Tomris Giritlioğlu’nun ‘Güz Sancısı’ filmi, ulusalcılıkla evrensel demokratik değerler arasında tercihe zorlanan günümüz Türkiye’sinde demokratikleşmeyi cesaretlendiren önemli bir katkı Türkiye’de oldukça uzun bir zamandır liberal, demokrat ve muhafazakâr kamusal entelektüeller arasında kimilerine göre “ittifak” olarak tanımlanan bir söylem birliği var. Bence, ittifak kelimesi içinde örgütsel ilişkiler de ima edildiğinden, var olan ilişkiye “dirsek teması” demek […]
Tomris Giritlioğlu’nun ‘Güz Sancısı’ filmi, ulusalcılıkla evrensel demokratik değerler arasında tercihe zorlanan günümüz Türkiye’sinde demokratikleşmeyi cesaretlendiren önemli bir katkı
Türkiye’de oldukça uzun bir zamandır liberal, demokrat ve muhafazakâr kamusal entelektüeller arasında kimilerine göre “ittifak” olarak tanımlanan bir söylem birliği var. Bence, ittifak kelimesi içinde örgütsel ilişkiler de ima edildiğinden, var olan ilişkiye “dirsek teması” demek daha doğru. Bu yazıda, söz konusu dirsek temasının bittiği noktaları gündeme getireceğim. Bunu yapmadan önce, iki konuya açıklık getirmek gerektiğini düşünüyorum: Birincisi, -her ne kadar AKP’yi içeriden dönüştürmek konusunda değerli bir işlevleri olduğunu düşünsem de- liberal ve demokrat kamusal entelektüellerden söz ederken, doğrudan cemaat örgütlenmelerinin içinde yer alan ya da AKP’nin içinden bizlere hitap eden kamusal entelektüelleri dışarıda bırakmak ve “bağımsız” söylemini sürdürebilenlere odaklanmak gerekiyor. İkincisi, liberal ve demokrat olarak tanımlanan kamusal entelektüellerin çoğunun, özellikle de sosyalist düşünceye yakın duranların arasında son derece önemli farklar olduğunun ve birçoğunun aslında “liberal” ifadesini kendisine yakıştırmadığının da altını çizmek gerek. Ancak, herkesi çekmecelere yerleştirmeyi, olguları basitleştirmeyi pek seven, liberal ve demokrat arasındaki farkları görmezden gelen magazinel basının bu yakıştırmasına neredeyse kamusal entelektüeller de alıştılar. Elbette ki “demokrat” kamusal entelektüeller sosyal adalet konularına “liberal” olanlardan çok daha fazla duyarlı. Bu ince ayrımlar, kutuplaşmanın egemen olduğu günümüz Türkiye’sinde önemlerini yitiriyor.
Dirsek temasının tarihi
Türkiye’de liberaller ve muhafazakâr/Müslüman kesim arasında yaşanan dirsek temasının kökleri ve yansımaları çok eskilere gidiyor. Benim aklıma ilk olarak 1930’ların liberallerinden Ahmet Ağaoğlu’nun kendisini Menemen olayı sırasında dinci gruplar ile işbirliği yapmış gibi görenlere yönelik tepkisi geliyor. Ağaoğlu, Serbest Fırka Hatıraları’nda tepkisini şöyle dile getirir (s.220): “Az daha Derviş Mehmet’le iştirakimiz iddia edilecek!!!” Bu dönemde liberaller, dincilerle işbirliği yapmakla suçlanıyor ve ister istemez bu durumdan dolayı dehşete düşüyorlardı. Üstelik Ağaoğlu, her şeye rağmen İttihatçı düşünceyi içine sindirmiş bir liberaldi. Onun liberalliği sonradan, biraz da Mustafa Kemal’in teşvikiyle gündeme gelmiş, ancak o bu çizgiyi esas Serbest Fırka deneyimi sonrasında içselleştirmiş ve benimsemişti. Bunun daha da öncesinde, benzer bir suçlama, İttihat ve Terakki içindeki liberal kanadın başını çeken ve Ağaoğlu gibi İttihatçı bir liberalliği savunmak yerine “İttihatçı kanada karşı bir liberalliğin” sözcülüğünü yapan Prens Sabahattin’e de yöneltilmiş; sonuçta Prens Sabahattin 31 Mart Olayı’nda şeriat isteyenlerle ilişkilendirilerek tutuklanmıştı. Özetle, Türkiye’de devlete egemen olan İttihatçı zihniyete muhalif olan herkes, yeri geldiğinde aynı torbanın içine atılıyor. Son dönemde seçim sisteminin ve yüzde 10’luk yüksek baraj uygulamasının da katkısıyla muhalefet bir türlü çeşitlenemiyor. İttihatçı, militer düşüncenin siyasete hep taraf olduğu bir ülkede, onun karşısında yer alanlar kendi aralarındaki mesafeyi muhafaza etmekte zorlanıyorlar. Bu durum Türkiye’de muhalefet geleneğinin en önemli zayıflığı olarak karşımıza çıkıyor.
Günümüzde de, liberal ve demokrat olan kamusal entelektüellerin zaman zaman, Ağaoğlu’na benzer bir şekilde “az daha Derviş Mehmet gibi dinciler ile iştirakimiz iddia edilecek” şeklinde tepkiler gösterdiklerini ancak yine de dinci gruplarla ilişkilendirilmekten kurtulamadıklarını görüyoruz. Ortada böyle bir gelenek var; onlar, anlatmaktan dillerinde tüy bitse de bu yakıştırmalara maruz kalmaya devam ediyorlar. Sabır dilemekten başka yapacak bir şey yok. Ancak bazı anlar var ki, liberal ve demokratlar ile muhafazakâr kamusal entelektüellerin söylemleri arasındaki zıtlık çok açık bir biçimde göze görünüyor. İşin içine kadınlara dair değerlendirmeler girdiğinde ise aralarındaki farklar iyice su yüzüne çıkıyor. Bu durumu, yeni izlediğim, Tomris Giritlioğlu’nun yönetmenliğini yaptığı Güz Sancısı filmine ilişkin basında çıkan bazı değerlendirmelere atıf ile açıklamaya çalışayım.
Temas nerede bitiyor?
Türkiye’de Cumhuriyet tarihinin utanç sayfalarından biri olan, gayrimüslimlerin dükkanlarının, mallarının yağmalandığı 6-7 Eylül olaylarına ışık tutan Güz Sancısı filmiyle ilgili düşüncelerim, Erol Katırcıoğlu’nun Radikal’deki köşesinde (24/01/2009) yazdıklarıyla birebir örtüşüyor. Değerli dostum Katırcıoğlu, son derece içtenlikle, içine çocukluk hatıralarını da katarak yazdığı yazıda bu filmi, toplumun değişim sancısına -baş karakterlerden Behçet (Murat Yıldırım) gibi- “seyirci” kalmak istemeyenlerin önünü açan önemli bir “katkı” olarak değerlendiriyor. Bence de Güz Sancısı, ulusalcılıkla evrensel demokratik değerler arasında tercihe zorlanan günümüz Türkiye’sinde demokratikleşmeyi cesaretlendiren önemli bir katkı. (Açıkçası Issız Adam filminde ağlayan arkadaşlarıma katılamadığım için acaba çok mu yaşlandım ve katılaştım diye hayıflanırken, Güz Sancısı filmiyle hâlâ ağlayabildiğimi gördüm ve beni bireylerin varoluşsal sorunlarının değil -ki bunları asla küçümsemiyorum- insanlığımdan utandığım anların ağlattığını fark ettim.)
Yeni Şafak gazetesinde (25/01/2009) Ali Murat Güven’in yönettiği (sadece “yöneten” yazdığı için yazar da kendisi mi anlayamadım) sayfada çıkan yazı ise filmi bambaşka bir şekilde okuyor. Bir kere bu yazı Tomris Giritlioğlu’nu oldukça rahatsız edici bir dille eleştiriyor. (İnsan böyle bir dilin kullanılması filmin yönetmeninin kadın olması ile ilgili mi diye düşünüyor). Yazar, Giritlioğlu’nun yemeyip içmeyip milliyetçi-muhafazakâr çizgideki Türklerin ne kadar kötü insanlar olduklarını anlatmaya çalıştığını varsayıyor.
Yazara göre 6-7 Eylül, 1955’te “Eni boyu birkaç bin gözü dönmüş insanla sınırlı olan,” “sevimsiz” bir olay ile karşı karşıyayız. Gene yazara göre, Giritlioğlu’nun filmi bu “sevimsiz” olayı abartıyor ve hatta gereksiz yere bizlere hatırlatıyor. Daha da önemlisi, yazıda “sanatçı”ların böyle olayları “hatırlatmaya” değil “unutturmaya” yardımcı olmaları gerektiği gibi bir tez öne sürülüyor, ki açıkçası bunun resmi devlet söyleminden hiçbir farkı olmadığı çok açık. Yeni Şafak yazarı, geçmişte yapılan böylesi kötülükleri unutup, benzerlerini tekrarlama riskini de göze alarak yola devam etmek gerek demek istiyor sanırım. Yazar bu olayları hatırlatan “mazohist bir sinemaya sahiden de gerek var mı” diye de soruyor. (Ben bir de ağladığıma göre kaçıncı dereceden “mazohist” oluyorum acaba diye düşünmedim değil). HİÇBİR liberal ya da demokratın böylesi düşünceleri onaylamayacağını söylememe herhalde gerek yok. Ama daha bitmedi. Deyim yerinde ise “zurnanın zırt ettiği” yere şimdi geliyoruz.
Yazarı esas kızdıran şey, filmde Beren Saat’in oynadığı ve büyükannesinin zoru ile fahişelik yapan, kırılgan, bebeksi Rum kızı. Elbette ki film, fahişelerin genelde gayrimüslim kadınlar olarak gösterilmesine katkıda bulunduğu için eleştirilebilir. Ancak Yeni Şafak’taki yazarın eleştirisi bambaşka bir noktadan hareket ediyor. Yazara göre, fahişe olunca artık “masum” olmak şansı yitiriliyor. Şöyle diyor yazar: “…her Allah’ın günü farklı bir bürokratı yatağına alarak işi
ni büyük bir kaşarlanmışlık içinde yürüten genç bir fahişe ve yönetmen de ona yakıştırdığı ‘çocuksu masumiyet’i, kahramanı yatakta icra-ı sanat eylerken eline bir lahana bebek vererek anlatmaya kalkışıyor”… “Hanım kızımız, tahrik edici erotik giysilerini kuşanarak, evinde tam bir meslekî profesyonellik içinde habire konuk ağırlamasını pek iyi biliyor; fakat aynı zamanda bir melek kadar saf kalmanın da formüllerini bulmuş. Fahişeliği âdeta okul sonrası saatlerde köşedeki tuhafiyecide part-time tezgahtarlık yapan bir liseli kız edâsında yürüten masumluk anıtı bir kahraman…
Yürüyün gidin Allah aşkına yahu!” Benim bu satırları okuduğumda nutkum tutuldu. Erkek egemen bir ülkede yaşadığımızı biliyoruz tabii ama fahişeleri insan olmanın dışına iten bu bakış açısı, bu alenen aşağılayıcı dil… İşte bu an, dirsek temasının bittiği, hatta hiçbir zaman başlamadığı anın resmidir. Böylesi anlardır ki zaten bu imkansız birlikteliğin daha en baştan sonunu getirmiştir. Değil bu satırlardaki düşünceleri onaylamak, zaten hiçbir liberal ya da demokratın aklına böylesine bir çerçeve içinden düşünmek bile gelmez. Genelde ayrıntılarda yakalamayı kendime iş edindiğim erkek egemen dilden bin defa daha beter, fazlasıyla aleni bir duruş bu. Tahammül ötesi bir ahlakçılık. Bu yaklaşımla dirsek filan temas edemez.
Zeytinyağı ve su gibi bir ayrışmadır bu. “Biz zaten söylemiştik” diyenlerle tartışmaya girmek anlamsız. Liberal ve demokratların da çoğu zaten hep söylemişlerdi ama kutuplaşma ortamından nasiplerini alıp, ait olmadıkları dehlizlere itildiler; Ağaoğlu’nun ifadesi ile “az daha Derviş Mehmet gibilerle iştirakleri” iddia edildi. Artık dirsek temasını olanaksız kılan böylesi anlara odaklanmanın, muhalefeti çeşitlendirmenin ve mesafeleri koymanın zamanı çoktan geldi. Muhafazakâr kesimle ittifaklara yelken açmış olan liberal ve demokratların bilmesinde fayda var: Başkasının gemisinde demokrasi yolculuğuna devam etmek giderek daha da olanaksız görünüyor.