Türkiye’de siyasal gelişmeler çok hızlı yaşanıyor ve tüketiliyor olsa da Erdoğan’ın Davos’taki gösterisi, AKP ve yandaşları için gelecekte de kullanılabilecek çok iyi bir malzeme oluşturdu. Siyaset yapmanın icraattan çok laftan oluştuğu prensibini çok iyi uygulayan Erdoğan, aslında zedelenmiş bir imajla çıkacağı bu süreçte kıvrak bir manevrayla imaj düzeltti. İmajı zedelenecekti çünkü bir yandan Hamas’ı desteklerken […]
Türkiye’de siyasal gelişmeler çok hızlı yaşanıyor ve tüketiliyor olsa da Erdoğan’ın Davos’taki gösterisi, AKP ve yandaşları için gelecekte de kullanılabilecek çok iyi bir malzeme oluşturdu. Siyaset yapmanın icraattan çok laftan oluştuğu prensibini çok iyi uygulayan Erdoğan, aslında zedelenmiş bir imajla çıkacağı bu süreçte kıvrak bir manevrayla imaj düzeltti. İmajı zedelenecekti çünkü bir yandan Hamas’ı desteklerken bir yandan da İsrail ile en sıkı fıkı olan Müslüman liderdi. En çok ağlayıp sızlama görüntüleri veren ama yine hiçbir şey yapmayan da oydu. Yaptırım söz konusu olunca “bakkal yönetmiyoruz” diyordu. “Kahraman bakkal süpermarkete karşı” tavrıyla, kendi sınırları içerisinde ne yapabilirse, o da onu yaptı. Panel yöneticisine fırça atarak tüm “mahalleliye” caka sattı. En kolay kahramanlık türünün lafla yapılan olduğunu bir kez daha gösterdi.
Tek kişilik gösteri, bu olayla bitmedi. İkinci sahnede, bu sefer Egemen Bağış, Erdoğan’ın bir başka şovunun perdesini açtı. Beş yıl sonra öğrendik ki Erdoğan, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’e de posta koymuş. Meğer kafasına çuval geçirilen askerleri o kurtarmış. Ancak Bağış, bu işlerde acemi olduğu için, sohbet sırasında anlıyoruz ki Cheney’in zaten çuvaldan haberi varmış. Ve üstelik askerler, Erdoğan’ın aradığı gün değil, telefondan iki gün sonra yani 6 Temmuz’da bırakılmış. Aslında başbakanın bir etkisi olmamış.
Ancak bu iki gösteri Erdoğan’a yerel seçimler öncesi, ekonomik kriz gündemini gerilere attırma avantajı sağlarken, özgüvenini de yeniden kazandırdı. O özgüvenle de CHP’ye, özellikle de Kılıçdaroğlu’na karşı taarruza girişti. CHP’li Onur Öymen’in Davos tartışmalarında Şimon Peres’i geride bırakan İsrail yanlısı açıklamaları, çarşaf açılımının çarşafa dolanması, “memlekete ılımlı İslam lazımsa onu da biz getiririz” tavrıyla sergilenen trajikomik siyasi “taktik” Erdoğan’ın bu özgüvenini pekiştirdi.
Erdoğan’ın her türlü pozuna rağmen kendisini yeterince güvende hissetmediğini yerel seçim tartışmalarındaki agresifliğinden anlıyoruz. Erdoğan’ın sesi yüksek çıkıyor ve kendisinin isabetle tespit ettiği gibi bunun nedeni suçluluk duygusudur.
Bu nedenle, Erdoğan’ın ve dolayısıyla AKP’lilerin Kılıçdaroğlu öfkesi sadece İstanbul’u kaybetme riskinden ibaret değil. Dini söylemlerle bir araya getirilen bir çıkar ortaklığı (koalisyon) olan AKP’nin zayıf karnı kuşkusuz yolsuzlukları. Bir arada durmalarını sağlayan, iktidar erkini paylaştıkları gibi, iktidarın sunduğu maddi olanakları da her yolu kullanarak paylaşmalarıdır. Bu duruma iflah olmaz açgözlülükleri de eklenince kimi zaman siyasal konumların korunması, maddi çıkarların gerisinde kalabiliyor. Cumhurbaşkanı bile olsa, çocuğunu, bir yolunu bulup sigorta kapsamına aldırıyor. Partinin Kürtlerle ilişkilerinde önemli rol biçilen şahıs hayali ihracata bulaşıyor, adı barona çıkıyor. Teşkilattan sorumlu genel başkan yardımcısı, teşkilat olanaklarını kullanıp komisyonculuk yapıyor. Başbakanın oğlu, düğün takıları yetmiyormuş gibi pırlanta aşkına kendini kaptırıyor. Ankara Belediyesi’nin bürokrasi hiyerarşisi, Belediye’ye ait bir araziyi haraç mezat satın alan bir kooperatifin yönetim hiyerarşisini oluşturabiliyor… Diğerlerinin kendileri ve çocukları için yaptıkları da yazmakla bitmez.
Tam da bu yüzden Erdoğan’ın öfkesi çok anlaşılır. Hem kendi maddi çıkarını hem de AKP’yi oluşturan ortaklarının maddi çıkarlarını korumak şeklindeki sorumluluğunu yerine getiremezse AKP içindeki konumunun sorgulanacağını biliyor.
Halkın, siyasetçiler üzerindeki baskısının (en azından beklentilerinin) hissedildiği bir dönemde, bir taraftan yolsuzlukların açığa çıkacağı korkusu diğer taraftan yerel seçimlerde alınacak olası bir başarısızlık, AKP ve Erdoğan için ciddi bir baskı oluşturuyor. Ekonomik krizin her geçen gün ağırlaşan faturası da cabası…
Tüm bunlara ABD’nin yeni yönetiminden ciddi bir destek açıklamasının gelmemiş olması da eklenirse, AKP’nin ne kadar zor bir dönemden geçtiği daha iyi anlaşılır. AKP, bu dönemde dört koldan çalışmak, proje üretmek zorunda, özellikle de ABD ile olan ilişkilerde. Yeni ABD yönetiminin, kendi dışındaki dünyayla kurduğu ilk resmi ve ciddi ilişki 6-8 Şubat tarihlerinde Münih’te düzenlenen Münih Güvenlik Konferansı oldu. ABD’nin verdiği en önemli mesaj “bundan sonra görevlerin paylaşılacağı” idi. AKP hükümetinin bu görev paylaşımına hazırlıklı olduğu belliydi ve tam da bu yüzden dış politikada birkaç konuda inisiyatif alma çabalarına girişti.
Bu çabaların en çarpıcısı kuşkusuz ki Filistin konusunda oldu. Başbakan’ın Davos çıkışı ve Hamas’ı “uluslararası toplum” adı verilen emperyalist sisteme dahil etme çabaları üzerine çok fazla senaryo üretildi. Ancak emperyalizmin ana aktörlerinden ve Türkiye egemen sınıflarından alınan ilk tepkiler AKP’nin dört başı mamur bir emperyalist planın misyonunu yerine getirdiğini söylememizi zorlaştırıyor. Bu süreçte Mısır, emperyalistlerin bölgedeki maşalığı rolünü kaparken, AKP’nin talip olduğu “iyi polis” rolü şimdilik emperyalistlerin ilgisini çekmeyi başaramıyor. AKP kendi kendine gelin güvey olurken Erdoğan’ın bu konudaki bütün yaygarası iç politikaya dönük şovlardan ibaret kalıyor.
Ancak Ermenistan’la ilişkilerde alınan inisiyatifin ve Somalili korsanları dize getirmek için gönderilen deniz gücünün emperyalist güçlerin daha fazla onayladığı bir sürecin parçası olduğu söylenebilir. Bu iki konu ABD yönetiminin AKP’den beklediği iki şey ya da bir başka deyişle AKP’nin yeni ABD yönetiminin kendisinden beklediğini sandığı iki şey olarak açığa çıkıyor. AKP Ermenistan’la ilişkilerin düzeltilmesinin gerekliliğini iç kamuoyuna zor da olsa anlatabilir; yeni ABD yönetiminin soykırım tanımlaması yapacağından, komşuluk hukukundan, ekonomik çıkarlardan bahseder. Ama korsanların kaçırdığı 500 gemiden üçünün Türk bandıralı olduğu düşünülürse neden Liberya’nın ya da Panama’nın değil de Türk hükümetinin bu olayı önemsediğini ve kelle avcılığına soyunduğunu açıklamak zor olsa gerek. “İktidarımı korumak için ulusaşırı tekellerin benden istediklerini yapmak zorundayım” diyecek değil ya.
Ağırlığı giderek artan dış politik gündemlere solun ilgisizliğini değil ama müdahalesizliğini anlamak çok mümkün. Oyuncuların çok büyük ve hesapların karmaşık olduğu bir sahnede var olmaya çalışmak kaçınılmaz olarak birilerinin değirmenine su taşınması sonucunu doğurabiliyor. Ancak halkın gündeminde her cümlenin ekonomik kriz ve yerel seçimle başladığı bir dönemi, sol partilerin kendi içişleriyle uğraşarak geçirmelerini anlamak için mantık sınırlarını zorlamak gerek. Bu tür dönemlerde genel kurul ya da seçimli konferans yapmak için harcanan enerjinin tek anlaşılabilir yanı, partilerin kendi dışına dönük, kısa zamanda hayata geçirecekleri büyük projelerin kararını almak olabilir. Yoksa günler çuvala mı girdi?
“Devrimcilerin halkın çıkarlarından başka çıkarı yoktur” hatırlatmasını yeniden ve yeniden yapmak gerek. Bu prensip unutulduğunda adları ve çıkışları ne kadar iddialı olsa da sol partiler üyelerinin ihtiyaçlarına yanıt vermekle sınırlı loncalara* dönüşürler.
Neyin yapılmaması gerektiğini belirlemek çoğu durumlarda “ne yapmalı”nın yanıtına daha kolay ulaşmayı sağlıyor. Mart ayının zaten yoğun olan tarihsel gündemlerine bu yıl çok daha önemlileri eklendi. Ekonomik krizin yıkıcı etkilerinin her gün daha fazla hissedildiği bir
dönemde yerel seçimlere giriliyor. Halkın büyük bir kesimi neredeyse sadece hayatta kalmaya çalışıyor. Kendi yarattığı sonucu çok iyi bilen AKP, dilencileştirme icraatlarına hız vermiş durumda. Bu icraatları lafta eleştirerek AKP’nin seçim oyunlarını teşhir etmek elbette önemlidir ancak yetersizdir. Zira özellikle derinleşen bir kriz ortamında halkın yaşam hakkı AKP’nin inayetine bırakılamaz. Bu yüzden halkın insanca yaşam hakkının güvence altına alınmasına yönelik talepleri yükseltmek açısından yerel seçimler önemli bir “fırsat”tır. Sadaka dağıtımlarının karşısına elitist bir tarzda “dağıtmayın” diye dikilmek sadece ve sadece “onların tuzu kuru” diyen AKP’lilere hizmet etmektedir. Bu dağıtımları eylemlerle karşılamak, kömür dağıtımının karşısına doğalgaz hakkı talebiyle çıkmak, pirinç, bulgur dağıtılırken su faturalarının hesabını sormak, indirim kartları dağıtanlara zamların hesabını sormak, beyaz eşya dağıtanların karşısına çalışma hakkı talebiyle dikilmek ve en nihayetinde halkın insanca onurlu bir yaşam mücadelesini örgütlemek devrimcilerin güncel görevidir.
Bunun dışında adayların yoksul mahallelerdeki propaganda çalışmaları boş vaatlerle oy avcılığı yapan siyaset erbabı için azaba çevrilmelidir. Su, doğalgaz, barınma, ulaşım gibi halkın somut sorunlarına dair oldukça somutlaştırılmış bir talepler dizgesini kabul etmeyen, kabul etse dahi halkın örgütlü kesimleriyle yaptırımı belirlenmiş bir taahhütname ilişkisine girmeyen hiçbir aday kentin sokaklarında rahat dolaşamamalıdır.
Emekçi halkı seçmenlikten çıkarak, kentin ve ülkenin sahibi haline getirecek bir sürecin iddiası bellidir: “Ne boş vaatler istiyoruz ne de sadaka. Bize ait olanı almak için mücadele ediyoruz”.
* Belli bir işkolunda usta, kalfa ve çıkarları içine alan birlik.