Geçtiğimiz günlerde Halkın Sesi ve Sendika.Org yazarı Mustafa Eberliköse’nin “Direnme eğilimlerinden sınıf hareketine sendikalar” isimli bir yazısı yayınlandı. Mustafa arkadaş yazısında işçileştirme sürecinin toplumsal yaşantıda yarattığı yıkıma değiniyor ve bu yıkıma karşı bireysel tepkilerin veya sosyal çürüme vakalarının oluştuğuna dikkat çekiyor. Haklı olarak da sendikaların işçi sınıfının haklarını korumakta pasif kaldığını ve DİSK’e bile reformist […]
Geçtiğimiz günlerde Halkın Sesi ve Sendika.Org yazarı Mustafa Eberliköse’nin “Direnme eğilimlerinden sınıf hareketine sendikalar” isimli bir yazısı yayınlandı. Mustafa arkadaş yazısında işçileştirme sürecinin toplumsal yaşantıda yarattığı yıkıma değiniyor ve bu yıkıma karşı bireysel tepkilerin veya sosyal çürüme vakalarının oluştuğuna dikkat çekiyor. Haklı olarak da sendikaların işçi sınıfının haklarını korumakta pasif kaldığını ve DİSK’e bile reformist anlayışların egemen olduğunu dile getiriyor. Mustafa arkadaşın kaygılarını ve gözlemlerini “genel olarak” paylaşıyorum. Ancak bunları dile getirdikten sonra çok temel bir yanlışa düşüyor: “Sınıf bilincini oluşturabilmenin en etkili aracı sendikadır”, “Sendikal anlayış kendiliğinden oluşan direnme eğilimlerini yeşerterek işçi sınıfının tarihsel ve sınıfsal çıkarlarını da arkasına alarak politik bir sınıf hareketine dönüştürme yeteneğine sahip olmalıdır” gibi değerlendirmelerde bulunuyor. Bu saptaması yazısında ifade ettiği bireysel ve yerel tepkilerin sınıf hareketine dönüşmesinin merkezi düşüncesini oluşturuyor.
Burada sendikanın “işçi sınıfının kendinde bilincinin, ekonomik-demokratik hareketinin” bir aracı olduğu saptamasını hatırlatmak gerekiyor. 18. ve 19. yüzyılda Batı Avrupa merkezli gerçekleşen işçileştirme dalgasına karşı birçok tepki hareketi gelişmişti. Sanayi proletaryasının işçi sınıfının bütünü içinde belirleyici rolü ortaya çıktıktan sonra “sendika”, işçi sınıfının en geniş kitle örgütü oldu. “Sendika” işçi sınıfının kendiliğinden-sendikacılık bilincinin, ekonomik-demokratik mücadelesinin en genel aracı haline geldi. (Bir anekdot olarak belirtmeliyim ki kendiliğinden bilinç tarihsel olarak tek ifadesini sendikalarda bulmamıştır. 19. yüzyılın başındaki ilk işçi örgütleri veya 20. yüzyıldaki “Sovyet”, “konsey” gibi örnekler de işçi sınıfının kendiliğinden bilincinin ifadeleridir.)
Bu noktada Manifesto’daki tarihsel talep, yani “sermayenin ve devletin tüm kesimlerinden ayrı bağımsız bir işçi partisi” kurulması talebi önemliydi.
İşçilerin kendisi için bilincini, politik iktidar mücadelesini ifade eden en temel aracı “işçi partisi”dir. Çünkü işçilerin devlete ve sermayeye karşı mücadele etmesi yeterli değildir. İşçilerin “sınıf” olabilmesi için “sosyalist sınıf bilinci”ne sahip olmaları lazımdır.
Özet olarak işçi sınıfının kendinde bilinci ile kendisi için bilincini ve mücadele araçlarını birbirine karıştırmamak gerekmektedir.
Mustafa arkadaşın yazısına ikinci itirazım ise sendikal anlayışa dair bir netlik belirtmemesidir. DİSK’e “genel grev” önermesinden geleneksel sendikacılığı ve mücadele biçimlerini benimsediği izlenimine kapılıyorum (?) Bu noktada bölgesel örgütlenme, halk grevi, doğrudan eylem gibi konularda ne düşündüğünü belirtmesi gerekmektedir. Çünkü 20 milyon civarında işçinin bulunduğu ülkemizde geleneksel sendikal anlayışta örgütlü 2 milyona yakın işçi bulunmaktadır. Ki bu işçilerinde birkaç yüz bini toplu sözleşme ve grev hakkına sahip bulunmaktadır. DİSK’in etki gücü bu noktada çok sınırlıdır. DİSK’in genel grev çağrısı yapması “çok güçlü bir silaha” sahip olduğu anlamına mı gelmektedir?