17 Şubat’ta Giresun fırkateyni Marmaris’ten Aden Körfezi’ne doğru yola çıktı. Yeni Osmanlı adındaki “çakma” etiketiyle 5 deniz bölgesindeki emperyalist kuşatmadan kırıntılar alma hevesinde olan oligarşinin Somali seferi de böylelikle başlamış oldu. Meclis’in 7 Şubat’ta çıkardığı Somali tezkeresinin kapsamında yola çıkan askerlerin görevi, “Aden Körfezi’nde deniz ticaretinin sürekliliğinin sağlanması ve buna tehdit olabilecek her unsuru bertaraf […]
17 Şubat’ta Giresun fırkateyni Marmaris’ten Aden Körfezi’ne doğru yola çıktı. Yeni Osmanlı adındaki “çakma” etiketiyle 5 deniz bölgesindeki emperyalist kuşatmadan kırıntılar alma hevesinde olan oligarşinin Somali seferi de böylelikle başlamış oldu.
Meclis’in 7 Şubat’ta çıkardığı Somali tezkeresinin kapsamında yola çıkan askerlerin görevi, “Aden Körfezi’nde deniz ticaretinin sürekliliğinin sağlanması ve buna tehdit olabilecek her unsuru bertaraf etme” olarak tanımlanıyor. Tezkere, Davos sonrası açıktan dillendirilen Yeni Osmanlı hayallerinin bir tezahürü olarak açıklanmaya çalışılıyor. Bunun en açık ifadesini 8 Şubat’ta Bugün gazetesinde Erhan Afyoncu dile getiriyor. “Eski teb’amıza edep vermeye gidiyoruz” başlıklı yazısında “Aslında bugün bize yabancı olan Somali, bir zamanlar Osmanlı toprağıydı. Adını bile hatırlamadığımız şehit kaptanımız Emir Ali Bey Somali ve çevresini fethederek Somalileri Portekiz zulmünden kurtarmıştı” diyerek tezkereyi meşrulaştırmaya çalışıyor. Yine Yeni Şafak yazarı İbrahim Karagül 17 Şubat’ta yazdığı yazısında bu girişimi “Türkiye’nin Osmanlı sonrası en büyük bölgesel uzantısı” olarak gördüğünü ifade ediyor.
Ülkemiz toplumsal muhalefeti ise konuya gereken önemi vermedi. Oysa yıllardır Birleşmiş Milletler veya NATO çerçevesinde “barış gücü” adı altında yapılan yeni sömürgeleştirme operasyonlarından başka bir şey değildir planlanan.
1992 ABD müdahalesinden bugüne yaşananlar
Somali’de 1969’da gerçekleşen askeri darbe sonucu yönetime el koyan General Muhammed Siyad Barre, 1980’lerin ortalarında derinleşen ekonomik ve sosyal sorunlar sonrasında otoritesini yitirdi. 1988’de kabile kökenine dayanan muhalefetin mücadelesi sonucu Somali bir iç savaş yaşamaya başladı. Çatışmaların başkent Mogadişu’ya sıçramasıyla 1991’de Siyad Barre ülkeyi terk etti. Bundan sonra Somali fiilen kabilelerin denetlediği yerel bölgelere ayrıldı. Ülkenin içinde bulunduğu siyasi ve toplumsal karışıklığa ek olarak yaşanan yoğun kuraklık sonucu milyonlarca insan açlıkla karşı karşıya kaldı. Aralık 1992’de Birleşmiş Milletler (BM) Güvenlik Konseyi “yardım malzemelerinin dağıtımını sağlamak ve iç çatışmaları durdurmak” amacıyla ABD önderliğinde “Umut Operasyonu” adı verilen bir müdahale kararı aldı.
Doğu Bloku’nun dağılması sonrası emperyalistler “güvenlik sorunu”nu küresel bağlamda değerlendirmeye başladılar. Ve uluslararası “terör hareketleri – eylemleri” diye adlandırılan yeni bir hedef; “barış ve istikrar” kavramları çerçevesinde oluşturulan yeni saldırı konsepti, yeni sömürgeleştirmenin eksenini oluşturdu. Bu çizilen pratiğin ilk denemesi Somali’ye 1992-95 yılları arasında yapılan BM şemsiyeli ABD müdahalesiydi.
Somali halkına “insani yardım” amacıyla açıklanan müdahale ile politik kurumların yeniden yapılandırılması, ekonomiye müdahale ve yargı yetkilerinin yerine getirilmesi gibi klasik sömürgecilik koşullarındaki uygulamalar yeniden hayata geçmeye başladı. Türkiye de bu müdahalede ABD’nin yanındaki yerini aldı. Ancak 18 ABD askerinin yerel direniş güçleri tarafından öldürülmesi, iki askerin cesedinin arabalara bağlanarak Mogadişu sokaklarında dolaştırılması sonucu ABD Somali’den kaçmak zorunda kaldı. ABD’nin gözü korkmuştu.
1995 sonrası kurulan hükümetler hiçbir zaman merkezi yönetimi sağlayamadı ve ülke fiilen yerel kabileler arasında yönetilmeye devam eden bir bölgelerin birleşimi olarak varlığını sürdürdü. Bu durum gerek Etiyopya, Cibuti ve Kenya’nın gerekse ABD’nin süreklileşen müdahalesine kolaylık sağladı. 5 sene evvel ABD tarafından “Barışın Yeniden İnşası ve Teröre Karşı Direniş Birliği” adlı bir koalisyon hükümeti oluşturuldu. Bu yönetim ılımlı ve radikal birçok İslami grubun oluşturduğu “Birleşik Şeriat Mahkemeleri”nin (JIC) ülkenin güneyinde iktidarı ele geçirdiği 2006’ya kadar sürdü. JIC’in bu denetimine karşı ABD destekli Etiyopya ordusu koalisyon lehine Somali’ye müdahale etti. 2007’ye gelindiğinde koalisyon hükümeti kontrolü tekrar ele geçirdi. Diğer yandan İslamcı grupların ittifakı içinde daha radikal olanlarla daha ılımlı olanlar arasında farklı yönelimler açığa çıktı ve JIC bütünlüğünü koruyamadı. JIC’in koalisyon hükümeti ile uzlaşı görüşmelerine karşı çıkan El Şabab hareketi bu dönemin ürünü oldu.
Korsanlar dünyanın gündeminde
Somali’yi son dönemde dünya gündemine getiren ise korsanların gemi kaçırma ve fidye eylemleriydi. 2008 yılında 32 gemi korsanlar tarafından kaçırıldı. Ama 33 adet T-72 tankı taşıyan Ukrayna gemisi MV Faina ve yüzmilyonlarca dolarlık ham petrol yüklü Suudi tankeri Sirius Star’ın kaçırılması dikkatlerin Somali’de yoğunlaşmasına yol açtı.
Bu noktada korsanların ortaya çıkışını ve olayların arka planını incelemek gerekiyor.
Somali nüfusunun dörtte üçü günlük 2 doların altında bir gelir elde ediyor. Balıkçılık da tarımla birlikte halkın en önemli geçim kaynağı. Ancak ülkedeki iç savaş, Avrupalı ve Asyalı ülkelerden gelen balıkçıların Somali sularında kaçak avlanması sonucu oluşan kıtlık ve çokuluslu tekellerin zehirli atıklarını Somali kıyılarına bırakması sonucu başlayan deniz kirliliği Somalili balıkçıları hızlı bir yoksullaşmaya ve hayatlarını başka yollardan kazanmaya itti. Bu noktada eski balıkçılar, eski denizciler, eski askerler ve teknik uzmanların biraraya gelmesi sonucu korsanlık başladı. Kendilerine “Somali Kıyılarının Ulusal Gönüllü Bekçileri” adını veren korsanlar yaptıkları eylemler sonucu hızla zenginleştiler ve buna bağlı olarak bir “korsan ekonomisi” oluştu. Bir çeşit mafya haline gelen korsanlarla -bu ilkel birikime bağlı olarak- iş yapan esnaf ve tamirat işleriyle uğraşan zanaatkarlar ortaya çıktı. Eyl liman şehri başta olmak üzere ülkenin kuzeydoğusunda ticaret canlandı.
Korsanlar hakkında “yerel kahraman” veya ABD taşeronu” diye iki temel iddia var. Korsanları yerel kahraman olarak görenler bir korsan sözcüsünün “yaklaşık 20 yıldan beri Somali sahillerine zehirli atıklar boşaltılmasına tepki” olarak bu işi yaptıklarını ve “fidyenin sahillerin temizliğine gideceğini veya bir tazminat olarak görülmesi gerektiğini” söylemesi gibi açıklamaları iddialarına dayanak yapıyorlar. Korsanları ABD taşeronu olarak görenler ise Cibuti’de bölgenin en büyük ABD üssü bulunduğunu ve ABD’li askerlerin korsanlara müdahale etmediklerini söylerken; korsanların lideri Shamun Indhabur’un “Somali sularındaki en dost güçler Amerikan güçleri. Bizi yakalıyorlar ve serbest bırakıyorlar, çünkü onlara zarar vermeyeceğimizi biliyorlar” sözlerini kanıt gösteriyorlar.
Somali emperyalist kıskaç altında
Nedeni ne olursa olsun bölgede bir hareketlilik söz konusu. BM Güvenlik Konseyi son 8 ayda aldığı kararlar sonucu “korsanlara karşı denizde ve karada sıcak takip”e izin verdi ve Somali’deki koalisyon hükümeti de bu kararı desteklediğini açıkladı.
Bu gelişmelerin arka planında ise neo-liberal yeni sömürgeciliğin üç temel hedefi yatıyor.
Birinci olarak Aden Körfezi çok işlek bir deniz yolu ve dünya mal ticaretinin yüzde 90’nından fazlası, petrol taşımacılığının çoğu bu bölgeden yapılıyor. Somali kıyıları ise bölgeye hakim bir konumda.
İkinci olarak Somali’nin 200 milyar metreküplük doğalgaz revervlerine sahip olduğu ortaya çıktı ve Chevron, A
maco gibi ABD enerji tekelleri de bu kaynağa sahip olmak istiyorlar. Buna ek olarak Somali zengin uranyum yataklarına da sahip durumda.
Üçüncü olarak “Afrika Boynuzu” da denilen Somali toprakları Afrika ve Ortadoğu bölgesinde hakimiyet kurmak için önemli bir jeo-stratejik özelliğe sahip.
Daha evvel El-Kaide uzantısı unsurları bahane ederek Somali planını hayata geçirmek isteyen ABD, şimdi de korsanları bahane ederek yıllar evvel defedildiği Somali’yi işgal etmek istiyor. Bu işgalin temel askeri unsurlarından birisi olarak eşitler arasında birinci olacağı büyük bir emperyalist deniz filosu kurulmasına katkıda bulunuyor. Türkiye de “büyük bir bölgesel açılım” yaparak bu işgal hazırlığına ortak olmak için Aden Körfezi’ne gidiyor.
Neo-liberal yeni sömürgecilik politikalarına karşı olan ve bunun temel uygulayıcısı AKP-Genelkurmay ittifakına karşı mücadele eden bizlerin gündeminde bu tezkere pek yer almadı. Oysa bu tezkere süreci sınıflar mücadelesi açısından oldukça önemliydi. Çünkü Somali tezkeresi bizzat ABD tarafından işbirlikçi AKP-Genelkurmay ittifakından istendi. “Neden Somali kıyılarına, Aden Körfezi’ne asker yolluyoruz?” sorusu yüksek bir sesle haykırılmalı, bu işbirlikçilik engellenmeye çalışılmalıydı. Çünkü Somali tezkeresi Türkiye’ye biçilen “çakma” Osmanlı elbisesini ve bunun nasıl AKP çevrelerince meşrulaştırılma çabalarını gözler önüne seren bir çatışma dinamiği taşıyor…