Televizyonda Kürtçe yayının tartışıldığı 2000 yılında yazdığım bir yazıda demişim ki, “Devlet Kürtçe yayını serbest bırakmaya çoktan razı. Ama Kürtlerin Hülya Avşar’ı, Sibel Can’ı kimler olacak? Kürtlerin Reha Muhtar’ı kim olacak? Devletin elini tutan, Kürt Reha Muhtar ya da Kürt Hülya Avşar bulamamak. Yoksa Kürtçe yayın çoktan başlayacak!” Devlet, Sibel Can ve Reha Muhtar’ın Kürtçe […]
Televizyonda Kürtçe yayının tartışıldığı 2000 yılında yazdığım bir yazıda demişim ki,
“Devlet Kürtçe yayını serbest bırakmaya çoktan razı. Ama Kürtlerin Hülya Avşar’ı, Sibel Can’ı kimler olacak? Kürtlerin Reha Muhtar’ı kim olacak? Devletin elini tutan, Kürt Reha Muhtar ya da Kürt Hülya Avşar bulamamak. Yoksa Kürtçe yayın çoktan başlayacak!”
Devlet, Sibel Can ve Reha Muhtar’ın Kürtçe konuşanını sekiz yılda ancak bulabilmiş olmalı ki, TRT’nin bir kanalını zaman sınırlaması olmadan Kürtçe yayına ayırdı!
TRT-Şeş hayırlı olsun! Ukalalık edip Kürtçesini söylemeye yazmaya çalışmayacağım. Çünkü, nasıl yazılır, bilmiyorum.
Şaka bir yana, kuruluşundan bu yana Kürtlerin varlığını, kimliğini yok sayan, hatta bir ara ana dilini yasaklayan devletin Kürtçe kanal açması son derece önemlidir.
Evet. Kürtlerin özgün bir halk olduğunun inkâr edildiği, ‘Kürt’ diyenin Kürtçe türkü söyleyenin hapse atıldığı, ‘Kürt’ dedirtmemek için onca kanın akıtıldığı, ahmaklığın ve gaddarlığın zirvesine çıkılarak Kürtçenin ana dil olarak bile yasaklandığı dönemden, resmî kanaldan kesintisiz Kürtçe yayın yapılan döneme geldik.
Dilini özgürce kullanabilme hakkı, insanı insan yapan en sıradan haklardandır. Bir toplumun dilini yok saymak, gelişimini önlemek, kullanımını sınırlamak, o toplumu yok saymak demektir. Bir halk, diğer temel hakların yanında, dilini kullanıp geliştirebildiği kadar vardır, kendisidir, dilini kullanabildiği kadar özgürdür.
Yirmi yıl önce Bulgaristan’da Türkler, dilleri yasaklanarak yokluğa mahkûm edilmişlerdi. Bugün Bulgaristan Türklerini yokluğa mahkûm edenler yok, ama Türkler var.
Bulgaristan’da Türkler yokluğa mahkûm edilirken Türkçe ana dil olarak yasaklanmamıştı. Aynı yıllarda Türkiye’de Kürtçe ana dil olarak bile yasaktı.
Bir kimsenin ana dilinin yasaklanması ne demektir?
Bulgaristan’da Türkçe isimlerin yasaklanmasına benzer şekilde Türkiye’de Kürtçe yer ve kişi isimlerinin yasaklanmasından, Kürt kimliğinin inkârından söz etmiyorum. Lütfen dikkat, ana dilin yasaklanmasından söz ediyorum. Yani anneden öğrenilmiş, anneyle babayla konuşurken, sevinirken, üzülürken, küfrederken, rüya görürken, sayıklarken kullanılan dilin yasaklanmasından.
Değil kanun çıkartıp hapis cezasına bağlamak, akıldan bile geçirilmemeliydi. Ama askeri dikta döneminde bunu da akıl edip, Kürtçenin ana dil olarak kullanımını yasakladılar. Uygulanması mümkün olmayan, ama hayatın öteki alanlarında acılar çektiren kanun 1991 yılında kaldırıldıysa da, “Kanunla yasaklanmış dil” ifadesi yedi yıl öncesine kadar Anayasa’da duruyordu.
Resmi şizofreni hâlâ da tam olarak aşılamadı. Kürtçe kanal TRT-Şeş’in test yayını yaptığı günlerde, TBMM’de sarf edilen Kürtçe sözler, tutanağa “Bilinmeyen bir dil” olarak geçti.
İşte bu çok yakın tarih göz önüne getirildiğinde, yayın içeriği ve kalitesi ne olursa olsun, TRT’nin 24 saat kesintisiz Kürtçe yayın yapmaya başlaması gerçekten önemli bir adımdır. Atılan adımı hafife almak, görmezden gelmek doğru değildir.
Devletin seksen yıldır akıl dışı bir inatla yürüttüğü inkâr ve asimilasyon politikasının işe yaramadığının kabul edildiği anlamına gelsin gelmesin; 11 Haziran 2008 günü çıkarılan yasa ile kamu yayıncısı TRT’ye Kürtçe kanal kurma yolu açıldı. Böylece gözlerimizin içine baka baka ‘yok’ denilen Kürt dili, resmi yayın hayatına adımını attı. Umulur ki, aslında hiç yaşanmaması gereken bir dönemin unutulmasına, Kürt dili ve kültürünün gelişmesine katkıda bulunur.
Türkiye bölünür mü?
Kamu yönetiminde, Kürt dili ve kültürü tanınırsa, Kürtçe yayın yapılırsa, insanlar Kürtçe konuşursa veya çocuklarına Kürtçe isim koyarlarsa devletin dağılacağı, bölüneceği endişesinin bulunduğu bir gerçektir. Sadece kamu yönetiminde değil, toplumun genelinde de böyle bir korku ve endişe vardır.
Azımsanacak bir korku da değil. Türkçe hangi haklara sahipse Kürtçenin de o haklara sahip olması, Türkçe hangi rahatlıkla konuşuluyorsa Kürtçenin veya başka bir dilin de aynı rahatlıkla konuşulması yerine, on yıllar bu paranoyaya tutsaklıkla geçti. Paranoya, mutlaklaştırılan ülke bütünlüğü açısından asıl tehdit ve tehlikenin temel hak ve özgürlüklerden yoksun bırakmak, kendi insanımızın farklı özelliklerini yok saymak olduğunu unutturdu. Paranoya halkların kardeşliği atmosferini zehirledi, iki tarafta da düşmanlığın zehirli sarmaşıklarını yeşertti. Umulur ki, atılan adım, bu paranoyanın zayıflatılmasına ve geriletilmesine katkıda bulunur!
Atılan adımı teröre taviz olarak görmek, sorunu tersinden görmeye götürür. Etnik şiddetin olumlu gelişmeyi geciktirdiği bile söylenebilir. Dahası, olumlu gelişmenin Avrupa Birliği sürecinin zorlamasıyla sağlanabildiği savı daha akla yakındır.
“Kürtçe yayın Kürtlük bilincini kendi eliyle geliştirmektir, örgütün işine yarar.” Bunda elbette gerçeklik payı var. Ama Kürtçe yayından önce Kürt yok muydu, Kürtlük bilinci yok muydu? Kürtçeyi, Kürt kimliğini yok sayma politikası devam etse, Kürtlük ve Kürtçe yok mu olacak? Sonra Türk’ün kendisini Türk hissetmeye, kimliğini, dilini geliştirmeye hakkı var da Kürt’ün niye olmasın?
Sorunu bu en basit noktaya geriletmeye gerek yoktu. Serbest tartışma ortamı olsa, insanlar ‘Kürt’ dedikleri için hapse atılmasalar, Kürtçe yayın ne teröre taviz olarak algılanırdı ne de Avrupa’ya.
İnkâr ve asimilasyonda ısrar, çoktan atılması gereken bir adımın sevincini bile kursakta bırakıyor. Umulur ki, TRT-Şeş öyle kaliteli ve demokrat bir içerik sunar ki, taviz algısını da unutturur.
Lozan’ın da inkârı
Bu adım çoktan atılmalıydı. Bu acılar yaşanmamalıydı, yaşanmayabilirdi. Bu acıları yaşatan inkâr ve asimilasyon politikaları, devletin kuruluş anlaşmasının da inkârıydı.
Zaten devletin kurucu anlaşması Lozan’ın 38’inci maddesi, “Türk hükümeti, Türkiye’de oturan herkesin, doğum, milliyet, dil, soy ya da din ayrımı yapmaksızın, hayatlarını ve özgürlüklerini korumayı tam ve eksiksiz olarak sağlamayı yükümlenir” diyor.
Anlaşmanın 39/4’üncü fıkrasında, “Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır” hükmü var.
Yine anlaşmanın 39/5’inci fıkrası da, “Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır” diye somut bir yükümlülük getirmiş.
Sadece Lozan Anlaşması değil. Türkiye’nin 34 yıllık bir gecikmeyle 2000 yılında imzaladığı BM Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ile BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi de halklara kendi kültürel kimliğini belirleme ve geliştirme hakkı veriyor.
Bu anlaşmalar olsun olmasın, bin yıldır aynı coğrafyayı paylaştığı, kader birliği ettiği bir halkın kimliğini, dilini, kültürünü baskı altına almak ne kardeşliğe sığardı ne de vicdana. Kardeşlerden birinin dilini, kimliğini, kültürünü baskı altına alanlar ülkeye iyilik etmediler. Umulur ki, resmî kanalda Kürtçe yayın bu hoyratlığı bir parça unutturur!
Kafayı kumdan çıkarmak
Öte yandan iletişim teknolojileri öyle gelişti ki, sınır ötesi radyo televizyon yayını art
ık çocuk oyuncağı. On yılı aşkın süredir nice Kürtçe kanal Türkiye’de de çanak antenle izlenebiliyor. Kürtlerin önemli bir bölümü de çanak antenlerle örgütün kanalını izliyor.
Türkiye’de Kürtlere kendi dillerinden yayına gelmeden önce, Avrupa’ya çalışmaya gidip oraya yerleşen Türkler de 40 yılı aşkın süredir devlet yayıncısından kendi dilinden haber alıyor.
TRT’nin Türkiye’nin Sesi radyosu kurulduğundan bu yana Arapça, Arnavutça, Boşnakça, Gürcüce, Hırvatça, Tatarca, Bulgarca, Yunanca, Almanca, İngilizce, Çince, Farsça, Fransızca, İspanyolca, Macarca, Rusça, Romence, Sırpça, tam 25 dilde yayın yapıyor. Kürtçe yayını da olsa kıyamet kopmazdı, ama devlet vergi aldığı, asker ettiği kendi uyruklarına kendi onların diliyle seslenmiyordu. Devlet, kafasını kumdan çıkarıp kendi vatandaşlarına kendi dilinden seslenmeyi ancak akıl edebildi ya da kabul etmek zorunda kaldı. Umulur ki, TRT-Şeş, geçmiş dönemdeki devekuşu ahmaklığının unutulmasına da bir parça katkıda bulunur.
Sonuç olarak, “kart-kurt” hezeyanlarından nesnel gerçekliğin kabulüne atılan adım, gecikmiş de olsa, olumludur, kamu hizmeti yayıncılığının gereğidir. Yayın içeriği demokratik olursa, o çokça endişe edilen ülke bütünlüğünü de sağlamlaştırır. Vergisiyle finanse ettiği kanalda kendisini gören Kürt, kurtlar sofrasına dönen dünyada ayrılmayı niye düşünsün ki.
Ancak demokratik yayın içeriği konusunda umut yok denecek kadar azdır. En fazla TRT’nin Türkçe yayınları kadar demokratik olur ki, resmî ideolojinin Türkçe yayının ne kadar demokratik ve Türklere ne kadar yararlı olduğu ortadadır.
Umulur ki, Kürtçe kanal on yıllardır kanayan sorunun şiddetten arınmasına ve daha ılıman bir atmosferde konuşulmasına hizmet eder; sorun şiddetten arındıkça son yıllarda zedelenen kardeşlik bağlarının güçlenmesine de katkıda bulunur.
Bu temenni de çok saf ve gerçekleşmeyecek bir beklentiyse, ört ki ölem!