ABD’de yapılan seçimler sadece ABD’nin iç politikasında değil, aynı zamanda uluslararası ilişkilerde bir kısım politikaların değişmeye başlayacağını ortaya koymaktadır. Obama’nın seçim kampanyası sırasında özellikle Ortadoğu dış politika çerçevesinde yapmak istediği değişiklikleri alt başlıklar altında sıralarken, arka planda ABD’nin Brzezinski gibi uluslararası uzmanları vardı. Yani Obama’nın gelişi, bir bakıma Bush çevresinde oluşturulan ABD’nin dünyanın tek imparator […]
ABD’de yapılan seçimler sadece ABD’nin iç politikasında değil, aynı zamanda uluslararası ilişkilerde bir kısım politikaların değişmeye başlayacağını ortaya koymaktadır. Obama’nın seçim kampanyası sırasında özellikle Ortadoğu dış politika çerçevesinde yapmak istediği değişiklikleri alt başlıklar altında sıralarken, arka planda ABD’nin Brzezinski gibi uluslararası uzmanları vardı.
Yani Obama’nın gelişi, bir bakıma Bush çevresinde oluşturulan ABD’nin dünyanın tek imparator gücü olduğunu iddia eden politikaların fiilen iflası anlamına geldiğini ortaya koyuyor. Peki, ABD’nin izlediği strateji neydi? Hangi politikalar uygulandı ve iflas etti? Obama’nın başkan seçilmesi ile ABD’nin politikasında meydana gelebilecek olası değişiklikleri anlamanın yolu, esasen Bush ve ekibinin izlemiş olduğu politikaları analiz etmekten geçiyor.
2. Dünya Savaşı’ndan bu yana, dünyanın, ABD’nin denetiminde yeniden sömürgeleştirilmesi için uzun vadeli politikalar geliştirildiğini biliyoruz. ABD’li senatör Albert J. Beueridge bunu şu cümlelerle açıklıyordu: “Dünya ticareti bizim olmalı ve olacaktır. Ticaret karakollarımızın çevresinde bizim bayrağımızı dalgalandıran ve bizimle ticaret yapan, kendi hükümetlerine sahip büyük sömürgeler kurulacak, kurumlarımız ticaretin kanatları altında bayrağımızı izleyeceklerdir.”[1] Bu politik strateji hemen hiçbir dönem değişmedi. Gerek Bush’un izlediği politika, gerekse Obama’nın belirleyeceği yeni dönem politikaları da bu stratejiye hizmet edecektir.
‘ABD’nin çıkarlarının olduğu her yer ABD topraklarıdır’ ya da ‘dünyanın sınırları ABD’nin sınırlarıdır’ mantığına dayanan dünyayı sömürgeleştirme stratejisi, daha 40 yıl önce belirlenmiş ve uygulanmaktadır. ABD’nin bütün politik liderlerinin belirlenen stratejilere uygun hareket etmek zorunda oldukları biliniyor. Farklı politikalar ve taktikler uygulansa da, stratejinin esası aynıdır.
G. W. Bush’un danışmanlarından Robert Kaplan, ABD küresel stratejik yönelimlerini açıklarken şunları ifade ediyordu: “İkinci Dünya Savaşı’nda ABD’nin zaferi, Roma’nın ikinci büyük savaşında olduğu gibi, onu evrensel bir güce dönüştürdü.”[2] İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Avrupa devletlerinin askeri ve politik yenilgisi, kapitalist dünya sistemi içerisinde ABD’yi tek hâkim güç haline getirdi. ABD’nin kapitalist cephe/blok içerisinde askeri ve ekonomik olarak uluslararası ilişkiler sistemini tek başına belirleyen bir güç haline gelmesi, bir bakıma ‘ikinci bir Roma emperyal imparatorluğu’ olarak tanımladı.
Amerika Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde ise şunlar söyleniyordu: “Dünyanın liderliğimize gereksinimi vardır. ABD liderlikte rakipsiz kalmıştır. Bu nedenle dünyanın, her bölgesine ilgi duymaktadır. ABD milli güvenliğine yönelik tehditlere karşı politikalar üretmektedir. Bu politikalar, bölgeler ve bölgeler içindeki ülke sayısı kadar değişik sayılardadır.”[3] 1995 yılında, uluslararası gelişmelere bağlı olarak yeniden ele alınan ve ABD’nin dünya genelindeki temel politik yönelimlerini ortaya koyan bu değerlendirme, Amerika Ulusal Güvenlik Stratejisi’ndeki sömürgeci yayılmacı politikalarının çok somut bir ifadesiydi. ABD’nin dünyanın kapitalist lideri olma stratejisi Amerika’nın daha önceki liderlerinden olduğu gibi Obama’nın da vazgeçmeyeceği bir politikadır.
Özellikle kapitalist dünya içerisinde, kendisini tek güç olarak görmesi ve dünya burjuva sisteminin lideri olarak ilan etmiş olması nedeniyle, doğal olarak dünyanın zenginlik alanlarının paylaşılmasında, kendisini tek söz sahibi olarak görmektedir. “ABD’ye savaş ilan edebilecek ülke yoktur. Ancak ekonomik rakipleri vardır. Küresel ekonomi uygulaması ile ABD bunu lehine değiştirecektir.”[4] ABD, özellikle Ortadoğu’nun ve Avrasya’nın doğal zenginliklerini kapsayan ve askeri işgallere dayanan ‘yeni’ sömürgeler yaratma politikaları ile; esas olarak ‘küresel ekonomi’nin can damarlarını ele geçirip karşıt rakip güçlerini etkisizleştirmek ve böylece de kapitalist dünyanın liderliğinin keyfini sürdürmek istiyordu. ‘Kennedy Hükümet Okulu’ rektörü Joseph S. Nye ise aynı konuda şunları dile getiriyor: “Roma’dan beri, bugün yalnızca Birleşik Devletler, en büyükleri de dâhil hiçbir geçmiş imparatorluk ile kıyas kabul edilmeyecek bir üstünlüğün keyfini çıkarmaktadır.”[5] İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, diğer küresel emperyalist ülkelerle kıyaslanmayacak düzeyde uluslararası ilişkilere egemen olan ABD, liderliğinin keyfini çıkartmaktadır.
Washington Post başyazarı ve Beyaz Saray’ın gayri resmi sözcüsü olarak tanınan Charles Krauthammer ise şunları yazıyor: “Gerçek o ki, Roma’dan sonra hiçbir ülke, kültürel, ekonomik, teknik ve askeri olarak böylesine üstün olmadı… Amerika bir dev gibi dünyayı adımlamaktadır… Roma’nın Kartaca’yı ezmesinden sonra hiçbir büyük güç şu ulaştığımız düzeye ulaşmadı.”[6] Dünyanın köleci imparatorluğu olarak bilinen ve geçmişten günümüze bütün insanlık tarihi boyunca, yayılmacı-ilhakçı politikaları ile tarihin sayfalarında yer alan ‘Roma İmparatorluğu’na özenen bir ABD imparatorluğu isteniyordu. Bugünkü tarihsel koşullar içerisinde yayılmacı politikalarını geliştirerek, askeri, ekonomik ve kültürel alanda dünyanın tek lider emperyalist gücü olarak kalmak için, ABD’nin askeri güçleri, 21. yüzyıla girerken dünyayı kan gölüne çevirdi.
21. yüzyılda yeni ve daha güçlü bir ‘Roma’ olma isteği, dünyanın yeniden paylaşılması stratejisinin ilk adımları çok belirgin bir tarzda yansımaktaydı. ABD’nin uluslararası yayılmacı ve saldırgan politikalarının gelişme düzeyini, Wall Street Journal’ın başyazarı Max Boot daha belirgin olarak yazıyor: “Eğer Amerika bugün, Britanya’nın sömürgeci askeri kuşaklarının sefer yaptığı birçok ülkede askeri operasyonlara giriştiyse, düzensizliği boğmak için batının askerlerinin müdahalesi gerektiyse bu tesadüf değildir, ezici bir askeri gücü bulunduran ve bunu diğer devletlerin hareketleri üzerinde etkide bulunmak için kullanılan bir politik bütünlüğe çok güzel olarak bir imparatorluk denir… Amacımız bir rakibe karşı savaşmak değildir, çünkü böyle biri yoktur, ama emperyal pozisyonumuzu korumak ve emperyal düzeni elde etmektir.”[7] ABD hiçbir ülkenin, kendisine rakip olamayacağına inandığından, daha çok kapitalist dünya düzeninin yayılmacı politikaları üzerinde yoğunlaştı. Enerji kaynakları nedeniyle stratejik bir öneme sahip olan Ortadoğu’nun küresel sisteme dâhil edilmesi için, başlatmış olduğu işgaller ve yıkımlar, aynı zamanda ABD’nin gücünün uluslararası alanda tescil edilmesi olarak görülüyordu. Ortadoğu eksenli geliştirilen politik stratejiler, ABD’nin emperyalist yayılmacı politikaları bakımından bize temel fikirler vermektedir. Örneğin, dünyada, ABD gibi söz sahibi olmak isteyen Almanya, Fransa, Rusya, Çin gibi, küresel sistemin stratejik konumunda olan ülkeler yok sayılarak Irak’ın işgali, ABD’nin bölgesel politikalarını doğrudan ve tek başına belirleme stratejisine dayanıyordu. Ancak diğer küresel kapitalist devletlerin ekonomik ve politik gücünün uluslararası alandaki etkinliği nedeniyle, ABD’nin tek başına keyif sürmesi ciddi oranda etkilendi, dahası engelledi. Ortaya çıkan uluslararası politik durumu yeniden değerlendirmeye alan ABD’nin politik uzmanları, artık ‘tek başına imparatorluk’ yerine, daha çok dünya kapitalist sistemin liderliğini kabul etmeye yönelik stratejilere yöneldiler. İmparatorluk ve liderlik birbirinde farklı iki politik kavramı içermektedir. Bu nedenle, ABD’nin ‘imparatorluk’ yerine benimsemek zorunda ol
duğu ‘liderlik’ kavramı Obama’nın politikasının merkezini oluşturacaktır.
Obama’nın başkan seçilmesiyle Beyaz Saray’ın uluslararası ilişkilerde çok yönlü değişiklikler gideceğine dair önemli verilere ortaya çıktı. ABD’nin uluslararası stratejisi ile politikaları arasındaki dengenin yeniden kurulması ve belirlenmesi bir bakıma kaçınılmaz hale gelmiş bunuyor. Bu değişim kişisel olarak Obama’nın belirleyeceği bir durum değildir. ABD’nin uluslararası ilişkilerinin yeniden yapılandırılması sistemin genel çıkarları bakımından önemlidir. Peki, Obama’nın özellikle ön plana çıkarmak istediği politik yönelimler hangileridir. Söz konusu politik değişikliklerin genel bir değerlendirmesini yaptığımızda bazı alt başlıkları ön plana çıkartmak mümkündür.
Dünyanın tek imparatoru olma isteğini terk ederek, dünya kapitalist sisteminin lideri olmayı ön plana çıkaracak. Dünyanın küresel kapitalist sistemin merkez ülkeleri tarafından, ABD’nin liderliğinde birlikte yönetilmesi politikası merkez ülkeler tarafından kabul görmüş durumda. Çünkü ABD, ekonomik, askeri ve politik olarak hala dünya kapitalist sistemin merkez gücü olmaya devam ediyor. Dünya GSMH’sinin yüzde 33’üne sahip olan ABD’nin liderliği karşısında şu an için duracak bir başka küresel sistem gücü yok. Ancak Obama’nın oluşturmaya başladığı politikalar ekseninde ABD-AB ittifakına dayanan ‘yeni’ stratejinin uluslararası alanda geliştirilmesi ve dünya politikalarının birlikte belirlenmesi eğilimi vardır. Bu politik eğilim AB ülkeleri tarafından da kabul edilen bir görüştür. Bunun öncelikli olarak iki noktada ön plana çıkması söz konusu; birincisi Dolar ile Euro’nun dünya piyasalarındaki etki gücünün eşitlenmesidir. AB ile ABD arasındaki ithalat ve ihracat yıllık olarak 2 trilyon doları geçiyor. Bu bir bakıma iç içe geçen bir ekonominin durumunu yansıtmaktadır. Euro ve Dolar, bu ekonomik ilişkinin somutlaşmış biçimidir. İkincisi ise dünyanın stratejik merkezlerini esas olarak birlikte kontrol etmenin ve denetlemenin giderek belirginleşmesidir. Özellikle Ortadoğu politikaları üzerinde ciddi bir uzlaşının olması, gelişen ittifakın bir sonucudur.
Bush ve ekibi, ABD’yi dünyanın ‘tek imparator gücü’ olarak görmesi nedeniyle özellikle BM’nin etkisizleştirilmesine yöneldi. Obama, liderlik kavramı ekseninde, BM’yi yeniden fonksiyonel hale getireceği gibi, uluslararası konumunu çok daha fazla güçlendirmek için BM yapısında bir kısım değişiklikler yapılacaktır. En radikal değişiklik olarak ön plana çıkabilecek noktalardan biri Birlemiş Milletlerin yapısında meydana gelebilecek değişimdir. Örneğin daha önce Fransa cumhurbaşkanı Sarkozy’nin önerdiği gibi veto yetkisine sahip 5 daimi üye sayısının arttırılmasıdır. Almanya, Japonya, Hindistan gibi ülkelerin veto yetkisine sahip ülkeler statüsüne alınmasının ABD tarafından onaylanması gündeme gelecektir. Bu durum esasen uluslararası güç ilişkilerinin yeniden planlanması anlamına gelmesidir. Ayrıca Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel sistemin temel stratejik kurumları yeniden yapılandırılacağına dair Obama’nın, BM Genel Sekreterine gönderdiği mesajda çok daha net olarak belirtilmiş. Bu bir bakıma ABD’nin uluslararası ilişkilerde etki gücünü BM ile yeniden gündemleştireceğine dair ilk işaretler olarak değerlendirilebilir. Ayrıca ‘Dünya Genelkurmay Başkanlığı’nın kurulması gibi ihtiyaç duyulabilecek yeni kurumlar oluşturulması gündeme gelebilir. ABD, oluşturulacak yeni küresel kurumlarla, kendi liderliğini sürdüreceğine dair önemli işaretler vermiş durumda.
Obama’nın yönelimlerinden biri de, dünya kapitalist sistemin beyni olarak bilinen G-8’lerle daha kapsamlı karşılıklı ilişkilerin geliştirilerek uluslararası ekonomik ve politik gücün yeniden planlaması ve böylece ABD’nin liderlik rolüne yeni bir vasıf yüklenmesi hesaplanmaktadır. Fransa ve İtalya’nın daha önce birkaç kez gündemleştirdiği gibi, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi ülkelerin de G-8’ler kapsamına alınmasına ve böylece dünyanın büyük kapitalist ülkelerinin ‘birlikte’ yönetiminin çok daha fazla ön plana çıkartılmasına Obama’nın onay vermesi olasılığı giderek artmaktadır. Bu aynı zamanda ABD’nin yine ‘liderlik’ pozisyonunu güçlendirmeye yönelik bir hamle olarak değerlendirilmek istenecektir. Ayrıca, ABD’yi uluslararası ilişkilerde zor durumda bırakan ‘Koyoto Sözleşmesi’ni yani ‘küresel ısınmaya karşı protokol’ünü imzalayacak. Bunun için Todd Stern’i “Çevre ve İklim Büyükelçisi” olarak atadı. Bu, ABD’nin uluslararası kurumlar tarafından alınan kararlara saygılı olduğuna dair mesajlar içermekle birlikte aynı zamanda, yalnızlaşma duvarını kırmaya yönelik bir adım olarak da değerlendirilmektedir.
Obama’nın Pentagon politikasında da bir kısım taktik planda değişikler gündeme gelecek. Obama, Pentagon merkezini ziyaret ederek, generallerle ABD’nin uluslararası politikaları konusunda bir kısım değerlendirmede bulundu. Özellikle bugüne kadar izlenen ve ‘ABD ordusunun birden fazla noktada aynı anda kullanılması'[8] olarak tanımlanan ‘Önleyici Savaş’ stratejisinde bazı değişikliklerin gündeme alınması ve dış politikaya uyumlu bir askeri politikanın oluşturulması, Pentagon patronuyla tartışılarak somutlaştırılacaktır. Örneğin Savunma Bakanlığının bütçesinde nispi bir kısıtlama gündeme gelebilir. Uluslararası ilişkilerde ‘yumuşama’ mesajını verecek olan ABD, dünya genelinde yürütülen askeri operasyonlarda liderlik rolünü devam ettirecektir. Ama aynı zamanda diğer küresel güçleri bu sürece daha aktif olarak dâhil etmek ve onların da askeri sorumluluk almalarını sağlamak için bir kısım politikaların gündeme gelme olasılığı oldukça yüksektir
Bir dönemler ABD’nin arka bahçesi olarak bilinen ve CIA tarafından hemen her ülkede darbeler gerçekleştirilen Latin Amerika kıtasında önemli gelişmeler yaşanmaktadır. ABD ile ciddi sorunlar yaşamasına ve aynı zamanda sürekli bir ekonomik, askeri ve diplomatik kuşatma içerisinde olmasına rağmen, Küba’da ‘devrimci’ iktidarın ayakta kalması, dünya gücü olarak bilinen ABD için önemli bir prestij kaybı olarak görüldü. Buna, Venezüella’daki politik iktidar değişikliği eklendi. Çok açık olarak ABD karşıtlığıyla uluslararası alanda ön plana çıkan Hugo Chavez’in ‘yoksulların’ sesi olarak iktidarını pekiştirmesi ‘arka’ bahçenin kopuşu anlamına geliyordu. Chavez’e karşı ABD destekli askeri darbenin başarısızlığı, Latin Amerika dünyasında ciddi politik gelişmelere yol açtı. Amerika yerlilerinin tarihsel kültürünün merkezi olan Bolivya’da ilk kez yerli nüfusu temsil eden Evo Morales devlet başkanlığına seçildi. 1979’da gerçekleşen Nikaragua devrimiyle iktidarı ele geçiren ancak 1990 yılında yapılan seçimleri kaybeden Sandinista lideri Daniel Ortega Kasım 2006’da yeniden iktidara geldi. Bütün bu gelişmeler Latin Amerika kıtasında yeni bir politik dalganın esmeye başladığını gösteriyor. Kıtanın en büyük ülkesi olan ve uluslararası ilişkilerde gücü giderek artan Brezilya’nın özellikle AB, Japonya ve Çin ile artan ilişkileri bölgesel ilişiklerde yeni bir durumu ifade ediyor. ABD, artık ‘arka’ bahçesini kontrol etmekten zorlandığı gibi Bush yönetimi ile ilişkilerde çok ciddi olarak zayıfladığı, Obama’nın ekibi tarafından biliniyor. ABD’nin burnunun dibindeki bu gelişmeler, küresel sermaye güçlerini çok ciddi oranda rahatsız etmektedir. Bu sürecin tersine çevrilmesi ve ABD’nin bu bölgedeki etkinliğinin yerinden sağlanması için, Obama’nın özellikle Küba, Venezüella, Bolivya, Brezilya, Arjantin gibi ülkelerle diploması ve yakın ilişki poli
tikasını yeniden uygulamaya koyacağını açıklaması Latin Amerika politikasının ipuçlarını vermeye başladı. Özellikle Küba’ya yönelik ekonomik ve politik ambargonun kaldırılması ve hatta doğrudan diplomatik ilişkilerin kurulması gibi bir kısım adımlar atılabilir. Böylesi bir yönelim bütün kıtayı etkileyecektir. Ayrıca petrol üretimi bakımından dünyanın ilk 6 ülkesinde biri olan Venezüella ile ilişkilerini çok yönlü geliştirilmesi ABD ekonomisi bakımından önemlidir. Bir bakıma ilişkilerin yeniden dizayn edilmesi bakımından zorunlu olarak bölgesel politika değişikliğine gidecektir.
Obama yönetimi, ABD’nin yeni bir yüzü olarak, aslında küresel gücünü artırmaya yönelik politikalar uygulamaya koyarken, bölgesel ilişkilerde, savaş yerine diplomasiyle ön plana çıkaracaktır. ABD, kısa adı BOP olan ‘Büyük Ortadoğu Projesi’nden kesinlikle vazgeçmiş değildir. Bu proje, artık sadece ABD için değil esasen büyük küresel güçler içinde stratejik öneme sahiptir. Obama’nın gelişiyle, söz konusu stratejinin yeni taktik politikalarla devamı sağlanacaktır. Çünkü dünyanın küreselleştirilme sürecinin tamamlanması için özellikle enerji yataklarının bulunduğu bölgelerin, mutlak bir şekilde küresel kapitalist ilişkilerin içerisinde çekilmesi gerekir. BOP merkezinde bulunan ülkelerin önemli bir kısmı İslam dünyasına aittir. Bu gerçeğin farkında olan Obama yönetimi, politikalarında çok daha kapsamlı açılımlara yönelmek zorundadır. Obama, özellikle İslam dünyasına, “Amerikalılar sizin düşmanınız değil” mesajını verdi. Dubai’den Arapça yayın yapan El Arabiye televizyonuna verdiği bir demeçte ise, “Benim de ailemde Müslümanlar var. En büyük Müslüman ülkede yaşadım.” Obama’nın bu açıklaması İslam dünyasında ciddi bir etki yarattı. Ortadoğu ülkelerini kast ederek yaptığı açıklamada ise karşılıklı ilişkilerin geliştirilmesi için her iki tarafın da duyarlı olması gerektiğini belirtti. Ortadoğu barışı olarak kast edilen İsrail-Filistin sorunun çözümüne ilişkin ve önerileri belirtirken kullandığı “Ama kararı biz vermeyeceğiz. Geleceğine karar verecek olanlar, İsrail ve Filistin halklarıdır” ve “Amerikalılara mesajım da Müslüman dünyası harika insanlarla dolu ve bizim gibi hayatlarını idame etme derdindeler” biçimindeki açıklamaları, ABD’nin bölgesel politikalarının hangi yönde gelişeceğine dair önemli veriler sunmaktadır.
Avrasya stratejisi bakımından özellikle Rusya ve Çin ile olan ilişkilerde çok daha yakın bir süreç başlayacaktır. ABD’nin yaşamış olduğu küresel krizin aşılmasında, Çin, ABD Merkez Bankasına ait tahvil senetleri satın alarak krizin hafiflemesinde önemli bir etkisi oldu. ABD ile Çin arasındaki ilişkiler bugünkünden çok daha hızlı gelişecektir. Bu gelişme eğilimi Çin yönetiminin de işine gelecektir. Çünkü Çin ekonomisinde bugünkü gelişme düzeyinde ABD patentli küresel tekellerin çok ciddi bir etkisi var. Tersten, dünyanın en büyük ucuz iş gücü merkezi olan ve azami karın en yüksek bölgesi olarak değerlendirilen Çin’e karşı askeri ve politik vb. yaptırımlar, uluslar üstü tekellerin çıkarlarına gelmemektedir. ABD-Çin ilişkilerindeki gelişmeler en çok uluslar üstü tekellerin çıkarlarına hizmet edecektir. Ayrıca Rusya’nın artan bölgesel gücü ve Avrasya’da inisiyatifi ele geçirmesi, Obama’nın izleyeceği politikalarda mutlak olarak hesaba katılması gereken bir durum olacaktır. Ayrıca doğalgaz enerjisinde hemen hemen tek inisiyatifli güç olması nedeniyle, ABD’nin Rusya ilişkilerinde yeni bir süreç devreye girecektir. Rusya-AB ilişkilerindeki karşılıklı bağımlılık aynı zamanda ABD-AB-Rusya ilişkisini yeniden şekillendirecektir. Örneğin, Rusya’nın ABD’nin Doğu Avrupa ülkelerine kurmayı düşündüğü ‘füze kalkanı’na misilleme olarak sınır bölgesine kısa menzilli İskender füzeleri yerleştirme planını askıya aldığını açıklaması, Obama yönetimiyle ilişkilerde yeni bir dönemin başlatılması gerektiğine ilişkin çok açık bir mesaj olarak algılanmaktadır. Örneğin, Obama’nın da aynı şekilde, Rusya’nın Gürcistan’a saldırdığı dönemde, rakibi gibi sert açıklamalar yapmaktan çok, yumuşak bir geçiş yaparak, gelecekteki ilişkilerin boyutu bakımından bir ön fikir vermişti.
Ortadoğu’da İsrail-Filistin sorunun çözümü, bölgesel politikalar bakımından artık kaçınılmaz hale gelmiş bulunuyor. Esasen İsrail lehine olmak üzere, Filistin’in bağımsız bir devlet olarak tanınmasına karşılık, Arap dünyasının da İsrail’i resmen tanıması ve diplomatik ilişkiler kurması, çözümün anahtarını oluşturacaktır. Bu sorun çözümlenmeden ABD’nin bölgesel politikaları uygulama şansı yoktur. Obama, 2009 yılında, bu sorunu Ortadoğu gündeminden çıkararak bölgesel ilişkilerde ciddi bir hamle yapacak ve ABD’nin etkinliğini artırmada önemli araç olarak kullanacaktır. İsrail ve Filistin arasındaki ilişkiler normalleşmeden, İsrail’in güvenliğinin sağlanmasının pek mümkün olmadığı bütün verilerle ortaya çıkmış durumda. Ayrıca, İsrail’in mevcut durumu, ABD’nin sırtında giderek artan bir yük olmaya başlamış durumda. Bu durum hem ABD, hem de İsrail tarafından da bilinmektedir. Bu nedenle İsrail’in genel çıkarlarına yanıt veren ve aynı zamanda ABD’nin bölgesel ilişkilerini güçlendiren genel bir çözüm herkesin işine gelecek gibi görünüyor. Obama ve Clinton ikilisinin bu sürecin çok daha hızlı aşılabilmesi için yoğunluklu bir diploması sürecine gireceklerini gösteriyor. Bu nedenle, ABD’nin uluslararası ilişkilerde ön plana çıkan diplomatlarından George Mitchell özel temsilci olarak atandı. İsrail-Filistin sorununun çözüm sürecinin altyapısını oluşturmak için görevlendirilmiş bulunuyor.
Irak’ta belirlenen periyot içinde önemli oranda çekilecektir. Pentagon bu yönde hazırlık yapmaya başladı. Zaten Irak topraklarında kalıcı üsler kurmak için yapılmış önemli anlaşmalar bulunuyor. ABD bir bakıma burada uzun vadeli merkez üsler yaratarak bölge coğrafyasını bir bütün olarak kontrol edecektir.
ABD’nin bölgesel politikalarının değişiminin merkezinde İran önemli bir yer tutacak. İran bir dönemler ABD’nin bölgedeki en önemli eksen ülkesi durumundaydı. 1979 yılında gerçekleşen İslam devriminden sonra iki ülke arasında ciddi bir kısım sorunlar yaşandı ve İran Bush yönetimi tarafından ‘şer ülkeler’ kapsamına alınarak hedef haline getirilen birkaç ülkeden biri oldu. ABD, İran’ın bölgesel gücünün farkındadır. Şii nüfusunun bölgedeki ağırlığı biliniyor. İran’ı küresel sistem içerisine çekerek, ona bir bakıma yeni roller vermek istiyor. Böylece, Lübnan, Irak, Pakistan, Afganistan, Azerbaycan gibi Avrasya’nın diğer ülkelerinde etkinliğini artırmanın bir aracı yapmak istiyor. Obama, ABD’nin İran politikasında belirgin bir değişikliğe gidecek. Bu adım aynı zamanda İran’ın iç politik durumunu etkileyeceği gibi ve Ilımlı Şii yöneticilerinin yeniden iktidara gelme olasılıklıları da oldukça yüksek. Örneğin Batı ile çok daha yakın ilişkilerin kurulmasından yana olan eski cumhurbaşkanı Hatemi’nin, liberal kanadın yeniden adayı olması tesadüfî bir durum değil. ABD’nin yeni BM Daimi Temsilcisi Susan Rice’ın, İran’ın nükleer programıyla ilgili olarak “İran’la doğrudan diplomasiyi de içeren, güçlü bir diplomasi yürütmeyi arzuladıklarını” belirtmesi İran politikasındaki değişikliğinin ipuçlarını vermektedir. Ayrıca Obama’nın İran cumhurbaşkanına göndereceği mektubun içeriğinden anlaşılacağı üzere, ABD’nin İran ilişkilerinde önemli bir adım atacağı ve diplomasiye yöneleceğine dair önemli veriler bulunmaktadır.
ABD’nin bilinen iki dış politika
uzmanı Robert Kagan ve William Kristol, Afganistan savaşı için yapmış oldukları değerlendirmede şunları vurgulamışlardı: “Bu savaş Afganistan’da bitmeyecek. Yayılarak, değişen şiddette olmak üzere birçok başka devleti içine alacak.”[9] Emperyalist küreselleşme stratejisi, doğal olarak talana ve yağmaya dayanmaktadır. Bunun için belirli kapitalist grupların uluslararası ilişkileri yeniden belirlemeleri bir bakıma zorunlu ve kaçınılmaz bir durumu oluşturuyor. ABD ile diğer gruplar arasında bir kısım farklılıklar bulunsa da, küreselleşmenin merkezinde bulunan AB (özellikle İngiltere, Almanya, Fransa), Avustralya, Kanada ve Japonya gibi ülkeler, ABD ile birlikte küresel sistemin egemenliği için fiilen ‘anlaşmış’ durumdadırlar. Afganistan’a yönelik askeri işgal operasyonunun esas amacının Taliban ve El Kaide olmadığı biliniyor. Küresel sistem güçlerinin öncelikli hedefi, ‘Hazar havzasından Ortadoğu’ ya, oradan Güneybatı Asya’ya kadar uzanan bir bölgede jeo¬politik’ güç ilişkilerinin yeniden belirlenmesinde etkin rol almaktır. Afganistan ABD’nin dış politikasında çok önemli bir yer işgal etmektedir. Bu süreç bir biçimiyle devam edecektir. Afganistan işgali bir küresel NATO işgalidir. Küresel kapitalist sistem bakımından Afganistan işgali çok önemlidir. Hem jeopolitik bakımından önemli hem de enerji yatakların kontrol ve taşınması bakımından önemsenen bir yer. Ancak bugün, NATO güçleri işgalci olarak bulundukları topraklarda çok ciddi ve de zor bir durumla karşı karşıyadırlar. Küresel düzenin ilk adımı olarak başlayan işgal, ciddi oranda başarısızlıkla sonuçlandı. Toptan kaybetme korkuları var. Obama yönetimi, Afganistan’da yeni bir askeri süreç başlatacaktır. Dikkatini bu bölgeye verecek. Çünkü Afganistan’ın kaybedilmesi demek Pakistan’ın durumunu çok ciddi oranda belirsizleştirecektir. Bu da dünya politik dengelerinin çok ciddi oranda etkilenmesi anlamına gelir. Obama, ‘yeni’ bölgesel politikalara bağlı olarak, küresel NATO güçleri yanında özellikle Çin, Rusya ve Hindistan’ı yeni sürece dahil etmek ve uluslararası bir konsensüs sağlamak için önemli bir adım atabilir.
ABD ile Türkiye ilişkileri sanıldığı gibi kötü durumda olmayacak. ABD, hem NATO içerisindeki konumu hem de bölgesel ilişkiler nedeniyle Türkiye’yi gözden çıkarmayacaktır, dahası çıkaramaz. Böyle bir lüksü de yok. Ancak Obama ve Cilnton’un, Türkiye’nin iç ve bölgesel politik durumunu doğrudan etkileyen ‘Kürt’ gerçeğine gözlerini kapama şansları da yok. Bu konuda Türkiye’ye yönelik bir kısım politikalar geliştireceklerdir. Dışişleri Bakanı Clinton’un, Kürtler konusunda bir kısım önerilerle Türkiye’yi ziyaret edeceği biliniyor. Bayan Clinton’un “Irak Kürdistan’ı ile Türkiye arasındaki ilişkilerin gelişmesi için çalışacağız. Bu ilişkiler bölgenin gelişmesi için önemlidir” biçimindeki değerlendirmesi, önümüzdeki süreçte çok daha güncel bir politika olarak gündemi belirleyecektir. Güney Kürdistan Federasyonu ile Türkiye arasındaki ilişkiler yeni bir boyut kazanacaktır. İkincisi, Türk devletinin Kürt realitesini çok daha ileri düzeyde kabul politikası geliştirebilir. Ancak sorunun merkezinde PKK gerçeği var. Bu konuda çok hızlı adımların atılması beklenmiyor. PKK’siz Kürtlere yönelik açılımlar olsa dahi PKK gerçeğini, kimse uzun vadede inkâr etme şansına sahip değildir. Bayan Clinton, PKK’nin mevcut gerçekliğine hiç de yabancı değildir. Belki de, ABD politikacıları içerisinde PKK’yi nispeten daha iyi tanıyan biridir. Bu durum, Obama yönetimi için bir avantaj da yaratabilir. Özellikle 31 Mart yerel seçimlerinden sonra, Türkiye’de bazı gelişmelerin olmasında, ABD’nin yeni dönem dış politikasının önemli bir etkisi olacaktır. Obama yönetimi İsrail-Filistin, İran ve Afganistan’daki gelişmelere paralel olarak, Türkiye’nin iç politik ve bölgesel politikalarına yönelik bir kısım hamleler yapabilir. ABD, bölgesel ilişkilere Türkiye’yi de dâhil etmek istiyorsa, iç politikada zorunlu olarak istikrarlı bir Türkiye’ye ihtiyaç duyacaktır. Bu sorunun merkezinde de Kürt realitesi bulunuyor. Burada belirleyici olan güç Kürt Toplumsal Hareketinin izleyeceği taktik politikalar ve uluslararası ilişkilerde geliştireceği diplomasidir.
11 Eylül 2001 sürecinden sonra, dünyayı tehdit eden ve ‘ya bendensin ya da karşıdasın’ politikası, esas olarak ABD’nin, bütün dünya haklarının demokratik ve devrimci kuvvetlerini etkisizleştirmek için izlediği temel bir stratejiydi. Özellikle Afganistan’ı ve Irak’ı işgal ederek bu ülkelerdeki gerici iktidarları, ’emperyalist şiddet’ yoluyla yıkarak yerine ‘demokrasi getireceğini’ söyleyen ABD’nin amacının ‘demokrasi’ olmadığı, ABD’nin Ortadoğu politikasının gerçek temeli, Dışişleri Bakanlığı eski görevlisi George Kennan tarafından açıklanmıştı: “ABD dünyadaki servetin yaklaşık yüzde 50’sine ama dünya nüfusunun sadece yüzde 6,3’üne sahip. Bu durumda kendimizi kıskançlık ve hınç nesnesi olmaktan kurtarama¬yız. Önümüzdeki dönemde gerçek görevimiz, ulusal güvenliğimize kalıcı bir zarar verdirmeksizin eşitsizlik konumumu¬zu sürdürmemize olanak sağlayacak bir ilişkiler modeli ge¬liştirmektir. Bunun için duygusallığı, hayalciliği büsbütün bı¬rakmamız gerekecektir, dikkatimizin her yerde doğrudan ulusal hedeflerimiz üzerinde yoğunlaşması gerekecektir. Özgecilik ve dünyaya faydalı olma lüksünü taşıyabileceğimi¬zi düşünerek kendimizi kandırmayalım. İnsan hakları, hayat standartları ve demokrasinin geliştirilmesi gibi belirsiz ve gerçekdışı hedeflerden söz etmeyi de bırakalım. Doğrudan kuvvet kavramlarıyla uğraşacağımız günler çok uzak değil. İdealist sloganlar bize ne kadar az ayak bağı olursa o kadar iyidir…”[10] Aktardığım bu pasaj, ABD için ‘demokrasi, hayat[11] standartları’ ve ‘insan hakları’ gibi argümanların hiçbir değeri olmadığını ve tersine bu tür kavramlara düşman olunduğunu ortaya koymaktadır. ABD’nin bugün Ortadoğu’yu işgal etmek için kullandığı ‘demokrasi’ yalanının arka planının da enerji kaynaklarının ve jeo-stratejik bakımdan önemli bölgelerin denetim altına alınması olduğu artık herkesin bildiği somut bir gerçek. Bush ve ekibini temsil eden Neo-concu hareketin politikaları fiilen iflas etti. ABD’nin 21. yüzyılın başlarında giriştiği savaşların faturası 4 trilyon doları aşmış bulunuyor. Savaşın bütün yükü Amerika halkına yüklendi ve bilinen kriz ortaya çıktı. Köle torunu Obama, ABD’nin hem içte, hem de uluslararası ilişkilerde kurtarıcısı olarak başkanlığa getirildi. ABD’nın işkence yönetim merkezi olarak işlev gören Guantanamo tutukevinin bir yıl içinde kapanması ve tutukluların sivil mahkemelerde yargılanmasına karar vermesi, CIA’nin işkence yöntemi olarak bilinen ‘ileri sorgulama tekniklerini’ yasakladığını açıklaması, esasen ABD’nin dünya halkları karşısında bozulan imajının yeniden tazelenmesidir.
Hangi biçimde ele alırsak alalım, ABD bakımından yeni bir dönem başlıyor. Dünya küresel kapitalist sisteminin lideri olan ABD’nin stratejik yönelimlerinde çok ciddi değişiklikler olmasa da, bölgesel politikalarında değişim bir bakıma kaçınılmaz hale gelmiş bulunuyor. Obama’nın arka plan akıl hocalarından Brzezinski, ilginç bir değerlendirme yaptı: “Dünya’da hiçbir imparatorluk sonsuza kadar yaşamamıştır. ABD imparatorluğu da, diğer imparatorluklar gibi yok olacak. Önemli olan bunun yerine neyin geleceğidir. ABD, dünyanın lider gücü olarak bunu şimdiden hesaplamalıdır. Şimdiden önlem alınmazsa, başkaları iktidarı ele geçirir ve o zaman gerçek felaket doğar.” Brzezinski’nin başkaları olarak kast ettiği ise anti-kapitalist güçlerdir. Obama’nın ABD’nin b
aşına getirilmesi, dünya küresel kapitalist sisteminin çok yönlü projelerinin bir sonucudur. Küresel barbarların, halkların özgürlüğü diye bir dertleri olmadığını bilmemiz gerek. Tarihsel gelişmeler, gerçekten onları zorlamaktadır. Ama onların çelişkilerini, çatışmalarını ve ekonomik krizlerini derinleştirecek uluslararası politik güçlerinin olması, bir bakıma küresel kapitalist güçlerin işini kolaylaştırmaktadır. Böylece Obama, küresel kapitalist sistemin ‘devrimci lideri’ olarak dünya kamuoyuna kabul ettirilip, dünya küresel sisteminin ve özellikle de ABD’nin politik prestijini yeniden kazanmanın bir aracı haline getirilmek isteniyor.
Tek alternatif çözüm, antikapitalist küresel hareketlerin dünyanın her yerinde geliştirilmesidir.
Dipnotlar:
1. Aktaran TURAN Talat Özel Savaş, Terör Ve Kontrgerilla, İstanbul, Tümzamanlar yay., 1995, syf. 101.
2. Aktaran GOLUB Philip S., Le Monde Dipolomatique. Sayı: 582 syf. 8.
3. Le Monde Diplomatique Türkçe baskısı, Kasım 2003.
4. age.
5. Aktaran GOLUB Philip S., Le Monde Dipolomatique. Sayı: 582 syf.8.
6. age. syf. 8.
7. age, syf.8.
8. Aktaran YILDIZOĞLU Ergin, Dinazorun Kuyruğu..11Eylül ve Yeni Roma, İstanbul, Remzi y., 2002, syf. 74.
9. Age, s. 75.
10. PİTT William R., Irak’a Savaş, Bush Yönteminin Bilmemizi İstemediği Gerçekler, İstanbul, Metis yay., 2002, syf. 135.
11. Brzezinski Z., Tercih, Hakimiyet mi? Liderlik mi?, İnkılap yay., İstanbul, 2006, s.24.