Yükseköğretim sistemi ve “finansmanı” konusundaki liberal önerilerin gerekçelerinde yaşanan değişimin farkında mısınız? Yaşanan değişim en çok, Yusuf Ziya Özcan henüz YÖK Başkanı olarak atanmışken dile getirdiği kamu üniversitelerini paralı yapma önerisi üzerine Murat Belge’nin “YÖK Başkanı ve Paralı Öğrenim” (Radikal 12/01/2008), Taha Akyol’un “Paralı Üniversite Sorunu” Baskın Oran’ın “Bedava Üniversite Ezberi” (Radikal İki, 13/01/2008) yazıları […]
Yükseköğretim sistemi ve “finansmanı” konusundaki liberal önerilerin gerekçelerinde yaşanan değişimin farkında mısınız? Yaşanan değişim en çok, Yusuf Ziya Özcan henüz YÖK Başkanı olarak atanmışken dile getirdiği kamu üniversitelerini paralı yapma önerisi üzerine Murat Belge’nin “YÖK Başkanı ve Paralı Öğrenim” (Radikal 12/01/2008), Taha Akyol’un “Paralı Üniversite Sorunu” Baskın Oran’ın “Bedava Üniversite Ezberi” (Radikal İki, 13/01/2008) yazıları ile gözle görünür hale geldi. 2008’in Mayıs’ında Güler Sabancı, Washington’daki 4. Sakıp Sabancı Konferansı’nda üç yazının ortalamasını alarak açık konuştu. Şubat 2009’da ise Fatih Türkmen’in “Yükseköğretim Sistemi İçin Bir Finansman Modeli Önerisi” başlıklı daha “ciddi” (içinde sayısal verilerin de bulunması anlamında) ve daha “kurumsal” (bağlayıcı olmasa da, hazırlayanın DPT uzmanı olması anlamında) çalışması yayımlandı. Anılan isimlerin liberal önerilerdeki değişimi işaret eden ortak noktaları; hepsinde de “paralı” ya da “finansmanı bireyler/ hanehalkları tarafından karşılanan” eğitimin “eşitlik” adına savunulmasıdır. Bunun önemli ve göğüslenmesi gereken bir argüman olduğunu düşünüyorum. Bu yazıya konu olan gerekçe değişimi işte budur.
*
Öncelikle yukarıdaki isimlerin gazetedeki yazılarının can alıcı kısımlarını anımsayalım.
Murat Belge:
“Öğretim, hele iyisi, niteliklisi, pahalı bir şeydir. ‘Öğretimi üstlensin’ dediğimiz devlet, bu yüksek niteliğin gerektirdiği harcamayı yapacak durumda mı? İmkânları yeterli mi, bakış açısı doğru mu?
‘İmkânları’ nasıl yeterli olur? Elbette ki öncelikle gelirlerinin yüksek olmasıyla.
Bu nasıl sağlanır? Elbette ki uygun bir vergi politikasıyla.
Gittikçe artan sayıda insana, gittikçe yükselen nitelikte bir eğitim-öğretim vermek için, bütçenizin, gelirinizin büyük bir kısmını bu işe ayıracaksınız. Burada hemen, pratik olduğu kadar ‘etik’ tarafı da olan bir sorunla karşılaşıyorsunuz: şu anda Türkiye’de nüfusun kaçta kaçı yükseköğrenim görüyor? Bu oran ne kadar süre içinde şimdikinin iki, üç, dört katına çıkabilir?
Şimdiki oran dünya ortalamalarının (gelişkin toplumları kastediyorum tabii) epeyce altında ve bunun kısa sürede değişeceği yok.
Öyleyse, ‘eğitim paralı olmalı’ diye konuşan bir öğrenci veya öğrenci adayı ne demiş oluyor? ‘Benim eğitimimin masrafını toplum karşılasın’ demiş oluyor. Hangi toplum, yani kimler?
Doğal olarak, kendi üniversiteye gitmemiş, çocuğunu gönderememiş, torununun gideceğini de düşünmeyen ortalama Türkiye yurttaşı- büyük çoğunluk.
‘Etik’ dediğim konu da bu.
Sonuç olarak, sistem böyle işliyor. Üniversiteye girmek, sınavı geçmek, yüksek puan tutturarak iyi yere girmek, ‘ucuz’ bir şey değil. Bunu karşılayabilen ailelerin çocukları o iyi yerlere de giriyor- ve sonra ‘parasız’ okuyor.”
Taha Akyol:
“Üniversite öğretimi parasız olduğu zaman, sadece mali gücü yetersiz öğrenciler değil, varlıklı öğrenciler ile, ileride zengin olacak öğrenciler de “parasız” okumuş oluyor.
Halbuki devlet üniversiteleri de paralı ve burslu hale getirildiğinde hem yoksul ile zengin arasında fırsat eşitliği sağlanacak, hem varlıklı öğrenciler aldıkları öğretim hizmetinin bedelini ödeyerek üniversiteye mali katkıda bulunacaktır.
Bugün bursla okuyacak bir öğrenci yarın zengin olduğunda, neden yeni gençlere burs kaynağı yaratmak üzere, üniversiteye mali katkıda bulunmasın?”
Baskın Oran:
“Niye paralı ve tahsisli?
Çünkü şu anda zaten okuyamayan yoksul ve yetenekli aile çocuğu gücü olanların ödediği ile okuyabilecek. Dört yıl kızım için ödemediğim parayla kim bilir kaç yetenekli ve yoksul öğrenci okurdu.
Çünkü, bursunun kesilmesini veya borcunun artmasını istemeyen öğrenci dersine çalışacak ve üniversitenin kıymetini bilecek.
Çünkü, itiraf edelim: Bugün çocukların ciddi bir oranı ÖSYM’ye kafasındaki mesleği edinmek için değil, o vahim “Şimdi ne yapıyorsun” sorusuna “Okuyorum!” diyebilmek için giriyor. Aileler de “Üniversiteye gidiyor teyzesi, maşallah!” diyebilmek istiyor. Bu “mahalle baskısı” altındaki öğrenciler yüksek meslek okullarına gidince diğerleri daha iyi eğitim görecek.
Çünkü, ihtiyaç duyulan dalların bursunu yüksek tutmak yöntemiyle diplomalı işsiz sayısı azaltılabilecek.
Çünkü, haberiniz olsun, bu maaş farkı varken yakında kamu üniversitelerinde bir avuç değerli idealist ve bir sürü yeteneksiz dışında kimse kalmayacak. Herkes özel üniversitelere kaçıyor. Tahsis prensibi sayesinde öğrenciler gibi hocaların da eline daha fazla para geçecek ve bu kanama duracak. Bedava kalsın derken üniversite kalmıyor yâ hû!”
Güler Sabancı:
“4’üncüsü düzenlenen Sakıp Sabancı Konferansı’na Washington’da ev sahipliği yapan Sabancı Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Güler Sabancı Türkiye’de yüksek öğrenimin ücretli olması gerektiğini söyledi. Amerika’nın Sesi’nin sorularını yanıtlayan Sabancı Türkiye’nin bütçesinin çok önemli bir bölümünün eğitime ayrıldığını ancak bu bütçenin etkin bir şekilde kullanılamadığını belirtti.
Yüksek öğrenim bir kişiye en çok katma değer katan eğitimdir. Dolayısıyla bedava olması düşünülemez. Mutlaka bunun bir karşılığı bir bedeli olmalı’ diye konuşan Sabancı Amerika’da olduğu gibi Türkiye’de de ihtiyacı olan gençlere burs ya da kredi verilmesi gerektiğini söyledi.
Eğitimin bu haliyle Türk ekonomisine daha büyük yük olduğunu söyleyen Sabancı bazı çevrelerin paralı eğitimi, eğitim eşitsizliği olarak yorumladığına dikkat çekti.”
Burada anılan yazılara, kamusal perspektif taşıyan muhtelif yanıtlar verildi. Eksik kalansa, bu yeni “eşitlik” iddiasına verilecek yanıttı.
*
Şimdi, gazete haberlerinde öğrencileri kızdıracağı ifade edilen DPT Uzmanı’nın finansman modeli önerisinde; aynı iddia, neredeyse aynı kelimelerle tekrar dile getiriliyor. Belli ki, önümüzdeki dönemin yeni argümanı bu olacak, öyleyse ne deniyor bir kez daha bakalım:
“Yükseköğretimin finansmanında bu eğitimden yararlananların paylarının artırılması yönündeki görüşlere yönelik en temel eleştiri öğrenim ücretlerinin artırılmasının ödeme gücü olmayanlar için eşitsizlik yaratacağı ve eğitime eşit erişim imkanlarından mahrum kalacakları varsayımıdır. Ancak pek çok ülke verileri kullanılarak yapılan ampirik çalışmalar ise bu durumun tam tersini ortaya koymaktadır.
Öncelikle eğitimin bireysel geri dönüş oranlarının yüksekliği (farklı ülkeler ve kademeler için değişen oranlarda da olsa) artık bilinen bir gerçektir. Örneğin 2005 OECD verilerine göre, Türkiye’de yükseköğretim mezunu bir çalışan lise mezunu bir çalışandan ortalama %49 daha fazla bir gelire sahip olmaktadır.
Daha az bilinen bir başka gerçek ise yükseköğretim gören öğrencilerin ve ailelerin ortalama olarak daha üst gelir gruplarına ve sosyo-ekonomik statülere sahip olmalarıdır.
…
Yani bir başka ifadeyle, ortada eğitim alan kişiler açısından oldukça kârlı bir yatırım söz konusudur. Önemli oranda kamu kaynaklarından s
übvanse edilmekte olan bu yatırımlardan faydalananlar ise gelir seviyeleri açısından avantajlı konumdaki bireylerden oluşmaktadır.
Bu ise, son tahlilde, aslında kamunun (merkezi otoritenin) vergi gelirlerinin sosyo-ekonomik açıdan iyi olan ailelere ilerde çok yüksek oranlarda getirisi olacak bir hizmeti sübvanse ediyor olmasıdır.
… [E]şitlikçi bakış açısı zenginden yoksula bir gelir transferi hadeflenirken gelinen noktada yoksul kesimlerden toplumun daha üst kesimlerine bir gelir transferi yapılmaktadır” (Türkmen, 2009: 24-26).
Umuyorum ki çarpıtmanın farkındasınızdır: “Eşitlik pahasına değil; Eşitlik için paralı eğitim” deniyor artık. Üstelik yıllardır dilimizde olan ama bir türlü kabul ettiremediğimiz “üniversite kapıları emekçi çocuklarına kapatılıyor” argümanı da siper edilerek… Çalışmada şu da vurgulanıyor: “OECD çalışmasında da vurgulandığı üzere, bedava eğitim kendiliğinden eşit erişim ve daha çok okullaşma oranını beraberinde getirmemektedir” (Türkmen, 2009: 11 ve 27. İtalik vurgu özgün metinden). Çarpıcı tespitler…
Ama başka çarpıcı ve “yoksul dostu” tespitler de var. Örneğin deniyor ki, yükseköğretim mezuniyetinin kişiye getirisi, çalışma hayatına atılınca gelirinin 3’ten 10’a çıkmasıdır. Burada elde edilen fayda düşük gelir grubundan gelen öğrenci için çok daha yüksek ve anlamlıdır zira geliri 3 birim olan kişinin ekstra 1 birimden sağladığı kazanç, geliri 10 birim olan kişinin ekstra 1 birimden sağladığı kazançtan daha fazladır. Öyleyse geliri 3’ten 10’a çıkan düşük gelir grubundan gelen öğrenci yükseköğrenim görmekle elde edeceği kazanç daha fazladır (s.29-30). Buna da bir diyeceği olan yoktur herhalde… Ama bir de kriz zamanı işçiyle işverenin aynı fedakârlığı yapmaları gerektiğini önerirken bu söyledikleri gelse akıllarına…
Nihayet, bugüne değin, toplumsal muhalefetin “eşitlik”, “adalet”, “hakkaniyet” talepleri karşısında “verimlilik”, “esneklik”, “iktisadi olarak sürdürülebilirlik” iddiasını öne çıkaran YÖK’ü, DPT’si yani kendileri değilmiş gibi, vurgulu bir şekilde aslında eşitlik ile verimlilik arasında bir ikilemin olmadığının altı çiziliyor:
“İlk etapta yükseköğretimde de böyle bir tercih olduğu düşünülebilir. Yani yükseköğretimin paralı hale getirilerek verimliliğin artırılabileceği öte yandan bunun eşitlik (hakkaniyet) ilkesini zedeleyebileceği öne sürülebilir.
Ancak en sade anlatımıyla, yükseköğretimde böyle bir ikilemden (trade-off) söz etmek olası değildir. Düzgün tasarlanmış bir paralı yükseköğretim sistemi, hem verimliliği artıracak hem de eşitlik ilkesinin gözetilmesine çok ciddi ve somut katkılar sağlayacaktır” (Türkmen, 2009: 34- 35).
*
İlk olarak “dil” konusunda bir şey söylemek isterim: Gerek Türkmen’in çalışmasında gerekse yukarıdaki yazılarda “kamusal” finansmanlı üniversite “bedava”, “parasız” vb. sıfatlarla nitelenirken, bunun karşısında önerilen seçenek için “paralı” ya da “ücretli”, “fiyatlı” üniversite kavramlarını kullanmamaya dikkat ediliyor (Oran’ın hakkını yememek gerek; o açıkça “paralı üniversite” diyor ama yazının genelinden de anlıyoruz, belli ki polemik için). Örneğin Türkmen’in özenle tercih ettiği ifade “bireysel/ hane halkları tarafından finanse edilen model”… Ama yukarıdaki alıntıda da görüleceği üzere arada bir kaçıveriyor.
Yine bu dil konusundan devamla; açıkça “paralı üniversite” önerenler, Türkiye’deki mevcut sistemin “bedava” olduğu varsayımından hareket ediyorlar -ki Mustafa Kemal Coşkun “Üniversite Bedavadır Ezberi” (20/01/2008) başlıklı yanıt yazısında bu noktanın üzerinde duruyor. Haliyle, üniversite sınavlarına hazırlananlar, üniversitede okuyanlar ya da çocuklarını okutanlar gayet iyi biliyorlar ki, zaten Türkiye’de üniversite bedava değil! Türkmen 2007 yılı itibarıyla üniversite gelirlerinin yaklaşık yüzde 55,2’sini genel bütçe gelirinin, yüzde 32,2’sinin döner sermaye ve yüzde 12,6’sını diğer özel gelirler oluşturduğunu söylüyor (2009: 36). Aynı yerde, YÖK’ün 2007’de hazırladığı Yükseköğretim Stratejisi raporuna atıfla 2005 yılı verilerine göre üniversitelerin gelir kaynakları içinde bütçe payının %57, üniversite döner sermayesi payının %38, öğrenci katkı paylarının oranının ise %4 olduğu belirtiyor. Bu küçük (%4’lük) payın ödenecek harç miktarı açısından ne olduğuna baktığımızda ise başka bir manzara ile karşı karşıya kalıyoruz (Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu, 2005 Raporu: 131):
Ortalama cari maliyetin nasıl belirlendiği bir yana bırakırsak, 2005 itibariyle elli milyondan (50 TL) başlayıp, yaklaşık üç buçuk milyar (3500 TL) liraya varan harç ödemelerinden söz ediyoruz.
Ayrıca dilerseniz gelin bir de aynı rapordan (s. 122) 1990 ve 1995 yılları arasında eğitime ve yükseköğretime yapılan kamu harcamalarının değişim endeksine ilişkin şu tabloya bakalım (1990= 100 olarak alınmıştır):
Anılan süre içerisinde eğitime ve yükseköğretime yapılan kamu harcamalarında yalnızca Türkiye ve İtalya (ve tüm eğitim kurumları alındığında Finlandiya) açısından bir düşüş olduğunu görmek için “uzman” olmaya gerek yok sanırım. Üstelik Türkmen’in raporunda da 1995- 2004 yılları arasında eğitim harcamalarının reel olarak (yani oransal değil, dolayısıyla aslında nüfusa ve okullaşmaya da bağlı olarak) %90 oranında artış gösterdiği, ancak bunun içerisinde özel eğitim harcamaları da bulunduğu, aynı dönem içerisinde kamu eğitim harcamalarının oranının %96’dan %90’a gerilediği belirtilmektedir (s. 13).
Türkmen çalışmasının henüz “Giriş” bölümünde 1997-2008 yılları arasında yükseköğretim harcamalarının GSMH içindeki payının %49 arttığını belirtirken (s.2), hemen ardındaki tabloda yükseköğretimdeki öğrenci sayılarının aynı dönem için 813,000’den 1,655,000’e çıktığını yani %100 arttığını ayrıca vurgulama gereği duymuyor. Ama bakan göz görüyor. Neden sonra sayfa 14’te sanki daha 2. sayfadaki tabloyu unutmuş gibi, öğrenci sayısının 840,000’den (sanırım biraz da yuvarlayarak) 1,500,000’e çıktığını, yani %80’lik artış olduğunu iddia ediyor. Velev ki %80 olsun; alın size bir “uzmanlık” sorusu: Öğrenci sayısı %80 artarken (öğretim elemanı, yeni üniversitelerin açılması ve yeni binalar yapılması vb. meselelere hiç değinmiyorum) yüseköğretim harcamalarının GSMH içindeki payı %49 artmış ise, sizce kamusal finansman artmış mıdır, azalmış mıdır? Velhasılı kelam, Türkiye’de mevcut üniversite finansmanın zaten %50 civarında kamusal olması bir yana bu oran da giderek düşmektedir. Her şey bir anda olmuyor tabii…
Eşitlik-verimlilik ikilemi konusunda, kendilerine yalnızca “işletme verimliliği”ni esas alan yaklaşımlarla ne mevcut sistemin sürüdürülmesinden ne de gerçekleştirilecek reformlardan bir hayır gelmeyeceği de açıktır. Anımsatmak durumunda kaldığım için dahi üzülüyorum ama üniversite fabrika da değildir, işletme de değildir, şirket de değildir. Üniversite “verimliliği” hedefleyen “performans” ölçümüne dayalı kâr-zarar hesabıyla işletilmez. En azından, üniversite söz konusu olduğunda, bakkal defteri ya da parmak sayma usulü maliyet hesabı yapılamaz. Doğrusu, üniversite zaten “işletilemez”. Kamusal yarar söz konusu
olduğunda kıt kaynaklar, maliyet, kâr, girdi-çıktı vs. tarzından her türlü işletme kavramı ortadan kalkar. Devlet aygıtı anlamı dışında bir “kamu”dan söz edildiğinde (burada “kamu” kavramının Türkçe’deki kullanımının hem devleti hem halkı ifade ediyor olmasından kaynaklanan sıkıntıya dikkat çekmekle yetineyim) akıllarına “piyasa”dan başka bir şey gelmeyenler ise buradaki “kamu yararı”nı “piyasa çıkarı” diye anlarlar ve üniversite öğreniminin kendisini ya da çeşitli bileşenlerini pazarlama süreçlerine dahil etmeye çalışırlar. Ancak bu durumda artık “bilimsel bilgi”den değil, olsa olsa “meta”dan söz edilebilir. Üniversiter sistemin piyasa çıkarlarına göre örgütlendiği her durumda da zaten -öğrenim ister paralı olsun, ister olmasın- kamu zararda, üniversite ise iflastadır.
*
Paralı üniversite isteyenlerin “eşitlik” argümanları ile mücadele ederken geliştirilecek perspektife şimdiden bir katkı olması için şu hususları dile getirmeyi de gerekli görüyorum:
“Paralı üniversite” retoriğinin etrafında kurulduğu kavramsal çerçeve aldatıcı bir nitelik taşıyor zira üniversitenin paralı olmasını önerenler, -sözde- bedava olan mevcut sistemde, yoksulların ödedikleri vergilerle, aslında üniversite öğrenimi için ücret ödeyebileceklerin ücretsiz okuduklarını ileri sürüyorlar. Oysa akılda tutulması gereken şudur ki, bütçeden üniversiteye ayrılan payla, tek tek öğrenim gören öğrenciler finanse edilmiş olmazlar. Ya? Bununla bilimsel bilginin üretilmesi olanakları finanse edilmektedir -ki en azından bütçeden üniversiteye ne kadar az pay ayrıldığına da dikkat çekilmesini bekliyor insan. Zira üniversitenin tek işlevi öğretim hizmeti vermek değildir. Üniversitenin işlevi bilimsel bilgi üretmek ve yaymaktır. Öğretim kısmı yoğunlukla bu “yayma” işlevine denk düşebilir. Yoğunlukla diyorum zira aslında öğrenim görenler de bu faaliyetleri esnasında bilimsel bilgi üretimine katkıda bulunurlar. Bu yüzden vergi ödeyen yurttaşlar, zaten öğrenim görme imkanına sahip şanslı azınlığın çocukları yerine ödeme yapmış değillerdir. Aksine, kendilerinin, hatta tüm insanlığın yaşamsal olanaklarının iyileştirilebilmesi için gerekli bilimsel bilginin üretileceği koşulların hazırlanmasına katkıda bulunmaktadırlar. Paralı üniversite önerisiyle öğrenim görenlerin “bedel” ödemesini dile getirenler, yakın vadede, bilimsel bilginin üretilmesi hizmeti için de birilerinin “bedel” ödemesini önerecekler mi acaba? Burada yeri gelmişken, piyasanın gereksinim duymadığı ama kamusal fayda sağlayacak araştırma-geliştirme faaliyetlerinin de ancak “kamu üniversiteleri”nde yapılacabileceğine dikkat çekelim; hem de hiç beklenmedik bir ülkeden ABD’den verilecek bir örnekle:
“Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ekonomisinin son kırk yıldaki büyümesinin %50’si Ar-Ge’ye yapılan yatırımların sonucudur. Bu ülkedeki Ar-Ge faaliyetlerinin %73’ünün özel sektörde, % 11’inin kamu kuruluşlarında, % 16’sı ise üniversitelerde yürütülmesine karşılık, patentlerde atıfta bulunulan bilimsel literatürün yaklaşık %75’i kamu kaynaklarından finanse edilen ve büyük bölümü üniversitelerde yürütülen araştırmaların sonucudur” (Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu, 2005 Raporu: 2).
Bu “Ar-Ge”, “üniversite-sanayi işbirliği” başlıklı mesele hem çokça tartışıldığı hem de özel olarak bu yazının konusunu oluşturmadığı için şimdilik kenara bırakılabilir.
İleri sürülebileceğinin aksine, yukarıda dile getirilen türden kamusal çıkar vurgulu saptamalar, üniversite öğrenimi görme hakkının, tek tek bireyler tarafından kullanılan kamusal bir hak olması niteliği ile de çelişmez. Öğrenim hakkının bu niteliğinden, herkesin üniversitede “okuması” gerekeceği sonucu çıkmaz elbette ama “isteyen herkesin üniversitede okuyabilmesi” gerektiği sonucu çıkar. Öyleyse öğrenimin paralılaştırılması, kamusal bir hakkın kullanımının güçleştirilmesi ve -dahi- engellenmesidir. Üstelik, söylemek bile gereksiz herhalde, finansmanı öğrenim görenlerin ödedikleri ücretler ile karşılanan üniversitede öğrenim görenler artık “öğrenci” değil “müşteri”dirler.
Paralı üniversite önerisinde YÖK’ün mevcudiyetinin ısrarla korunması, hatta performans kıstaslarını belirleyip, denetimi gerçekleştirecek yapı olarak yine başrole çıkarılması ise ya üniversitenin bugünkü durumunda hiçbir günahının olmamasındandır ya da ben abartıyorumdur; yalnızca tesadüftür.
Üniversiteye giriş sisteminden tutun, öğrenim ve bilimsel bilgi üretim olanaklarının, üretilen bilimsel bilginin ve mezun edilen öğrencilerin yani koskoca bir sistemin külliyen piyasaya göre örgütlendiği, kamusallıktan bu derece uzak bir üniversite gerçekliği karşısında, sorunların tamamının ancak paralı üniversite sayesinde çözülebileceğini ve ancak böyle “nitelikli bir öğretim” yapılabileceğini ileri sürmek olsa olsa -Belge’nin de ifade ettiği üzere- “etik” bir sorundur.
Kaynaklar
Türk Yükseköğretiminin Bugünkü Durumu, YÖK 2005 Raporu
Türkmen (2009), Fatih. Yükseköğretim Sistemi İçin Bir Finansman Modeli Önerisi. Ankara: DPT Yayınları.
İnternet Kaynakları
http://www.referansgazetesi.com/haber.aspx?HBR_KOD=118011
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=7896
http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=7871
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=244246&tarih=12/01/2008
http://www.milliyet.com.tr/2008/01/12/yazar/akyol.html
http://www.kolektifler.net/index.php?bolum=universite_dosyasi&no=200
http://www.voanews.com/turkish/archive/2008-05/2008-05-09-voa10.cfm?renderforprint=1&textonly=1&&TEXTMODE=1&CFID=135377096&CFTOKEN=25061411&jsessionid=00305e65440bcb2ba350e22f3c4b17219636