyları olduğunu düşünmemizde bir sakınca bulunmamaktadır. Baskın görünen kimlik politikalarının üstü kazındığında “kendiliğinden” nitelikli bir sınıf bilincinin izleri ile karşılaşacağımız açıktır. Aynı sınıf bilinci, “Anadolu Kaplanları” tabir edilen Müslüman sermayenin yoğun olarak bulunduğu illerde AKP’nin yitirdiği oylara bakarak da görülebilir. Buralarda emekçi yığınlar adeta “bilinçdışı” bir şekilde AKP’den uzaklaşmış ve diğer sağ partilere yönelmişlerdir.
Ege sahil şeridindeki, Trakya bölgesindeki, Kürt illerindeki ve hatta sanayileşmiş Anadolu kentleri ile iç Ege’deki kitleler, potansiyel olarak soldadırlar. Bir kısmı bilinçli ve de bir kısmı bilinçsiz bir şekilde, liberal-muhafazakâr hegemonya projesinin dışında durmayı tercih etmişlerdir ve daha solda, daha sınıfsal bir siyasete dâhil olmaları/dâhil edilmeleri mümkündür. Mesele, hem söz konusu kitlelerin kendilerini bir sınıf olarak kurup kuramayacaklarına hem de kimliğin sınıfla kurulacak olan bağlantısına ilişkindir; bu, Türk ve Kürt milliyetçiliklerinin aşılıp aşılamayacağını da gösterecektir.
Sol açısından ise esas belirleyici bu kitlelerle sağlıklı bir ilişki kurup kuramaması olacaktır ve bu ilişki, “cumhuriyet” diyen kitlelerle “demokratik cumhuriyet” diyen kitlelerin bir araya gelip gelemeyeceklerini, sınıfsal bir ittifak kurup kuramayacaklarını da belirleyecektir. Sol, böylesi bir ittifakı tesis edebilmek için, emekçi karakterli bir yurttaşlık ve emekçilerin birliği anlamındaki bir yurtseverlik tanımı üzerine temellendirilmiş yeni bir cumhuriyet projesini ortaya koymak zorundadır. “Ülkenin iki yakası” ancak bu şekilde bir araya gelebilecektir. Bu, hem ülkenin hem de solun varlığını devam ettirmesi için bir zorunluluktur.