Mahsun Kırmızıgül’ün yazıp yönettiği Güneşi Gördüm filminin Ankara’daki galasına birçok bakan ve üst düzey bürokrat katılmış. (Emniyet Genel Müdürü’nden YÖK başkanına, TRT Genel Müdürü’ne kadar.) Başbakan, Deniz Baykal ve birçok bakan ön gösterime kutlama telgrafları göndermiş. Cemil Çiçek, Ertuğrul Günay gözyaşlarını tutamamışlar. Filmin sonunda seyirciler oyuncuları gözyaşları ile birlikte ayakta alkışlamışlar. Gel de bu filme […]
Mahsun Kırmızıgül’ün yazıp yönettiği Güneşi Gördüm filminin Ankara’daki galasına birçok bakan ve üst düzey bürokrat katılmış. (Emniyet Genel Müdürü’nden YÖK başkanına, TRT Genel Müdürü’ne kadar.) Başbakan, Deniz Baykal ve birçok bakan ön gösterime kutlama telgrafları göndermiş. Cemil Çiçek, Ertuğrul Günay gözyaşlarını tutamamışlar. Filmin sonunda seyirciler oyuncuları gözyaşları ile birlikte ayakta alkışlamışlar. Gel de bu filme git. Ya da gitme. Ancak gerek görsel gerek basılı medyada bu kadar çok övülülen bu filmi izlemek de farz oldu.
Film, ülkenin doğusunda neredeyse 30 yıldır sürmekte olan iç savaş ve bu savaş nedeniyle köylerinden, mezralarından göç eden insanların dramlarını konu almış. Filmde birbirine akraba iki ailenin yaşamı anlatılıyor. Birinci ailenin babaları aynı zamanda muhtardır; oğullarından birisi dağdadır, birisi askerdir, bir diğeri de mayına basmış, bacağını yitirmiştir. Diğer ailenin üç oğlundan en büyüğü bir erkek çocuğunun olmamasından muzdariptir, en küçüğü eşcinsel eğilimlidir, ortanca da daha çok eşcinsel eğilimli kardeşi ile ilgilidir; onu şiddetle yola getirmeye çalışmaktadır.
Birgün dağdaki oğul çıkagelir. Baba ve anne Serhat’a dağa tekrar gitmemesi için yalvardıklarında o şöyle der: “Ben sizin için dağdayım, sizin için savaşıyorum.” Serhat’ın söylediklerinin içi boş görünür. Onların okulsuzluklarından ve savaştan rahatsızlığından başka bir sorunları görünmez filmde. Niçin “onlar için” dağda olduğunu anlatan hiçbir işaret verilmemektedir. İşte bu yüzden de film, Kürt sorununa değil parmak basmak, yanına bile yaklaşamamaktadır.
Kameralar önce 12 Eylül’deki Diyarbakır hapishanesine çevrilip orada yaşanan vahşeti gösterseydi, Serhat’ın tanınmayan yüzüyle hapishaneden nasıl kaçtığını görüntüleseydi, neden dağda olduğunu anlayabilirdik. Mezrada daha önce yapılan insanlık dışı manzaralara tanık olsaydık, mesela gecenin ortasında bir tim mezrayı bassa, tüm köylüyü meydana doldursa, yediden yetmişe tüm erkekleri çırıl çıplak soysa, dayaktan geçirse, kadınlarının önünde süründürse, etrafı ateşe verse, eve sürünerek dönebilen Serhat kimseye görünmeden bahçede toprağın altında sakladığı silahını alıp, hiç ardına bakmadan dağlara doğru yürüseydi, o zaman neden dağda olduğunu anlayabilir ve film “Kürt sorununa parmak bastı” diyebilirdik. İşte tam o zaman anlayabilirdik, dere kenarına oğlunun ölüsünü teşhis etmeye giden babanın, annenin onun parçalanmış yüzünü gördüklerinde yaşadıklarını, duyduklarını. Filmdeki haliyle Serhat öylece, salt asker öldürmek için dağa çıkmışa benziyor. Zaten sahneye çıkmasıyla kaybolması bir oluyor. Aynı şekilde orada, Serhat’larla savaşırken ölen askerlerin Serhat’la kesişen bir öyküleri olmalıydı. O askerlerin ailelerinin acılı yüzlerini görebildik birkaç saniye.
Bugün Diyarbakır Cezaevinde yeni vahşetler yaşanmıyor, mezralar basılmıyorsa bunun altında başta Kürtler olmak üzere toplumca ödediğimiz bedel yatmaktadır. Bu sonuç ülkeyi yönetenlerin ayaklarının suya ermesinden değil, Kürt halkının çoluk çocuk örgütlenerek ‘yeter artık!’ diye mücadele etmesindendir. Bu filmde o mücadeleleri görmüyoruz; ama filmin bu haliyle çekilebilmesi bile o mücadelelerin bir ürünü.
Kürt sorununa şöyle yandan bakarak geçen film toplumsal gerçeklerimizin üstüne ne güzel bir şal örtmüş. Günümüzde sağlık güvencesi olan insanlar devlet hastanelerinde sürünürlerken, güvencesiz insanlar hastaneden hastaneye pas edilirken öldükleri halde doğudan gelmiş, parasız pulsuz bir Kürt kadını pahalı, beş yıldızlı özel hastanedeymişçesine bakım ve ilgi görüyor. Aile çocuklarına bakmakta yetersiz kaldığı için devlet, onları ailesinin elinden zorla alıyor, yetiştirme yurtlarına yerleştiriyor. Yurtlar pırıl pırıl, görevliler müşfik. Aklıma sokaklarda korumasız, çöplerden yiyecek toplayarak yaşayan çocukları, yetiştirme yurtlarındaki işkenceleri, tecavüzleri ve diğer skandallar geliyor. Ya film gerçekleri çarpıtıyordu ya da ben yanlış biliyordum.
Biz bir devlet babayı bilirdik garibin, fakirin, emekçinin, ayrı din ve ırktan olanın ensesinde boza pişiren, meğer bir de devlet anamız varmış; garibi, kimsesi koruyup kollayan bizim hiç tanık olmadığımız. Köyüne geri dönen Mahsun böyle bir teşekkür mektubu yazıyor çocuklarının kaldığı yetiştirme yurdu müdiresine.
Kürt sorununa, toplumsal sorunlara resmi söylem doğrultusunda popülist bir yaklaşımdır söz konusu olan. Tüm bakanların, üst bürokratların, çoğu medyanın film ayakta alkışlamasının nedeni budur.
Filmde çok konu ve çok acı var. Konu çokluğu filmi esas konudan uzaklaştırmış. Acı ise o anda duyulan, filmden çıkınca bir daha duyulmayacak olan bir duyguya dönüşmüş. Filmin, Kürt sorununa ve genel toplumsal sorunlarımıza bir bakış fırlattığını var saysak bile bu, onca acılı sosun içinde kaybolup gidiyor. Berthold Brecht’in oyunlarında yabancılaştırma efekti diye bir teknik kullanılır. Bu teknikte bir şekilde oyuncu ile oyun arasına bir mesafe konur. Seyirci kendisini oyuna kaptırarak oyundakilerle özdeşleşmesin, duygulaşmasın, olayları uzaktan, akılcı bir şekilde gözlemlesin, diye. Öyle ki iyice duygusallaşan, gözü yaşarak olayı izleyen seyirciye bir yerde öyle bir tokat atılır ki, seyirci kendine gelir, oyunu duygularıyla değil, aklıyla izlemeye başlar. Bu film tam tersini uygulamış. Acı çekmekten izleyicilerin bir türlü aklı başına gelmiyor. Bir bebeği çamaşır makinesine attırıp öldürtecek kadar abartılmış acı. Acı çekenleri anlatmak zor olmasa gerek. Bu filmde bunca acıyı yaşatan kimse yok ortalıkta. Madalyonun öteki yüzü eksik yani.
Film, bizim her gün medyada okuduğumuz ya da izlediğimiz kareleri birbiri ile ilişkilendirerek önümüze bilindik bir sergi açmış gene de. Bu açından, anlatılarla uzaktan yakından ilgisi olmayanlar için bir başlangıç olabilir sadece.
Ama ben filmde güneşi pek göremedim. Filmin sonlarında abisinin vurduğu eşcinsel kardeş ölürken yüzüne güneş doğuyor. O benzetme bile kötüydü; zira güneş ölümün değil, yaşamın üzerine doğar ya da güneşle yaşam değil, ölüm son bulur. Eğer film bize güneşi gösterebilseydi, kardelenler karı delerek başını güneşe doğru uzatacak, köstebekler de kaçacak delik arayacaklardı.
Kuşkusuz eleştirilerime karşı ‘film bir sanat eseridir, sanatçının senin gibi düşünmemesini eleştiremezsin’ denilebilinir. Tabii, film için “Kürt sorununa, toplumsal sorunlara cesurca parmak basıyor” demezlerse…
Derlerse, eleştirmek hem hakkım hem görevim olur.