Yerel seçimler yaklaştıkça kapışmanın şiddeti de artıyor. Aday listelerinin kesinleşmesiyle birlikte dosya savaşlarının hızlanacağı bir dönem de başladı. Tarafların birbiri hakkında dosya bulma konusunda sıkıntı çekmeyecekleri görülüyor. CHP, Kılıçdaroğlu eliyle basın yoluyla dosya patlatırken AKP, CHP’li belediyelere polis operasyonları ile cevap veriyor. Son Sevigen ‘işgüzarlığı’ da göstermiştir ki, kapitalizm bir soygun düzenidir ve onu yönetenler […]
Yerel seçimler yaklaştıkça kapışmanın şiddeti de artıyor. Aday listelerinin kesinleşmesiyle birlikte dosya savaşlarının hızlanacağı bir dönem de başladı. Tarafların birbiri hakkında dosya bulma konusunda sıkıntı çekmeyecekleri görülüyor. CHP, Kılıçdaroğlu eliyle basın yoluyla dosya patlatırken AKP, CHP’li belediyelere polis operasyonları ile cevap veriyor.
Son Sevigen ‘işgüzarlığı’ da göstermiştir ki, kapitalizm bir soygun düzenidir ve onu yönetenler de hangi partiden olursa olsunlar bu soygunun içindedirler. Neoliberal dönüşümün bir parçası olarak yaşanan kentsel rantların sermayeye peşkeş çekilmesi sürecinde de “bal tutan parmağını yalamaktadır”. AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli Silivri Belediyesi’nde imar planında değişikliğe aracılık yaparak 1 milyon dolar cebe indirirken, CHP Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Sevigen, Beşiktaş Belediyesi’nde imar planında değişikliğe aracılık ya da Baykal’ın ifadesiyle ‘işgüzarlık’ yaparak 1 milyon doları cebe indirmeye çalışmıştır. Ama ikisini ayıran küçük “fark”, anlaşıldığı kadarıyla ikincisinin bu işi becerememiş olmasıdır.
Sevigen’in karıştığı tek kavga bu değildi. CHP’nin İstanbul İl Başkanı ve -böyle bir adaylık statüsü olmasa da- Büyükşehir Belediye Meclisi Başkan adayı Gürsel Tekin, ilçe belediye meclisi listelerinin ilk sıralarına kendi adamlarını koyamayınca kavga çıktı. İddialara göre kavgadaki hasmı ise ilk sıraları Tekin’e kaptırmayan Sevigen idi. Tekin, partisine oy kaybettireceği riskini umursamadan istifa tehdidini basına sızdırdı ve istediğini aldı. İlçelerdeki ilk sıra meclis üyelerinin önemi ise Büyükşehir’e gitmeleri ve orada komisyonlara girmeleri veya komisyonları seçmeleri. Böylece seçimin ilk galibi belli oldu. Gürsel Tekin, Kılıçdaroğlu seçimi kazansın kazanmasın kendi ekibini garantileme kavgası verdi ve kazandı.
AKP ise Ankara’da Keçiören depremi yaşadı. Melih Gökçek ile Turgut Altınok arasındaki Ankara Büyükşehir Belediye Başkan adaylığı ‘yarışının’ sonucunu meğerse bir kaset şantajı belirlemiş. Altınok’un bu yenilgiyi hazmedemeyip, son anda Keçiören adaylığından istifa edip Büyükşehir’e bağımsız adaylığını koyarak, kendisine kaset şantajı yapan Gökçek’e seçim kaybettirme girişimi, AKP’nin zirvelerinden -belki de Çankaya tepelerinin zirvelerinden- gelen telkinle (ya da yeni bir dosya, bir kaset şantajıyla veya bir bakanlık vaadiyle, belki de her ikisi birden) engellendi.
Esasen AKP ile CHP arasında cereyan eden, MHP’nin sadece bir-iki dosya ile zayıf şekilde dahil olabildiği yerel seçim düellosunda hiçbir yerel program gündeme gelmiyor, altı boş da olsa “vaatler” değil dosyalar havalarda uçuşuyor. (Sol bir programın ve söylemin ortalarda görünmediği bir ortamda toplum emekten yana söylemleri SP İstanbul adayı Mehmet Bekaroğlu’ndan duyar olmuştur.)
Bu düello Kürt illerinde ise aktör değiştirerek ve aktörlerin değişimiyle birlikte yöntem de değiştirerek devam ediyor. Daha önce Başbakan Erdoğan’ın “Diyarbakır’ı düşürme” sloganıyla yola çıktığı ama DTP’nin kitlesel protestosu sonucunda neredeyse insan yüzü görmeden gerçekleştirdiği başarısız gezinin ikincisi Diyarbakır’dan başladı. Başbakan T. Erdoğan ikinci tura başlamadan önce İmralı’da tadilat, TRT Şeş gibi “açılımlar” yaptı ve daha da önemlisi “Diyarbakır’ı düşürme” sloganını terk etti. Buradan Erdoğan’ın Kürt illerinde kapışmadan vazgeçmediği ancak beyaz eşya ve benzeri operasyonlarla oyların korunması noktasına gerilediği anlaşılıyor. (Sadece daha küçük bir hedef olarak “Tunceli’yi düşürme” planı öne çıkıyor).
Yerel yönetimlerde sol adına alınan inisiyatiflerin parlak sonuçlar üretebildiğini söylemek ise zor görünüyor. “Biz Varız” adıyla oluşturulan platformun program ve yöntem sorunları çözülemeyince etkili bir seçim kuvveti ortaya çıkartılamadı. Neredeyse her yerde DTP’nin kendi adıyla seçime girmesi ve ortak desteklenen adayların çok sınırlı sayıda çıkartılabilmesi, bu girişimin seçim sonrasında ortak mücadeleye taşınabilir kalıcı sonuçlar çıkarmasını güçleştiriyor. Bu sonucun ortaya çıkmasında DTP’nin ‘Batı’da da “Kürt sorunu ve savaş” başlığını ana eksen olarak belirlemesinin yanı sıra “halkın haklarını kazanma” eksenli program önerisinin diğer bileşenler tarafından anlaşılamaması ve kimi bileşenlerin böyle bir platformun amacını sadece DTP’nin seçmen gücüyle bazı yerlerde kendi adaylarını seçtirmekle sınırlı görmeleri de etkili olmuştur. Bileşenlerin politik çeşitliliği dikkate alındığında, “ortak başarının mümkün olduğu” yerlerde aday çıkartılarak ortak bir programın yaşama geçirilmesi mümkün iken “her yerde ortaklaşma” iddiasıyla birçok başarılı deneyim olanağı da feda edilmiştir.
***
İç siyasette tüm dikkatler yerel seçim gündemi üzerinde toplanmışken Obama’nın iş başına gelmesine de bağlı olarak bölgemizde bir dizi sıcak gelişme de yaşandı. Bu gelişmelerden en çarpıcı olanı Azerbaycan Hava Kuvvetleri Komutanı Rail Rızayev’in silahlı saldırı sonucu öldürülmesiydi. Azerbaycan’ın ikinci adamı olma çabasındaki Rızayev’ın yönetim içindeki Kafkas lobisiyle sürtüştüğü biliniyordu. Azerbaycan’ın Rusya’ya yakınlaşması Kafkaslar’daki Rusya-Ermenistan-İran aksına karşı planlanan Azerbaycan-Türkiye-Gürcistan aksının bir ayağını ortadan kaldıracak.
Diğer yandan Rusya bir süreden beri Asya’yı ‘düzenlemek’ doğrultusunda bir dizi önemli adımlar atıyor, daha önce birçok Doğu Avrupa ülkesini etkisine alan, buralarda üsler kuran ABD’nin bölgedeki etkisini sınırlayan ataklar gerçekleştiriyor. Doğalgazı küresel stratejisinin bir enstrümanı haline getirmek amacıyla, Petrol İhraç Eden Ülkeler Birliği (OPEC) benzeri bir “doğalgaz ihraç eden ülkeler birliği” kurmak için girişimler başlatıldı. Güvenlik alanında ise Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Türkmenistan, Ermenistan ve Beyaz Rusya’nın içinde olduğu NATO benzeri bir birliğin adımlarını attı. Bu gelişmelerden önce Özbekistan 2005’te Amerikan üssünü kapatmıştı, Rusya Gürcistan’a askeri müdahalede bulunmuştu. Bu gelişmelerin bir devamı olarak Kırgızistan, Manas’taki ABD üssünü kapattı ve ABD askerilerinin yerine Rus askerlerini yerleştireceği haberleri duyuldu. Pakistan ise bir dizi gelişmenin ardından Taliban’la anlaşmasından sonra ABD açısından güvenilirliğini iyice yitirdi. Bu gelişmeler ABD açısından bölgede pek parlak bir tablo sunmuyor. Bu koşullar altında, Asya’nın Hint Okyanusu’na bağlantısının kontrolü açısından da Afganistan’ın ABD açısından önemi daha da artmış görünüyor. Obama’nın, Rusya gezisi sonrasında, önce Gül’ü sonra da Erdoğan’ı aramasının ve Türkiye’yi bölge lideri olarak tanımlamasının ve Afganistan’a muharip güç istemesinin arka planında bu manzara var. Ayrıca Kırgızistan’ı terk edecek ABD askerlerinin Türkiye üzerinden geçişi için girişimlerde bulunulduğu, hatta ABD’nin Trabzon’da üs istediği gibi iddialar da bu manzara içerisinde daha fazla dile getiriliyor. AKP içeride sıkıştıkça dış siyaseti cilalayarak iç siyasetin malzemesi olarak kullanma yolunu seçip, Davos şovu seçim sath-ı mailinde yaşanan düşüşü dengelemede önemli bir rol oynarken şimdi de Obama’nın telefonu cilalanıyor. Somali’ye savaş gemisi gönderilmesi tezkeresi çıktıktan 3-4 gün sonra gelen o telefondan iletilen uğrusuz talepler ise gizleniyor.
***
Siyasal aktörlerin gündemi kendilerince belirlemeye dönük yoğun çabalarına rağmen ekonomik kriz baş aktör olmaya devam ediyor
. İşten atılmalar, işten atılma korkusuyla kabul edilen hak gaspları, ücretsiz izinler, kapanan kepenkler, yoksulluk ve yoksullaşma korkusu, haciz memurları toplumun ana gündemini oluşturuyor.
Kriz bir işsizlik krizi halini aldı. Artık her evde ya da yakınında bir işsiz var. Bu süreçte hükümet-sermaye bloğu krizin tüm yükünü emekçilere yükleyecek planlarını işletiyor. Üstelik bunu toplumsal uzlaşma adı altında bazı sendikaları da ortak ederek yapıyor: Hükümet, sermaye temsilcileri ve sendikaların yer aldığı “üçlü danışma kurulu”nun tavsiyesi ile yasalaştırılan “kısa çalışma ödeneği”, işsizlik fonunda biriken 30 milyar doları aşkın paranın sermayeye sıcak kaynak olarak aktarılmasını sağladı. Bir süredir işlerliğini yitirmiş “Ekonomik Sosyal Konsey”in iki ayda bir toplanması kararı da alınarak emeğe karşı bir saldırı mutabakatı oluşturulmaya çalışılıyor. Bunların yanında ve daha da önemlisi, Türk-İş merkezi vasıtasıyla, emek hareketinin AKP ve sermaye karşıtı bağımsız bir güç olmasının önüne geçilmeye çalışılıyor. 15 Şubat Kadıköy Mitingi de gösteriyor ki Türk-İş Genel Merkezi’nden işçi sınıfına hayır gelmez, gelmiyor.
AKP, gerilemesinin bu yerel seçimlerden başlamaması için önceden hesaplarını yapmış, yerel yönetimlere aktardığı kaynağı 2002’den 2008’e 5 kat artırmıştı. Sosyal devlet yerine neo-liberal sadakacı devlet uygulamasının en pervasız uygulamalarına tanık oluyoruz, olmaya da devam edeceğiz. Ancak 29 Mart sonrasında krizin etkisi, IMF’li veya IMF’siz emek düşmanı bir programla, frenine aniden basılmış araba misali, halk tarafından çok daha fazla hissedilecek gibi görünüyor. Bu yüzden yerel seçimlere dair çalışmalar, aynı zamanda seçim sonrası saldırılara karşı mevzileri güçlendirme, safları tahkim etme açısından büyük önem taşımaktadır.
Bu açıdan değerlendirildiğinde yerel seçimlere dönük dile getirdiğimiz üç temel hedeften olan solun birliğinin sağlanması kısmi olarak başarılmıştır. Ancak halkın haklarının propagandası ve kısmi de olsa kazanımlar sağlanması hedefi ve AKP’nin geriletilmesi hedefi önümüzde durmaya devam etmektedir. Yerel seçimlerde halkın haklarının ve şartlarının propagandasının yanı sıra, halkın muhtarlarını seçtirmek mütevazi ancak seçim sonrasında anlamı daha iyi ortaya çıkacak çabalar olarak görülmelidir.
İşsizleri, işsizlik korkusu taşıyanları, yoksulları, yoksullaşma korkusu taşıyanları ortak talepler ve ortak bir mücadele programı etrafında harekete geçirebilecek bir hedef konmalıdır. İşsizlerin ve sürekli işsizlik tehdidi altında yaşayanların buluşturulup bir güç haline dönüştürülmesi önemli bir görev olarak önümüzde duruyor. İşten atılmaların yasaklanması -yani iş güvencesi-; herkese onurluca yaşamını sürdürebileceği bir iş; işçilerin ve işsizlerin krizin altında ezilmemesi için asgari ulaşım, su, elektrik, ısınma, beslenme giderlerinin karşılanması; sağlık hakkından koşulsuz ve parasız faydalanılması; eğitimin -okul dışı dahil- tüm giderlerinin devletçe karşılanması; okullarda elektrik, su, doğalgazın parasız olması (seçim için her tarafa kömür dağıtılırken okulların yakacaksız kalması, ‘takdire’ ve teşhire şayan bir rezalettir) gibi talepler etrafında bugünden bir eylem planı oluşturulmalıdır. Bu taleplerin önemli bir bölümünün yerel yönetimlerin yetki alanına girdiği düşünülürse, yerel seçim sürecinde atılacak adımlar açısından, Eskişehirli Halkevcilerin Halk Kürsüleri, Öğrenci Kolektifleri’nin ve Adanalı Halkevcilerin müdahaleleri örnek alınmalıdır.
Mart ayının seçim curcunası içerisinde 8 Mart eylemleri ve Dünya Su Forumu protestolarının gölgede kalmasına izin verilmemeli, bu etkinlikler halkın hakları bilincinin oluşturulması perspektifiyle ele alınan etkinlikler olarak da değerlendirilmelidir.