Teyzem, Türkiye’nin ilk ağır ceza reislerindendi. Adana gibi belanın üstüne giden insanlarıyla meşhur bir kentte yıllarca ağır ceza reisliği yapan biri kaç kalem kırmıştır, kaç kez yanlış karara hükmetmiştir kim bilir? Açıkçası şimdiki aklım olsa didik didik ederdim verdiği kararları; o yıllarda Adana’nın görkemli evlerinden birinde yaşayan ağır ceza reisinin, işten kalan zamanının neredeyse tamamını […]
Teyzem, Türkiye’nin ilk ağır ceza reislerindendi. Adana gibi belanın üstüne giden insanlarıyla meşhur bir kentte yıllarca ağır ceza reisliği yapan biri kaç kalem kırmıştır, kaç kez yanlış karara hükmetmiştir kim bilir? Açıkçası şimdiki aklım olsa didik didik ederdim verdiği kararları; o yıllarda Adana’nın görkemli evlerinden birinde yaşayan ağır ceza reisinin, işten kalan zamanının neredeyse tamamını fotoroman okuyarak geçirdiğini akla getirince, hayal dünyasından ağır ceza gerçekliğine geçerken telafi edilemez hatalar yapılması ne kadar ihtimal dahilindeyse, pembe dizi kıvamındaki cep fotoromanların belki hayatı değil ama kavuşmalar, ihanetler, entrikalar ve illa ki gözyaşlarıyla tarifini bulan aşkı kolay anlaşılabilir bir formatta okuyucuya sunduğu da bilinmelidir. Buradaki soru, çocuk aklımızla bizi cezbeden fotoromanların ağır ceza reisi yetişkin bir kadını nasıl içine çekebildiğidir.
O zaman fark etmemiz mümkün değildi bunu; çocuktuk. Büyüdük, ancak bu sefer de fotoromanlar hayatımızdan çıktı. Şimdi her şey daha zor; şimdi her şey ancak zorlaştırılarak korunabiliyor. Bu bizim tercihimiz değil; bu bize dayatılıyor. Hayat zorlaştırılıyor; iktidarların bekası böyle sağlanıyor. İktidar, yoksullaştırmaya ve cezaevlerine bu yüzden ihtiyaç duyuyor; yoksulluğun ve cezaevinin yarattığı ağırlığın insanları boğmasından medet umuyor. Bunun için kentleri seçiyor iktidar; bizi evlerimizin içinde, sokaklarda, meydanlarda boğmaya çalışıyor. Kentleri ucubeye çeviriyor. Çirkinliğe teslim olmamızı istiyor.
Paramızla rezil oluyoruz misali; hem ulaşıma tonlarca para ödüyoruz, hem de işimize, evimize ulaşamıyoruz. Kuzine sobalı günleri arıyoruz. Hani üstünde yemek pişirdiğimiz, pişirirken evimizi ısıtan. Şimdi doğalgaza mahkûm bir hayat sürüyoruz; cendere misali sıkışıp kaldık, ne kuzineye geri dönebiliyoruz ne de doğalgaza gücümüz yetiyor. Su ise neleri çağrıştırıyor bizlere; çeşmeden kana kana su içtiğimiz çocukluğumuzu mu, havanın suyun bedava olduğunu yazan eski zaman şiirlerini mi? Şiir mi dediniz; barınma hakkı mı dediniz; kentsel dönüşüm mü dediniz. Gülten Akın’ın şiirleri ne güne duruyor. “Evleri Yüksek kurdular / Önlerinde uzun balkon / Sular aşağıda kaldı / Aşağıda kaldı ağaçlar / Evleri Yüksek kurdular / On Bin basamak merdiven / Bakışlar uzakta kaldı / Uzakta kaldı dostluklar / Evleri Yüksek kurdular / Cama, betona boğdular / Usumuzdaydı unuttuk / Topraktan uzakta kaldı / Toprağa bağlı olanlar”
İşte en çok da bu koyuyor insana! Kuzineyi, dostluğu, çocukluğu, iğde ağaçlarının kokusunu, devrimi özlemek muteber sayılmıyor. Beton yığını kentlere ve yalnızlığa teslim olmamız isteniyor. Yerel seçimlerde yerel yöneticiler değil sanki bizi kimin teslim alacağı oylanıyor. Öyle bir zorlaştırılıyor ki kentlerde hayat, halkın kendi başına bu işin altından kalkamayacağı yanılsaması yaratılıyor.
Oysa hayat ne kadar sade, ne kadar anlaşılır; tıpkı devrim gibi.
Oysa kentler ne kadar büyük, ne kadar ferah; tıpkı kalbimiz gibi.
Şimdi soru şu: Kalbimizi sıkıştıranlara inat; ‘ferman ilbeyininse, meydanlar bizimdir.’ diyebilecek miyiz?
Demek lazım; bunu başarmak lazım. Kalplerimizi ferahlatmaya muktedir olanların meydan okudukları meydana yüzümüzü çevirmek lazım.
Bir sempozyumun fotoromanı
Meydan, İnşaat Mühendisleri Odası Teoman Öztürk Toplantı Salonu’dur. Meydana konulan kürsünün üstünde “Yerel Yönetimler, Kriz ve Halkın Hakları Sempozyumu” yazmaktadır. Ev sahibi Halkevleri’dir. Meydan gücünü, Mamak’ta mahalleliler tarafından verilen ismiyle “Su Hakkı Meydanı”ndan almaktadır. Hani, her su kesintisi işkencesi başladığında halkın kendiliğinden birikip Gökçek’i protesto ettiği…
Programın sunuculuğunu yapan arkadaşımızın ismi Çağrı’dır. Kürsüye her çıktığında neşesi ve enerjisi meydana sirayet etmiştir. Kürsünün soğuk çağrışımına inat gülümseyerek de bu işin yapılacağını dosta düşman göstermiştir.
Tanıyanlara soruyorum; tanımayanlardan, verilen yanıta dikkat kesmelerini istiyorum. Uzun yıllar Halkevleri Genel Başkanlığı yapan, şimdi de yerini İlknur Birol’a bırakarak, Halkevleri Danışma Meclisi Başkanlığı görevini üstlenen Abdullah Aydın’ın başlangıcı yaptığı bir işte maksadın hasıl olmaması mümkün müdür? Ya açılışta yaptığı konuşmada, “Ezilenlerin, yoksulların sesi olarak halkın bağımsız inisiyatifini ortaya çıkarmayı amaçladıklarını” söylerken, bunun adet yerini bulsun, iki çift laf edeyim de dostlar alışverişte görsün edasıyla yaptığına inanılır mı? Politik ifadeyle; irade beyanıdır. Popüler ifadeyle; bir bildiği vardır.
Halkevleri Genel Başkanı İlknur Birol beklendi, Ankara’ya gelecek ve Halkevleri adına açılış konuşması yapacak diye. Malum mevsim kış, yatak döşek hasta olduğu haberi geldi, biz kendisini beklerken. Onu temsilen Halkevleri Örgütlenme Sekreteri kürsü aldı. Genel Başkanın gelememesinin yarattığı burukluğu ancak Anadolu’nun bağrından bir delikanlı giderebilirdi; öyle de oldu. Biz İlknur Birol’u unuttuk, Samut Karabulut’un şu sözlerinin anlamını çözmeye koyulduk: “Söz, yetki, karar sürecini hayata geçiren kolektif bir yerel yönetim anlayışıyla hak mücadelelerinin yükseltilmesi gerekmektedir.”
Aşka tanıksa bir kent, içimizi ferah tutmanın zamanıdır; aşk kazanacaktır. Yoksulların, kaybedenlerin sofrasında yerini almak ise galibiyeti tescil etmektir.
Nadide çiçekler oturumu
Soldan sayıyorum: Halkevleri MYK Üyesi Dilşat Aktaş, Halkevleri Danışma Meclisi Üyesi Yalçın Gülerman. İkisiyle Sempozyum Düzenleme Kurulu’nda ilk kez ortak mesai yapma şansı buldum. Yalçın Gülerman’a ilk fırsatta sormam gerekiyor, bu kadar sakin olmayı ve en gergin anda gülümsemeyi nasıl başardığını. Soru Dilşat Aktaş’a değil kendimize: Dilşat’tan beş değil de neden bir tane var?
Soldan saymaya ve soru sormaya devam ediyorum: Üniversitelerde kaç solcu öğretim üyesi kaldı? Filiz Zabcı ve Fuat Ercan mutlak korunması gereken nadide çiçektir; fikre ihtiyaç duyulduğu her seferinde kapılarının çalınması boşuna değildir. Bize düşen, neden olduğumuz fiziki ve kafa yorgunluğu için özür dilemektir.
Saltanata son de oturumu
Rapçi çocuklar Ankara’da ilk kez, Halkevleri tarafından düzenlenen 2 Kasım mitinginde sahne aldı; Rap tarzına pek de alışık olmayan mitingcilerin şaşkın bakışları arasında. Yine hayretle karşılandılar, meydanın orta yerinde hızlı hızlı şarkı söyleyen çocuklar. Salondakiler şarkı sözlerini anlayabildi mi bilmem ama sahneden indiklerinde benim aklımda şu sözler kaldı: “Hadi canım sen de saltanata son de.”
Ağzından bal damlayanlar oturumu
Sosyal belediyeciliğin tasfiye edilmesine, dilencileştirme politikalarına
, güvencesiz çalıştırılmaya, neoliberalizmin tılsımlı kavramı yönetişime ve kentlerde neoliberalizmin beşinci kol faaliyetini yürüten kalkınma ajanslarına direniş hattı; yine soldan sayıyorum: Metin Özuğurlu, Aziz Konukman, Sonay Bayramoğlu, Yasemin Özdek, Arzu Çerkezoğlu. Diğerleri ile bir şeyler söylemek haddim değil ama Metin’le ilgili iki çift lafım var. Yeniyetmelik yıllarını birlikte geçirdiğimiz, Mamak’ta mahkemeye gidip gelirken küçük bir dokunuşla özlem ve sevgi beyanında bulunduğumuz Metin’in, söylediği bütün doğrulardan azade, ağzından bal damladı yine.
Bugünün değil geleceğin oturumu
Dikmenli ve Mamaklı çocuklar yine sahne aldı. Vakti zamanında, Birgün’de yazarken yine konu etmiştim yoksul çocukları. Halkevleri Genel Kurulu çocuk korosuyla başlamış, “yoksul çocuklar sahne alırsa tarih yazacaktır bunu” diyerek aslında tarihe not düşmüştüm. Yüzlerinde gül gibi açan gülücüklerin kalbimizde bıraktığı izi yeniden yeşerttiler. Çocuklar böyle güldükten sonra her kim yenilgiden söz ederse alnını karışlamak gerek.
İşte çocuk korosunun mesajı: “Çarşıya vardım pirinç aradım/ pahalandı dediler şaşırdım kaldım/ çarşıya vardım, mercimek aradım/ pahalandı dediler şaşırdım kaldım/ tayyip şiş göbekli, ben cüce kaldım/ nideyim, nideyim, nerelere gideyim/ halkın hakları var ben de gideyim/ Çarşıya vardım, evimi aradım/ yıkılacak dediler, şaşırdım kaldım/ melih şiş göbekli ben cüce kaldım/ nideyim, nideyim, nerelere gideyim/ halkın hakları var ben de gideyim”
Paris Komünü’nden Fatsa’ya; Brezilya Topraksızlar Hareketi’nden Dikmen Vadisi’ne Oturumu
Paris Komünü’nü Hakkı Zabcı anlattı; Aydın Akyazı Fatsa’yı, Latin Amerika’yı Metin Yeğin, evsizler hareketinin bir benzerinin hayata geçirildiği Dikmen ve Mamak’ı Ender Büyükçulha taşıdı yerel yönetim meydanına. Ali Demirhan, Latin semalarından Türkiye semalarına yolculuğun olabilirliğini anlattı.
Meydan o an hareketlendi; gerçek anlamına kavuştu. Metin Yeğin, Submarcos’a, Türkiye’den ve Fatsa’dan söz ettiğini aktardı; Sonuç Bildirgesinde yer alan şu satırların ne anlama geldiği o an belli etti kendisini: “Bu topraklarda, insanca yaşamın vazgeçilmezi olan haklarına sahip çıkacak halk iradesi mevcuttur.”
Anadolu’nun devrimci damarı dün Fatsa’da açığa çıkmıştı; bugün Dikmen’e taşıdı kendisini. Yarın ‘devrim hakkı’ için meydanları zapt etmek üzere harekete geçecek.
Bozuk düzeni tersine çevirenler oturumu
Metin Yeğin konuştu; sonra Dikmenliler meydanı boşaltıp sokakları doldurdu. Bir ‘yürüyüş eylediler’ belediyeye doğru. Hakkı Zabcı, Dikmenliler meydana girdiğinde ayağa kalktı ve “sizlere teşekkür ediyorum; sizleri ayakta alkışlıyorum” dedi. Tıpkı zamanında Fatsalıları alkışladığı gibi.
Metin Yeğin, “söz yetki karar halka; iktidar çöpe” dedi. Sonra halk konuştu: “Şimdi herkes sussun biz konuşacağız. Bu kentler, bu meydanlar, bu sokaklar bizim diyenler konuşacak. Şimdi krizin en çok vurduğu kent yoksullarına geldi sıra.”
Meydanda bir terslik vardı. İlk gün katılım azdı, ikinci gün çok. Bu bir terslikti terslik olmasına ama bir başka doğruya işaret ediyordu. Çünkü meydanda, bu kötü düzeni tersine çevirecek, bu bozuk düzeni ters yüz edecek bir irade çıktı açığa.
Ağız dolusu gülenler oturumu
Uzun söze ne gerek; Nermin Fenmen, Tayfun Çınar, Serhad Savaş ağzı dolusu gülüyor. Sizce yanılgı payı var mı söylediklerinde?
Solukları kesilenler; sular selle gibi konuşanlar oturumu
“Şimdi herkes sussun biz konuşacağız” dediler demesine ama konuşurken solukları kesildi, nefesleri heyecanlı hallerini gizlemeye kâfi gelmedi. Aksi olsaydı, iğreti duracağı kesindi. Kürsü erbabı değil, hayatın mahiriydi onlar.
Tabiî ki heyecanlı olacaklardı, tabiî ki nefesleri kesilecekti. Olumsuzluk hanesine yazılmadı yutkunmaları. Asıl heyecan yitirildiğinde korkmalı insan; ne oluyor bize…
Önce bir işçi konuştu; nefesimizi tutup dinledik; konuşurken nefesi kesildi.
Sonra bir kadın konuştu; nefesimizi tutup dinledik; konuşurken nefesi kesildi.
Sonra çocuklar konuştu. Biz yine nefeslerimizi tuttuk ama onlar sular seller gibi konuştu. Çünkü oyun alanları istediler, ev istediler, okul istediler, park istediler.
Kiraz zamanı oturumu
Paris Komünü’nü anlatan Kiraz Zamanı isimli şiirin okunmasını Hakkı Zabcı istedi. Okuması, o tok ve güven veren sesiyle Halkevleri MYK üyesi Özgür Tüfekçi’ye düştü.
“Kiraz zamanındaysanız eğer / ve korkuyorsanız kederli aşklardan / sakının güzellerden / dayanılmaz acılardan korkmayan ben / yaşayamayacağım bir gün olsun acı çekmeden / denk gelirseniz bir gün kiraz zamanına / bilin düştüğünüzü çoktan acılı aşklara / seveceğim daima kiraz zamanlarını / kalbimde açık bir yara gibi taşıdığım o zamanı / talihin sundukları / asla dindiremeyecek acımı
seveceğim daima kiraz zamanlarını / ve yüreğimde sakladığım anısını”
Meydan okuma oturumu
Meydanda yankılanan son sözler: “Bizler kentlerdeki yaşamımızı cüzdanımızın hacmine ya da il beyinin ihsanına tabi olarak sürdürmeyi reddediyoruz. Siz İl beyi iseniz, biz de Köroğluyuz. Ferman beyin ise meydan halkındır. Bu topraklarda, insanca yaşamın vazgeçilmezi olan haklarına sahip çıkacak halk iradesi mevcuttur. Halk haklarına sahip çıkacak, emperyalist-kapitalist sömürünün kapalı av alanına dönüşen kentleri sosyalizmin fideliği kılacaktır.”