28 Şubat 1997 üzerinden on yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen “postmodern darbe”nin izleri güncel siyasete etki etmeye devam ediyor. Türkiye’yi 28 Şubat’a götüren zahiri gelişmeleri hemen hepimiz hatırlıyoruz. Refah Partisi Fatih ilçe teşkilatının düzenlediği olaylı “Fetih Gecesi”ni, mahkeme salonuna sarık ve cübbeleri ile giren Aczimendileri, Sultanbeyli’deki Atatürk heykelini ve yol açtığı tartışmayı, Erbakan’ın başbakanlık […]
28 Şubat 1997 üzerinden on yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen “postmodern darbe”nin izleri güncel siyasete etki etmeye devam ediyor. Türkiye’yi 28 Şubat’a götüren zahiri gelişmeleri hemen hepimiz hatırlıyoruz. Refah Partisi Fatih ilçe teşkilatının düzenlediği olaylı “Fetih Gecesi”ni, mahkeme salonuna sarık ve cübbeleri ile giren Aczimendileri, Sultanbeyli’deki Atatürk heykelini ve yol açtığı tartışmayı, Erbakan’ın başbakanlık konutunda tarikat ve cemaat liderlerine verdiği iftarı, Sincan’daki “Kudüs Gecesi”ni, ‘kamuda türban’, Taksim’de cami polemiklerini ve daha nicesini… Neticede Refah-Yol iktidarına 28 Şubat’taki MGK toplantısı ile göz dağı verilmesi ve 18 maddelik ‘irticaya karşı önlem paketi’nin “tavsiye edilmesi” ile sonuçlanan gelişmeler, bizzat 28 Şubat’ın asker aktörlerinin ağzından “postmodern darbe” olarak nitelenmişti. Siyasi yaşam, bir kez daha askerlerin açık müdahalesi ile karşılaşmış; 28 Şubat sonrasını da kapsayan bir dizi baskı mekanizması medyanın ve politik aktörlerin bir bölümünün de desteği ile hayata geçirilmişti.
28 Şubat’ı takip eden yıllarda geriye bakıp görece daha soğukkanlı ve isabetli yorumlar yapılabildi. 28 Şubat öncesinde ortaya dökülen bir dizi olayın ‘düzmece’, en hafif deyimle ise ‘abartılı’ olduğu keşfedildi. 28 Şubat’ın aktörleri arasındaki ilişkiler, sivil-asker arasındaki cepheleşmelerin içyüzü, medya bağlantıları deşifre edildi. Elbette 28 Şubat sürecinde gerçekleşen ve basına yansıyan her çarpıcı iddia, tamamen asılsız değildi. İktidarın özellikle de koalisyonun Refah Partisi tarafının ciddi hataları söz konusuydu. Bilhassa Susurluk skandalının patlak vermesinden sonra hükümetin tavrı, koalisyon sözcülerinin gafları, tabana şirin görünme adına sergiledikleri gerginlik politikaları, basın üzerinde tahakküm kurma girişimleri ve tüm bunların yol açtığı kısır siyaset yadsınamazdı. Ancak meselenin sunulma tarzının, olası bir askeri müdahaleyi ya da müdahale olur beklentisini (veyahut korkusunu) kışkırtacak bir üslupla tezgahlandığı da açıktı. Bugün gelinen yerde darbe çığırtkanlarının ne denli vahim sonuçlar doğuracak hatalara imza attığı daha net görülmekte.
28 Şubat’ı bugün yeniden gündemde tutan en önemli nedenlerden biri şüphesiz 28 Şubat öncesi ile bugün arasında güçlü bir benzerlik kurma eğiliminin varlığı. Böyle bir eğilim oluşmasının temel dinamiği malum, Milli Görüş ekolünden gelen (fakat gömlek değiştirdiğini iddia eden) bir partinin 2002’den bu yana tek başına hükümet etmesi. Benzerlik kurmaya yönelik eğilimin iki ayrı politik kulvarı söz konusu. 28 Şubat’ı tasvip edenlerin, alkışlayanların oluşturduğu kanat, AKP’nin de Refah-Yol gibi rejimin esasları özellikle de laiklik ile “kavgalı” olduğu, onlar gibi “sivil bir darbe” peşinde koştuğu fakat izledikleri “taktik” nedeni ile seleflerinden daha da “tehlikeli” oldukları savını tekrarlıyor. AKP’nin hem merkez teşkilatının hem de yerel örgütlenmelerinin bazı eylem ve demeçlerinin özetlenen tezin değirmenine su taşıdığı da yadsınamaz. Partinin otoriter hükümet etme tarzı ve ‘yandaş siyaseti’ üzerinde ısrarcı olması ise bir başka sorun. Bu durumda 28 Şubat’a sempati ile bakanlar için ‘çözüm’ün endekslendiği merci aşikâr. Ordu, sivil toplumun desteği ile tıpkı 28 Şubat’ta olduğu gibi, hükümete açık “tavsiye” ve “telkin” de bulunarak derhal çekilmesini sağlamalı. Böylece halkın sandıkta “yapamadığını” gerçekleştirmeli. Eğilimin ikinci cenahı da tam da bu çeşit bir gidişattan endişeli. Hükümet aleyhinde basın da çıkan tüm haberleri ve niyet okumaları da 28 Şubat öncesinin kimi uydurma haberlerine ve çabalarına benzetmekteler. Kamuoyunda iktidarın rejim muhalifi olduğuna dair bir kanaatin güçlenmesinin ve bu sayede oluşan sosyo-psikolojik ortamın anti-demokratik bir sürece meşruiyet kazandırmasından endişeliler. Unutmayalım ki, cumhurbaşkanlığı seçiminde ve 2007 genel seçimleri öncesinde yaşananlar, bu endişelerin vehimden öte anlamlı olduğunu kanıtlar gibiydi.
Peki gerçekten 28 Şubat öncesi ile aynı zeminde mi politika biçimleniyor? Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki; siyasal kültür, dünyanın hiçbir yerinde öyle bir on yılda değişebilecek kadar esnek bir yapı değil. Elbette hegemonya mücadelesi veren taraflar, geçmişten kalma alışkanlıklarına ve metotlara kimi zaman başvurabilir. Ancak yine de 28 Şubat öncesinden oldukça farklı bir konjonktürde yaşıyoruz. Her şeyden önce ideolojik hegemonya mücadelesinde artık ‘ezik’ ya da ‘acemi’ olan bir sivil iktidardan bahsetmek mümkün değil. İktidarın kurduğu (dış dünya dahil) ittifak ilişkileri de Refah Partisinden ve Refah-Yol koalisyonundan oldukça farklı. Refah-Yol hükümeti, entelektüel anlamda AKP’nin (tüm otoriter tutumuna rağmen) sahip olduğu liberal hatta bir ölçüde sol-liberal desteğe hiçbir zaman sahip olamamıştı. Ayrıca ‘alternatif’ haber/yorum üreten odaklar, hükümet yanlısı sivil toplum ve medya kuruluşları, ekonomik ağlar da 28 Şubat öncesiyle karşılaştırılmayacak kadar çeşitlenmiş vaziyette. Kemalist bloğun eli ise eskisine oranla daha zayıflamış görünmekte. En azından ciddi bir itibar kaybı gözlemlenmekte. Köşeye sıkışmış bir tuh halinin sosyo-politik debelenmeleri söz konusu. Silahlı Kuvvetlerin iç dengesi ve siyasete müdahale etme yöntemi de 28 Şubat öncesinden farklıymış izlenimi veriyor. Bahsi geçen farklılıklara mevcut cumhurbaşkanının (ki 28 Şubat sürecinde Refah-Yol hükümetinin devlet bakanıydı) konumunu da eklemek gerek elbette. Nihayetinde bütün bu manzaraya bakıp bugünü 28 Şubat öncesi ile benzeştirme eğilimine mesafeli yaklaşmalı. Tüm bu tespitlere dikkate alıp demokratikleşme konusunda umutlu olunabilir mi diye sorulursa onun da cevabı maalesef çok iç açıcı değil. Zira mevcut kompozisyon, büyük ölçüde aktörlerin yerlerinin -o da kısmen- değiştiği bir duruma referans veriyor ki bu tek başına demokratikleşme, emeğe saygı ve daha fazla özgürlük için yeterli değil. Eleştiriye tahammül edemeyen, muhalife söz hakkı tanımayan, otoriter ve baskıcı siyaset yapma üslubu ile hesaplaşmadıkça da olası görülmüyor.