Krizin yıkıcı etkilerinin, yoksul emekçi halkın yaşamında yarattığı tahribatların derinleştiği bir süreçte yerel seçime gidilmektedir. Kriz ve yerel seçim, egemenler tarafından, emek ve halk düşmanı gerici neoliberal politikaların saflaştırıldığı fırsat zeminlerine dönüştürülmektedir. Bununla birlikte, kendine yönelen saldırılara uzun zamandır tepkisiz kalan emekçi halk sınıfları bile, yavaş yavaş kendine özgü biçimlerde tepki vermeye başladı. İşçi sınıfının […]
Krizin yıkıcı etkilerinin, yoksul emekçi halkın yaşamında yarattığı tahribatların derinleştiği bir süreçte yerel seçime gidilmektedir. Kriz ve yerel seçim, egemenler tarafından, emek ve halk düşmanı gerici neoliberal politikaların saflaştırıldığı fırsat zeminlerine dönüştürülmektedir.
Bununla birlikte, kendine yönelen saldırılara uzun zamandır tepkisiz kalan emekçi halk sınıfları bile, yavaş yavaş kendine özgü biçimlerde tepki vermeye başladı. İşçi sınıfının geleneksel işkollarını oluşturan ve neredeyse devrimci potansiyelinden umut kesilen tekstil, lastik ve metal işçileri artık daha yüksek sesle tepki veriyor, ardı ardına yaşanan fabrika işgallerini yaygın bir eylem tarzına dönüştürüyorlar. 29 Kasım eyleminin de gösterdiği gibi, kamu emekçileri uzun zamandır görünmeyen bir büyüklükte kitlesel tepki geliştirdiler. Ülkenin en muhafazakar kesimini oluşturan ve merkez sağ partilerin kitle temelini oluşturan tarım emekçileri, yaygın direniş ve protesto biçimleri geliştirmeye başladılar. İşçi sınıfının güvencesiz çalışan kesimleri, her ne kadar ülke çapında örgütlü bir hareket ve muhalefet tarzı üreterek kendilerini gösteremeseler de son derece yaygın bir örgütlenme ve mücadele arayışı içindeler.
Bütün krizlerin klasik görünümlerinden biri olan toplumsal çürümeler, bir yandan da değişik toplumsal kesimlerde ileri atılma tavrı yaratmaktadır. Örneğin kadınların toplumsal hareketlerde yavaş yavaş seçilmeye başlayan militan duyarlılıkları, kadınların geleneksel sorunlarını güncel kriz dinamikleriyle buluşturan daha güçlü bir dinamizm yaratmaktadır. Alevilerin elli bini bulan Ankara eylemi ve hemen arkasından 24 Aralık Kahramanmaraş katliamının yıldönümünde gerçekleştirdikleri Adana mitingi güçlenen sol bir duyarlılığa işaret etmektedir. Kürt hareketinin son zamanlarda geliştirdiği kitlesel direniş biçimleri, egemenler cephesinde oluşturulan savaş, seçim ve kriz mutabakatını “demokratik açılımlar” adı altında sürekli ödün vermeye zorlayan kazanımlara dönüşmektedir.
Kısacası, kriz ve yerel seçim koşullarında, gerici neoliberal politikalara karşı, emekçi halk sınıflarının gerçek eğilimlerini, çıkarlarını ve eylemlerini temel alan sol politikaların ve inisiyatiflerin gelişmesi için son derece elverişli koşullar oluşmaktadır.
Ne var ki, sol hareketin bu süreçte etkili politikalar üretememesi ve bir toplumsal muhalefet ekseni oluşturamaması, tersine içe dönük öznel çıkarlar alanına gömülmesi ya da egemen politikaların kuyruğuna takılması yüzünden önemli bir tarihsel fırsat değerlendirilememektedir. Örneğin, sol ezberin çok güçlü olduğu Filistin sorununda bile sol bir inisiyatif geliştirilemedi. Gazze’deki katliamlar genel bir halk duyarlılığı yaratmışken, bu duyarlılığın gerici, ırkçı ve İslamcı bir kitle seferberliğine dönüştürüldüğü koşullarda sol hareket etkisiz kalabiliyor. Bilindiği üzere, ülkemizde gelişen Filistin duyarlılığı, sağcı ve İslamcı kesimlerin ihbarlarına ve saldırılarına rağmen bizzat oralara giderek ısrarla Filistin’le devrimci dayanışma eylemlerini sürdüren ve ağır bedeller ödeyen devrimciler sayesinde ortaya çıkmıştır.
Hem krizin hem de seçim atmosferinin belirleyici olduğu bir süreçte, toplumsal muhalefetin çok güçlü olması beklenir. Üstelik, krizin faturasının neredeyse tamamen emekçi halka çıkarıldığı ve egemenlerin halk düşmanı politikalarının daha görünür olduğu koşullarda, “sol”un daha da belirleyici olması gerekir. Ancak toplumsal hoşnutsuzluk her gün biraz daha artarken solun durumu iç açıcı görünmemektedir. Sol muhalefet, kendisi için “elverişli” olabilecek bu dönemi bile varlığını etkili kılabilecek biçimde değerlendirmiyor. Ayrıca bu “avantajlı” duruma, kendisini ulusalcılıkla ifade eden ve cumhuriyet mitingleriyle kitlesel ifadelerini bulan hareketlenmenin baskılanmasının büyük ölçüde ortadan kalktığını da eklemek gerek.
Solun bu etkisizliğinin nesnel (sola bağlı olmayan) bir dizi nedeni sayılabilir. Ancak sakıncaları bilinmesine rağmen, kendisine bağlı olmayan nedenleri bir tarafa bırakarak konuyu ortaya koymakta hayır var.
İlk olarak, “sol” diye tabir edilen kesimin kabaca da olsa sınırlarını belirlemek gerek. CHP, bu sınırların dışında tutulduğunda söz konusu olan kesimler; ilerici sendika ve meslek örgütleri ile siyasal sol grup ve partilerdir. Her iki kesim için de sorunlar bağlamında ayrıntılı tartışmalar yürütülebilir. Ancak burada asıl üzerinde durulması gereken, her kesim için de geçerli olan, ayırt edici bir politik muhalefet programının olmayışıdır: ne sendika ve meslek örgütlerinin temsilcilerinin kafasında ne de sol grup ve partilerin tercihlerinde. Tam da bu yüzdendir ki, bilmem kaç tane sendika ve meslek örgütünün ortak basın açıklaması (Gazze konusunda), açıklama metni hiçbir temsilci tarafından önceden okunmadan yapılabiliyor. Basın açıklamasını yazan kişinin, Gazze’ye müdahale için BM’yi göreve çağırması da (tıpkı Erdoğan gibi) skandala neden oluyor. Herkesin vahim diye tanımladığı durum, “uzmanlara” yazdırılan metnin daha önceden neden okunmadığı noktasında odaklanıyor. Oysa gözlerden kaçan daha vahim bir durum mevcut. Bilmem kaç tane temsilci/yöneticinin, gelişmeler karşısında (genel-geçer lafların dışında) söyleyebilecek, kendi politik programının uzantısı olan laf edebilme ihtiyacı ve iddiası yok; kişisel iddiaları mutlaka vardır ama politik iddiaları yok.
Benzer durum, yerel seçimler konusunda bir araya gelen sol grup ve partilerin faaliyet ve açıklamalarında yaşanıyor. Kısmen siyaset dışında kalmamak için kısmen de iyi niyetle başlayan bir araya gelme girişimleri, seçim günü yaklaştıkça aday ve grup çıkarı baskılanmalarının açığa çıktığı bir iç gündeme daraldı. Yerel seçimlerde izleyeceği strateji ve taktiği, zaten sürdürdüğü bir politik programın içerisinde gören bir anlayış mevcut değil (Batı’daki bütün solun temel görevini, DTP’yi desteklemek olarak gören zihniyetin “hakkını vererek” bir kenara bırakırsak). Güçsüzlük politikasızlığı, politikasızlık güçsüzlüğü büyütüyor.
Bu ortak belirleyen dışında sol kesimler için ayrıca vurgulanması gereken birkaç başlık daha mevcut. Öncelikle sol adına yöneticilik yapan, temsilci olma misyonunu taşıyanların, bu konumlarına uygun bir donanıma ve olgunluğa sahip olmalarını beklemek hakkımızdır. Kuşkusuz bu arkadaşlar bir Chavez, Lula ya da Morales benzeri bir şeye dönüşmeyecekler; ancak daha yakın bir örneği, bir Teoman Öztürk’ü ya da Kemal Türkler’i örnek almaları gerekmez mi? Ya da sadece kendilerini seçenlere karşı sorumluluk hissetmeden, bütün solu da az çok temsil ettikleri bilinciyle hareket etmelerini ve “vasat” bir solcunun bile yapmayacağı davranışlardan kaçınmalarını beklemek hakkımız değil mi? Liderlerin güvenilirliliği, “kesinlikle yapılmayacaklar” listesinin uzunluğuyla da ilgilidir. Diğer yandan, bir “kesinlikle yapılmayacaklar” listesi de sol grup ve partiler için gerekli. Bunun ilk maddesine de “dar grup çıkarı, işçi sınıfının (halkın) çıkarına tercih edilemez” yazılmalı. Özellikle politik mücadelenin sürekliliğini sağlayamayan gruplarda, iç gündemlerinin yoğunluğundan da kaynaklı olsa gerek, halkla bir empati ilişkisi kurulamıyor. Örneğin yıllardır Melih Gökçek zulmü altında yaşamış Ankara’nın yoksul mahallelerinde, gericiliğe, faşizme ve neoliberalizme karşı halkın çıkarlarını temsil eden bir siyasetin boşluğu sürekli kendini hissettirmektedir. Aslında Karayalçın, bu boşluğa oynayan politik bir figürden başka bir şey d
eğildir. Oysa, Karayalçın’a karşı aday çıkarılmasını “en keskin devrimci fikirlerle” savunanların yerel seçimde, halkın bu duyarlılıkları temelinde örgütlenmesine ve bu boşluğun ileri mevzilerle doldurulmasına yönelik herhangi bir politik projesi bulunmamaktadır.
Kendisini yasal parti formunda içinde örgütlemiş yapılar için ise en zor dönem sandığın ortaya konduğu dönemdir. Özellikle güçsüzlüğün politikasızlığı, politikasızlığın güçsüzlüğü beslediği dönemlerde… Seçim öncesinde bir güçmüş gibi görünme zorunluluğu, seçim sonuçlarını gördükten sonra, zevahiri kurtarmak için rakamlarla oynama sanatının inceliklerine dönüşür. Bu durumun yarattığı en önemli sonuç ise normal zamanlarda kısmen de olsa var olan nesnel algının tamamen ortadan kalkmasıdır.
Evet, bizim bir politik projemiz var ve bu durumlarda ne yapılması gerektiğini biliyoruz. Neoliberalizme, gericiliğe ve faşizme karşı halkın yerel seçim ve kriz koşullarında biriken tepkisini, halkın bağımsız eylemini temel alan ileri mevzilere dönüştürmek, bu projenin temelini oluşturmaktadır. Hak mücadeleleri bu sürece müdahalenin sürükleyici halkasını oluşturmaktadır. Bu siyasetle, halkın siyasal katılımına gerçek bir olanak sağlamayan sandık eksenli siyaset karşısında, halkın çıkarlarına dayalı somut bir siyaset zemini oluşturmak hedeflenmektedir. Elbette, solun birliği için somut bir programın oluşmasını sağlamak da bu temelde yerine getirilebilecek bir görevdir. Yerel seçimde, siyasetin (vaatlerin, taleplerin) içeriğini halkın çıkarlarını gözetecek biçimde etkilemek; halkın talepleri karşısında kırılganlaşan siyasal aktörleri sıkıştırmak, somut kazanımlar elde etmek yine bu sürecin temel adımlarını oluşturmaktadır. Geleneksel siyaset tarzının, halkı gerici saflaştırmalara sıkıştıran yapısı karşısında ilerici bir saflaşmanın olanaklarını güçlendirmek böylece mümkün olacaktır.
Toplumsal muhalefetin bütün zaaflarına rağmen, bir yandan da ezilen halk kesimlerinin bağrında yeni bir işçi ve halk hareketi kuşağı oluşuyor. Bu kuşak eylem biçimiyle, örgütlenme biçimiyle, önderliğiyle ve politik hedefleriyle henüz oluşum halindeki devrimci özneyi ifade etmektedir. Solun asıl uğraşması gereken de bu sürecin güçlendirilmesidir. Bu görev en çok da, hak mücadelesi çizgisinde ilerici toplumsal muhalefet için anlamlı bir çizgi oluşturan çalışmaların sırtındadır. Yoksul mahallelerde yürütülen hak mücadeleleri, işçi direnişlerini kucaklamayı acil bir görev olarak önüne koymalıdır. Krizin yıkımına karşı çeşitli biçimlerde oluşturulan yerel platformların, halkın yakıcı sorunlarına karşı somut hedeflere sahip mücadele gündemleri belirlemesi için çaba gösterilmelidir. Alevilerin, Kürtlerin ve kadınların mücadele enerjisinin, krizin yıkımına karşı gelişen mücadeleler içinde de açığa çıkması için çalışılmalıdır.
Solun köklü bir dönüşüm geçirmesi zorunludur. Aslında böylesi bir süreç de halihazırda işlemektedir. Bunun bilincine varılması ve toplumsal muhalefet güçlerinin zamanının ve enerjisinin asıl olarak bu işlere yoğunlaştırılması gerekmektedir. Çünkü toplumun dinamizmi eninde sonunda kendi kanallarını yaratacaktır.